ŞAH SULTAN
Yazar; İskender PALA
Hıtayî hâl çağında
Hak gönül alçağında
Kabe yapmaktan yeğdir
Bir gönül al çağında
Hıtayî
Bu bab, Erdebil yakınlarında bir yerlerde yıldız toplayan çocuğun sevgiyle tanışması beyanındadır.
Ağustos 1501,
Kamber söz perdesini açanda:
Ilık yaz akşamlarında, meşe dallarının yaprakları arasın¬dan göz kırpan yıldızlara doğru uçup gittiğimi düşünmek, tekdüze ömrümün en heyecanlı eğlencesi haline gelmişti.
"Bütün inançların temeli sevgidir. Her kim bir şey veya kimseyi severse ona inanmış, boyun eğmiş, kulluk etmiş olur. Kulluk, sevginin yedi derecesinden biridir ki ilk adımda dostluk başlatır. Bu dereceler ezeli 'ilgi'den doğar, ilgiyi 'sev¬gi' takip eder. Sonra 'tutku', 'aşk', 'şevk' ve 'kulluk' diye de¬vam edip ebedi 'dostlukta’ nihayet bulur. İyi veya kötü, ya¬rarlı veya zararlı her tür sevginin bir etkisi, sonucu, meyvesi ve hükmü vardır. Coşku, zevk, özlem, yakınlaşma, ayrılma, uzaklaşma, terk etme, sevinme, üzülme, ağlama, gülme...Hepsi sevginin etkileri ve hâlleridir. Kişi sevgi basamakla-rında sürekli bir kazanç ve güç kazanarak ilerlemelidir. Belli bir yol aldıktan sonra sevgi yüzünden ağlasa da, gülse de; sevinse de, üzülse de; hatta sıkılsa yahut coşsa da bundan yarar görür. Nitekim sevgiden uzaklaştığı zaman bunun tersi olacak, her hâlden üzülecektir. Akıllı insan kendisine zarar verecek sevgiyi istemez.
"Hakikati sevmek, babacım, sevgilerin en güzelidir. Çünkü hakikat Mutlak Güzellikten doğar ve bütün güzeller O'nun güzelliğinden bir ilham taşıdıkları için sevilirler. Hakikati ayırt etmeyi bilirsen sevgiliye karşı sevgide ortak edinmemiş olursun. Sevgiliyi sevmek, sevgilinin sevdikleri¬ni sevmek, sevgili için ve sevgili yolunda sevmek, sevgiliyle birlikte sevmek, bunların hepsi insanın tabiatına uygundur. Büyüyünce bu dediklerimi çok daha iyi anlayacaksın, ama şimdilik sevgiyi bir su farz et. Ona ulaşmak zevk, ayrı kalmak acı verir insana!.."
Babaydar'ın daha sonraki sözlerini anlamakta hakikaten zorlanmaya başlamıştım. Bilmediğim bir dilden sırlar akta¬rıyor gibiydi. Onun hiç bu kadar ciddi ve anlaşılmaz olduğu bir zamanı hatırlamıyordum. Ne kadar çok şey bildiğini gör¬mekti belki beni hayretlere düşüren. Cümlelerini bir ayinde neşideler okur gibi ağırlaştırarak kuruyor, karşımda heybet¬le oturuyor -belki de söylediklerinden dolayı ben onu her sa-niyede daha heybetli görüyordum- ve yüzüme bakan gözleri sanki kalbime iniyordu.
***
Kapı kethüdası konağın hizmetlerini görsün diye bir cariye tahsis etmişti. Bu cariye her akşam Sultan'ın yatağını serer, başucuna su testisi ve bardak koyar, havlusunu, ibriğini, leğenini yerli yerince bırakır, sabah da bunları değiştirir, temizler, odanın hizmeti¬ni yürütürdü. Meğer bir gün cariye geç kalmış, yahut Sultan odasını erken teşrif etmiş. Göz göze gelmişler. Bakışları kısa bir müddet, ipek giysiden esen sabah rüzgârı misali birbiri¬nin gözbebeklerinden süzülüp geçmiş. Sonra kız telaşa ka¬pılmış ve berrak sular kadar temiz yüzünü hemen yere indir¬miş. Sultan'ın bakışlarından etkilenmiş elbette. Sonraki gün, daha sonraki gün, daha sonraki gün derken cariyecik daya¬namamış bir gün Sultan'ın yatağı üzerine bir not bırakmış:
"Derdi olan neylesin?"
Sultan, akşam odasına gelip de yatağının üzerinde küçük kâğıt parçasını bulunca durumu anlamış, karşılaştıkları günü hatırlamış ve gülümseyerek kağıdın arkasına bir cevap yazıp aynı yere bırakmış:
"Durmasın, söylesin!"
Zavallı cariyecik ertesi gün odaya girince önce kâğıdı aramış. Bakmış ki bıraktığı yerde duruyor, yüreği duracak gibi olmuş. Sultan'ın cevabını okuyunca da cesareti iyiden iyiye artmış. Kâğıdı çevirip kendi ilk cümlesinin altına bir soru daha ilave etmiş:
"Korkuyorsa neylesin?"
Akşam Sultan cevabı yine yazmış:
"Hiç korkmasın söylesin."
Sabah bu cevabı okuyan cariye artık kararını vermiş. Ak¬şam olunca aşkını Sultan'a söyleyecekmiş. İçinden de "Ne olacaksa olsun artık!" demekteymiş. Temizliğini bitirdiği hâlde gitmeyip beklemiş. Sultan geldiğinde cariyeyi utandır-mamak için başını yere eğmiş ve "Buyurunuz, sizi dinliyo¬rum," deyivermiş. Mahcup kız, bütün cesaretini toplamaya çalışmış ama nafile. Dizleri titremekte, ayaklarının dermanı kesilmekteymiş. Titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dir¬seklerini tutup kollarını kavuşturmuş. O kadar ki kolları, titreyen ellerini titremesin diye tutmaktan kaskatı kesilmiş. O sırada Sultan yüzüne bakmış. Kız utanmış. Kalbinin yerin¬den fırlayacağını sanmaktaymış. Dili dolaşmış, bütün cesa¬retini toplayarak kekelemeye başlamış:
"Efendim... Şeyyy... Cariyeniz... Size..."
Eski bir kitapta yazılıdır; Mecnun'un kabilesi bir araya gelmiş ve Leyla'nın obasına bir haber göndermişler: "Bu delikanlı aşktan helak olacak; azıcık merhamet gösterseniz de bir kere olsun Leyla'yı görmesine izin verseniz ne ziya¬nı olur?" Leyla'nın obasından cevap gelmiş: "Onun Leyla'yı görmesini engellememiz Leyla için değil, onun içindir. Zira o Leyla'yı görmeye dayanamaz diye korkuyoruz." Bunun üzerine Mecnun'u getirmişler. Daha Leyla'nın kapısını ara¬ladıkları vakit Mecnun, Leyla'nın gölgesini görmüş ve yere yığılıvermiş. Zavallı cariyecik de, işte bu hâle girmiş olmalı ki Sultan'ın huzurunda cümlesinin sonunu getiremeden yığılıp kalmış. Sultan, bir kalbe sığmayacak kadar büyük olan bir aşkın yere düşmesine elbette razı olmamış, cansız bedeni¬ni yakalayıp kucağına almış. Başını dizlerine koymuş. Kızın serpuşunu çıkarıp kapkara saçlarını önüne yaymış. Donuk gözleri artık tam da gözlerine bakmaktaymış. Öylece karan¬lık iyice çökesiye kadar göz göze bakışmışlar. Kız öte âlem¬den, Sultan bu âlemden...
****
Birkaç gün sonra Sultan bana ordunun para sıkıntısın¬dan bahsetti. Bu dert ile çaresizlik içindeydi. O akşam ünlü âlim Şeyh Muhiddin Arabi'nin kitaplarından okuduk. Sultan, onun kabrine gidip ruhu için dua etmek istedi. Şam halkı Şeyh'in kabrini bilmiyorlardı. İki gün bu konu araştırıldı ve tellallar bilenin ödüllendirileceğini halka duyurdular. Kimse çıkmadı. Yalnızca dağda koyun otlatan bir çoban geldi:
"Efendim, Kasyun Dağı'nın yamacında bir yer biliyorum; oradan ne koyunların birisi bir ot yer ne de oraya bir hayvan basar. Oranın otları kendi hâlinde büyür ve zamanı gelince de kurur gider. Zannım o ki aradığınız yer orasıdır."
Çobanın tahmini doğru çıktı. Kazılan yerde Şeyh-i Ekber'in cesedi hiç çürümeden durmaktaydı. Sultan onun için bir tür¬be yaptırdı ve defin işlemini bizzat kendisi takip etti. Defin bitince Şam halkının Şeyh hakkında bildiklerini öğrenmek is¬tedi. İleri gelenlerden bazı âlimleri ve güngörmüş kişileri hu¬zura çağırdılar. Onlar da kendilerine intikal eden bir rivayeti sanki ağız birliği etmişçesine anlattılar.
Meğer vakt ü zama¬nında Şeyh, Şam halkının maddeye düşkünlüğünden yakına¬rak onlara nasihat etmiş, sonunda da ses tonunu yükseltip ayağını yere vura vura "Sizin taptığınız benim ayağımın al¬tındadır!" diye haykırmış. Halk, bu söz ile kendi inançlarına hakaret edildiğini, kendilerinin Allah'a taptıklarını, Şeyh'in bu sözüyle küfre girdiğini iddia ederek kadılara şikâyet et¬mişler ve onlar da Şeyh'in cezalandırılmasına hükmetmişler. Şeyh'in haksız yere eza cefa çekmesine gönlü razı olmayan dostlarından biri Muhiddin'e gelip "Neden sözünden dön¬müyorsun, neden sır gibi davranıyorsun?" diye sorunca da o acı bir tebessüm ile "İza dahale's-Sin ila'ş-Şın zahira sırrî!" demiş. Sultan bunu duyunca çok şaşırdı. Bu söz, "Sin Şın'a girince sırrım anlaşılır!" demeye geliyordu. Sultan, bu sefer Şeyh'in bu sözü tam olarak nerede söylediğini araştırttı. Aradan üç yüz yıla yakın zaman geçmiş, yalnızca bir kişi yeri tahminen bilebildi. Sultan bizzat oraya kadar gitti. Yüksekçe bir tepe olduğu görüldü. Sultan tepeyi kazmalarını emretti.
Çok geçmeden kazılan yerden bir küp altın çıktı. Sonra Sultan şöyle söyledi:
"Peygamberimiz, zamanın küfür meclislerine binaen 'Dininiz paranız, kıbleniz kadınlarınız,' buyurmadı mı? Muhid-din-i Arabî de buna dayanarak, taptığınız ayağımın altında demekle, benim ayağımın altında altın var demek istemiş ama, o zaman bunu kimse anlayamamış ve Şeyh-i Ekber'i haksız yere idam etmişler."
Şam halkı günlerce bu hadiseyi konuştu ve Sultan'ın kerametine bir kez daha inandılar. Çünkü Sin, Selim adının ilk harfi, Şın da Şam isminin ilk harfi idi. Sin'in Şın'a girmesi gerçekleşmişti. Halk bu keramette büyük bir uğur telakki edip Sultan ve ordusuna hizmet için canla başla yarıştılar, Şeyh'in altınlarını akçeye tahvil ettiler. Böylece ordunun pa¬rası bulundu ve kararlaştırılandan üç gün Önce yola çıktık. Kış yaklaşmıştı. Ama önümüz çöl idi. Gazze istikametinde gidilecekti. Sina Çölü kelimenin tam manâsı ile bir bela sa¬yılırdı. Yer sarı, gök sarı... Güneş kışa rağmen bir sini kadar iri. Hava zerre zerre toz yüklü. Kum tepecikleri durmadan yer değiştirdiği için yol bulmak, kılavuzluk edecek işaretleri takip etmek müşkülden müşkül. Bir tek vaha bile olmayan çölde konaklasan dert, yürüsen dert.
Sina Çölü'nü Sultan'ın dua ve kerametleri sayesinde geçtik. Allah, veli bir kulunun nazına cevap verir gibi yağmurla¬rıyla ona ihsanda bulundu. Kahire camiinde dökülen gözyaş¬ları bu kerametlerin "halife" adına dönüşmesinin mührüydü.