Arama

Din Nedir? - Tek Mesaj #4

virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
27 Kasım 2006       Mesaj #4
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi

Toplum Hayatında Dinin Rolü


Fert hayatında dinin rolü ne ise toplum hayatında da odur. Dinsiz önce kendini, sonra Allah'ı inkâr eder! Kendi varlığını inkâr etmeyen bir insan için Allah'ı inkâra yol yoktur.

Büyük Türk filozofu İbni Sina (980-1037), insanın yaratılış icabı medeni olduğunu, toplu halde yaşamak fıtratını taşıdığını ifade eder. Hiçbir insan bütün ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz. Bundan dolayıdır ki cemiyet halinde yaşayan fertler, birtakım karşılıklı hak ve vazifelerle birbirlerine bağlıdırlar.

Toplumun bekası, mutluluğu, içtimaî hakların, ahlâkî kayıtların, büyük bir titizlikle korunmasına bağlıdır. Hak ile görevi birbirinden ayırmak mümkün değildir. Cemiyetlerin devam ve bekası için zaruri olan hak ve görevleri teminat altına alacak, bu kavramları himaye edecek ve insan kalbinin derinliklerine yerleştirecek olan en kıymetli değer bunlara kutsiyet vermiş olan "Din"dir, uluhiyet fikridir.

Din, bazı hasta dimağların zannettikleri gibi beşeriyete sonradan aşılanmış arızî bir şey değil, aksine ruhun fıtrî bir kuvvesi, bir özelliğidir. İstinat eylediği başlangıç gibi hakikî, ezelî ve ebedîdir.

Tarih, toplum halinde tanıdığı kitlelerin hepsinde bir dinin hâkim olduğunu gözler önüne sermektedir. Toplumlar mutlaka bir dine tâbi olmuş, ibadet namına birçok merasim ve ayinler yapmışlardır. İnsanlar putlara tapacak, taşlara ve ağaçlara secde edecek kadar cehalet ve vahşet içinde yüzdükleri zamanlarda bile dinî alâka ve hislerden uzak kalmamışlardır. Ruhun bir özelliği olan din fikri insanla beraber doğmuş, her kavimde sosyal hayatın ihtiyaç ve icaplarına göre gelişmiş her toplumun medeniyetine, müesseselerine temel olmuştur.

Din fertler için fıtrî ve yaratılıştan gelen bir zorunluluk halinde nasıl devam ederek gelmişse ferdî uzuvların kaynaşmasından oluşan cemiyetlerin bünyeleri için de hayat vesilesi olmuştur. Fertler gibi toplumların da bütün hayatî melekelerini dinin kaynağından almış oldukları tarihin gösterdiği bir gerçektir. Günümüz sosyolojisinin dinî, içtimaî amillerin en esaslısı sayması da bundandır. Dinsizlik nasıl fert için bir felâket kaynağı ise, aynı derecede cemiyet için de felâket kaynağıdır.

Dinin manevî otoritesinin hakim olmadığı cemiyetlerde "Hak kuvvetlinindir, kuvvetliler yaşamalı zayıflar ortadan kalkmalıdır" tarzındaki sakat ve acımasız mantık geçerlilik kazanır. Bundan sonra o toplumlarda saadet ve huzurdan söz edilemez. Fertleri, dinin manevî otoritesine kalben ve fikren bağlanmış cemiyetlerde ise zayıf, aciz, yoksul ve kimsesizler daima himaye görmüş, yalnızlıklarını unutmuşlardır. Bir toplum dinin manevî otoritesini benimsediği kadar, ahlâkî umdeleri de kabullendiği ölçüde olgunluğa ulaşır. Ahlâkî prensiplerin başta gelen kaynağı ise dindir.

Dinin ruhî ve toplumsal gerekliliği hakkında Batılı ilim adamları da müsbet görüşler ileri sürmüşlerdir. İmanın kaynağı olan din, her cemiyet için temel prensiptir. Cemiyet imanla kurulur, ilimle gelişir. Dinsiz hiçbir cemiyet yoktur. İnsanlık maddi anlamda ne kadar ilerlerse ilerlesin hiçbir zaman dinsiz yaşayamayacaktır. Tarih bunun nice örnekleriyle doludur.

Kaynakça
(1) A. Hamdi Akseki, İslâm, s. 93.
(2) Geniş bilgi için bkz. M.Rahmi Balaban, İlim, Ahlak, İman


Dinin Doğuşu Hakkındaki Görüşler


Dinler Tarihi'nin en fazla üzerinde durduğu konulardan biri de dinin doğuşu meselesidir. Dinin kaynağı, bir başka ifade ile dinin doğuşu, nasıl başladığı, hangi etkenlerin bunda etkili olduğu vb. konular ilk elden ve öncelikle ancak mukaddes kitaplardan öğrenilebilir. Kutsal kitaplar dışında bu konuyu ilmî olarak araştırmak ve bilgi edinmek imkânı oldukça sınırlıdır. Çünkü bu meselede tatmin edici belgelere ne yazık ki malik değiliz. Bilgimiz, insanın bulunduğu her yerde dinin de mevcut olduğu noktasında toplanmaktadır.

Din insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinde bile onların hayatlarını bir bütün olarak kuşatmış bir gerçektir. Bu bakımdan insan hayatı da, insanlık tarihi de ancak dinin anlaşılması ölçüsünde vuzuha kavuşabilir.

İnsanla beraber var olmuş, onunla varlığını sürdüren din, tarihi dönemlerde de, tarih öncesi devrelerde de kendisinden vazgeçilmesi mümkün olmayan bir müessese konumunu günümüzde de korumaktadır. Dinin doğuşu problemiyle din bilimleri meşgul olduğu kadar, sosyal bilimlerin diğer kolları da ilgilenmiştir.

Dinin kaynağı hakkında çok çeşitli görüşlerin ortaya atılması ve canlı bir tartışma zemininin açılması daha çok XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra Darwin (1809-1882)'in Türlerin Kaynağı adlı eseriyle başlamıştır denilebilir. O'nun Evrim Nazariyesi'nden etkilenerek dinin kaynağı hakkında ileri sürülen görüşleri, materyalist ve pozitivist propaganda ile gelişerek Auguste Comte (1798-1857) ve Ludwih Buchuer (1750-1806) aracılığı ile en üst düzeye ulaşmıştır.

Şu noktayı özellikle vurgulamalıyız ki, dinin doğuşu hakkında en sağlam bilgiler ancak kutsal kitaplardan elde edilebilir. Onların bu konuda verdikleri bilgilerin temeli insana, özellikle de insanı yaratan Allah'a bağlanmaktadır. Kutsal kitapların bu bilgilendirmesini paylaşan Aydınlanma Devri düşünürlerinin çoğu da çeşitli dinlerin kaynağını, insanlığın ilk dini (tevhid) olduğunu vurgulamışlardır.

Dinin doğuşu hakkında ileri sürülen teoriler iki ana noktada toplanabilir:
1- Tekâmülcü teoriler,
2- Tarih metodu kullanan teoriler.

Tekâmülcü teoriyi savunanlara göre kâinatta her şey basitten mürekkebe doğru bir istikamet sergilemektedir. XIX. yüzyılda oldukça taraftar bulan bu nazariye, içinde bulunduğumuz yüzyılda geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiştir.

Tarih metodunu esas alan teori ise dinin doğuşunu, tarihi seyri içinde ele almakta ve tekâmül fikrine karşı çıkarak tesbitini kendi hudutları çerçevesinde ortaya koymaktadır. Bu nazariye, gerektiğinde belli bir milletin dini içinde kaynak tesbitine giderek her dini başlı başına incelemektedir. Dinin doğuşu hakkındaki teoriler şunlardır:

1- Sosyolojik Görüş


Toplumsal olayları vasıflayıcı bir açıdan ele alan sosyolojiye göre cemiyette meydana gelen olaylar tespit edilmiş olsun veya olmasın fert üzerinde bir dış baskı yapar. Bir başka açıdan sosyoloji insanın gelişme, çalışma ve yeni şeyler keşfetme yönlerini kuşatan bir disiplin olarak düşünülebilir. Adam Ferguson (1728-1792) ve August Comte (1798-1857) bu görüştedirler. Max Weber (1874-1920)'e göre sosyoloji beşerî hareketler ilmidir.

Dinin doğuşu konusunu priori yollarla incelemenin faydalı olmayacağını savunan sosyoloji bu meselede gerçeği bulmak için önce ilkel kabilelerin durumunu incelemekte, sonra da bu kavimlerin kültür hayatlarını tasnif ederek onları tiplere ayırmaktadır. Genellikle bu metoda tarihi kültür araştırmaları metodu adı verilmektedir. Din bütün toplumlara yaygın bir kurumdur. Din ve toplum arasında her tür ilişki bütün toplumlarda en üst düzeyde algılanmıştır.

2- Geriye Doğru Araştırma Metodu


Eski adıyla Tetabbuat-ı Riciyye denilen ve bugün Geriye Doğru Araştırma adı verilen bu metodla dinin doğuşunu araştıran bilginlere göre insanlık, tarih öncesi çağlarda ilkel bir vahşet devri yaşamıştır. Bu varsayımdan yola çıkanlar, ruhlara tapanlara animist, bazı eşyaya tapanlara fetişist, bir takım hayvanlara tapanlara totemist, putlara tapanlara paganist adını vermişlerdir. Bu metodun temeli dini şekilleri, tekâmül aşamalarından arındırarak onları ilkel haline döndürmek suretiyle açıklamaya dayanmaktadır. Buna göre her din, kendisinden önceki dinin tekâmülü sonucu doğmuş gibi kabul edilecektir. Halbuki insanlığın ilkel dönemlerde mutlak bir vahşet devri yaşadığı varsayımı ilmî hiçbir esasa dayanmadığı gibi ilâhî kitaplara da, etnolojiye de filolojiye de dayanmamaktadır.

3- Dini İnkâr Edenlerin Görüşü


Dini ve dince mukaddes sayılan kavramları inkâr edenlere tarihin her döneminde rastlamak mümkündür. Onlara göre din, hırs, hile ve entrika sonucu uydurulmuş, aslı esası olmayan bir sistem ve medeniyetin gelişmesiyle insana yüklenmiş bir yüktür. Dini ve dinî duyguları temelinden inkâr edenler için dinin doğuşu gibi bir meselenin varlığını düşünmek imkânsızdır. Bu düşüncede olanlara göre iki iddia göze çarpmaktadır:

1- İnsanlar içinde ilkel hali biraz geçmiş olan maddi medeniyetin öncelikle meydana gelmesi, sonra dinî hislerin ortaya çıkması,

2- Mitoloji ve dinlerin yüzyıllar boyu dinsiz yaşayabilmiş olan ilkel insanlar üzerinde otorite kurabilmek için ruhanî başkanlar tarafından meydana getirilmiş olması.
Günümüz sosyoloji, arkeoloji ve kültür tarihi araştırıcıları bu iki iddianın geçersizliğini çeşitli verilerle ortaya koymuşlardır. Çünkü günümüzden binlerce yıl önce yaşamış bazı toplumlarda elde edilen bulgular bu idiaların varit olmadığını göstermiştir.

4- Hristiyan Bilginlerinin Görüşü


Dinin doğuşu hakkında batı dünyasında tutarsız ve birbirini nakzeden birtakım görüşlerin mevcut olduğu bilinmektedir. Genel bir tesbit yapmak gerekirse Hristiyan bilginlerinin çoğunun dinin doğuşunu vahiy ve ilham olarak açıkladıkları görülecektir.

Dinin doğuşu konusunda kabul edilen bu vahiy ve ilham nazariyesini büyük ölçüde Tevrat'a dayandıran Hristiyan bilginleri, insanların Allah'ı ve dini tanımalarında aklın değil mücerred vahyin ve ilhamın daha önemli olduğu görüşündedirler.

Tarihi araştırma metoduyla dinin doğuşunu tesbite çalışan Andrew Lang (1844-1912), insan zihnindeki "sebeblilik" prensibinden hareketle Allah'ın dinlerin temeli olduğu sonucuna varmıştır.

Tarihi kültür metoduyla dinin doğuşunu araştıran Wilhelm Schmidt (1868-1954) gerçeğe varmak için önce ilkel toplulukları tesbit etmiş, sonra da onların kültür hayatlarını tasnifle tipler arası yakınlık derecesinden bir sonuç çıkarmaya çalışmıştır.

Batıda Dinler Tarihi sahasında çalışma yapanlara öncülük eden Max Müller (1823-1900) dinin doğuşunu insan ruhunun bir fonksiyonu, bir özelliği olarak açıklamıştır. Bir yandan vahiy nazariyesiyle İslâm'a yaklaşan hristiyan kelâmcıları, öte yandan ilhama yönelmek suretiyle de İslâm'dan uzaklaşmışlardır.
Dinin doğuşunu genellikle tekâmül nazariyesine dayanarak açıklamaya çalışan batılı bilginler konuyu üç ana noktada ele almışlardır:
1- Müşahhas idrakler ve hayaller devri,
2- Ahlâk ve kavramlar devri,
3- En yüksek mefhumlar devri.

Antropolog Edward Börnette Tylor, 1871'de yayınladığı Primiti ve Cultare (İlkel Kültür) adlı eserinde dinin doğuşunun "animizm" olduğunu, atalara tapınma, fetişizm ve büyü gibi inançların da bundan doğduğunu ileri sürmüştür. İngiliz filozofu Herbert Spencer (1820-1903) dinlerin kaynağının korku sonucu atalara tapınma olduğunu ileri sürmüştür. J.G. Frazer de aynı görüşü paylaşır.

Sosyolog Emile Durkheim, (1858-1917) Dini Hayatın İptidai Şekilleri adlı kitabında (1912) dinin doğuşunu sosyolojik bir temele dayandırarak açıklamaya çalışır. O'na göre dinin temeli "kutsal"dır ve içtimaî müeyyideye dayanır.

Dinin doğuşu hakkındaki bütün bu nazariyelerle birlikte konuyu Yüce Tanrı inancına bağlayan bir tez de mevcuttur. Andrew Lang (1844-1912) yayınladığı Dinin Oluşumu adlı eseriyle (1898) Güneydoğu Avustralya ilkel kabilelerinde "animizm"e rastlanmadığını, aksine insanları denetleyen Yüce Tanrı kavramına rastlandığını açıklayarak, dinin ilk şeklinin tek tanrıcılık (monoteizm) olduğunu savunmuştur. Bu çalışmalar ve tartışmalardan çıkan sonuç, önce tek tanrıcılık inancının hakim olduğu, bir takım sapmaların ise sonradan ortaya çıktığı noktasında merkezileşmiştir.

5- İslâm Bilginlerinin Görüşü


Hemen belirtmeliyiz ki, İslâm'a göre insanlığın ilk dini Allah'ın birliği esasına dayanan tevhid dinidir. Kâinatı yoktan var eden Allah, insanı da yaratarak ona gerekli emir ve yasakları yine insanlar arasından seçtiği peygamberleri vasıtasıyla bildirmiştir. Bir erkekle bir kadından yaratılan insanların ilk atası Hz. Adem'e her şeyin ismi yine Allah tarafından öğretilmiştir.

Hz. Adem, Cenab-ı Hak'tan aldığı vahiyleri çevresindeki insanlara tebliğ etmiş, onları ilâhî buyrukların doğrultusunda eğitmeğe çalışmıştır. Ancak zamanın geçmesiyle insanlar Allah'ın birliği inancından saparak, birtakım tabiî kuvvetlere, hatta kendi elleriyle yaptıkları putlara tapar hale gelmişlerdir. İnsanoğlunun tevhidi her terkedişinde Cenab-ı Hak onları irşad için peygamberler göndermiştir. Hz. Adem'den Hz. Muhammed (s.a.v)'e kadar gelen bütün peygamberler dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar insanları daima Allah'ın birliğine çağırmışlardır.

Dinin doğuşu ve kaynağı konusunda İslâm evrim ve tekâmülü kabul etmez. O'na göre Yüce Allah, insanı yarattığı zaman ona gerekli olan en mükemmel dini de peygamberi vasıtasıyla göndermiştir. En güzel bir biçimde ve inanma ihtiyacı doğrultusunda yaratılan insan, fıtratındaki Allah'ı arama duygusu yanında başıboş bırakılmamış, her zaman ilâhî kitap ve peygamberlerle desteklenmiştir. Cenab-ı Hak "... Biz bir rasul gönderinceye kadar hiçbir kimse ve kavme azab ediciler değiliz" buyurarak, insanlara peygamber ve vahiy gönderilmesiyle ilgili konunun nasıl anlaşılması gerektiğine dikkatimizi çekmiştir.

Zamanın, şartların ve ihtiyaçların doğrultusunda gönderilen peygamberlerin bir kısmına yeni kitap verilmiş, bir kısmı da kendinden önceki peygamberlerin yolunu izlemiştir. Cenab-ı Hak'kın son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)'le gönderdiği son kitap Kur'an-ı Kerim'dir. Vahyin kaynağı bizzat Cenab-ı Hak olduğu için insanlık tarihi boyunca gönderilen suhuf ve kitapların orjinal mesajı hep bir olmuş tevhid çizgisinde kalmıştır. Bu bakımdan gayet net bir şekilde dinin doğuşundaki kaynağın ilâhî olduğunu söylemeliyiz. Yoksa bazı dinler tarihçisi ve sosyologların iddia ettikleri gibi ilkel din nazariyelerinden (naturizm, totemizm, animizm vb.) den politeizme (çok tanrıcılık) politeizmden de monoteizme (tek tanrıcılık) geçiş söz konusu değildir. Bir diğer açıdan konuyu araştırırsak, İslâm'ın kendi orjinal adını bizzat Kur'an-ı Kerim'den aldığını görürüz.

Yahudi ve hristiyanların kitap ehli olduklarını açıklayan Kur'an-ı Kerim bu iki dinin orjinal hallerindeki yapıları itibariyle hak din "İslâm" olduğunu vurgulamıştır.

Vahiy ve nübüvvet tarihen sabit olduğuna ve İslâm'a göre dinin doğuşunu bu iki ana kaynağa dayanarak açıkladıktan sonra, vahyin insanlara ulaşamaması durumunda dinin kaynağı nasıl algılanacaktır? Bu mevzudaki görüşler şöyle özetlenebilir:
1- Mutezile'ye göre akıl dinin esaslarını kesin olarak anlayabilir.
2- Eşari'ye göre insan aklı ancak ilâhî hitapları anlamak için bir vasıtadır. Vahiy ve nübüvvet olmaksızın akıl dini tam anlamıyla idrak edemez. Peygamber gönderilmediği takdirde, Allah'ın varlığını ve birliğini bilmek insan üzerine vacip olmaz.
3- Hanefi'lerin çoğunluğuna göre akıl kendi gücüyle Allah'ın varlığını da, O'nun kemal sıfatlarını da idrak edebilir; ancak dinî hükümleri anlamak için ilâhî hitaba muhtaçtır.
4- Maturidi'ye göre insanların, Allah'ın varlığını ve birliğini idrak için vahiy ve nübüvvete ihtiyaçları yoktur. (18) Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bütün İslâm mezheplerince din makul olmakla beraber, uyuşmazlık aklın tek başına bir kaynak olup olmamasıdır. Büyük müfessir M. Hamdı Yazır da dinin doğuşunu şöyle açıklamaktadır:

Dinin iki kaynağı vardır. Biri fıtrat, biri kesb. Fıtrat sırf ilâhîdir. Allah'a ermek için hep Allah'a doğru bir içgüdü ifade eder. Kesb ise sübjektif olduğundan fıtrata muhalif davranışlara haksızlıklara insanı sürükleyebilir. Kişiyi bundan koruyacak ise ancak dindir.

Kaynakça
(1) Mircae Eliade (1907-1986), Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, (çev. M. Aydın), Ank., 1990, s. 41 vd.
(2) Bu metodu daha çok Almanya'da Wilhelm Schmidt (1868-1954) kullanmıştır.
(3) Baykan Sezer, Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, İst., 1981, s. 27.
(4) Esad, Tarih-i Edyân, İst, 1336.
(5) Hikmet Tanyu (1918-1992), İslâm Dininin Düşmanları ve Allah'a İnananlar, İst., 1989, s. 217vd.
(6) Esad, a. g. e., s. 28.
(7) Osman Pazarlı, a.g.e., s.88. Bir bakıma Din Duygusunun Gelişmesi'nin açıklandığı bu üç devir, "Din duygusu insanda nasıl doğmuştur?" sorusuna cevap aramaktadır. Üçüncü devreyi teşkil eden "En yüksek mefhumlar devri" ise tek tanrıcılık olarak nitelendirilmiştir. Bu dinleri tarihî süreçte tekâmül nazariyesi ile açıklamanın bir başka türüdür, İslâm'ın bunu kabul etmediği ilgili bölümlerde belirtilmiştir.
(8) Hucurât, 13.
(9) "Allah Adem'e bütün isimleri öğretmişti... "(Bakara, 31) Bu ayette Hz. Adem'e her birşeyin isminin öğretilmesinden maksat onlarla ilgili bilginin de öğretilmesi anlamına gelmektedir.
(10) Bkz. Ahzâb, 40; Saf, 6.
(11) "Biz hakikat insanı en güzel bir biçimde yarattık. "(Tîn, 4)
(12) "O halde Habibim, Sen yüzünü bir muvahhid olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki O, insanları bunun üzerine yaratmıştır..." (Rûm, 30)
(13)"... Hiçbir ümmet müstesna olmamak üzere mutlaka içinde bir korkutucu peygamber geçmiştir" (Fâtır, 24) Ayrıca bkz. R'ad, 7.
(14) İsrâ, 15. Bu, Kur'an'ın zihinlere farklı bir şekilde işlediği bir diğer ilkedir; çünkü ceza ve mükâfat Peygamber'in getirdiği mesaja göre belirlenmektedir. (Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an, III, 89)
(15) Bkz. Bakara, 136; Nisa, 163.
(16)"... Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimeti tamamladım ve size din olarak Müslümanlığı verip hoşnud oldum..." (Mâide, 3)
(17) Bkz. Mâide, 46-48.
(18) A.H.Akseki, İslâm Dini, Ank., 1968, s.7 vd.
(19) Es'ad, a.g.e., s.26
(20) M.Hamdi Yazır (1878-1942) Hak Dini Kur'an Dili, İst., 1938, V, 3824.


Dinlerin Sınıflandırılması


Dinler Tarihi her ne kadar araştırma sahası itibariyle XIX. yüzyıldan bu yana müstakil bir hüviyet kazanmışsa da, onun insanlık tarihi kadar eski olduğunu söylemek aşırı bir iddia sayılmamalıdır. Bir diğer açıdan insanlığın dinî hayatını tarihî süreç perspektifinde inceleyen bu disiplin, her geçen gün araştırma ve incelemeleriyle dikkatleri üzerine çekmekte ve ilgi ile izlenmektedir. Çünkü araştırma alanı insanın bu hassas noktasına yani dine yöneliktir. İşte bu disiplinin ele aldığı konulardan biri de dinlerin sınıflandırılması problemidir. Ancak dinlerin sınıflandırılması meselesi öyle görüldüğü veya zannedildiği kadar kolay değildir. Çünkü bu konuda herkesin kabul edebileceği bir kriteri esas almanın imkânsızlığı ortadadır.

İnsanlık tarihi boyunca gelip geçmiş dinlerle, halen yaşayan din ve cereyanların incelenmesi devam ettiği sürece dinleri ilmî ölçülerle tasnif etmek ihtiyacı daima var olacaktır. Böyle bir ihtiyaçla karşı karşıya bulunduğumuza göre bu çalışma nasıl yapılacaktır?

Dinler Tarihi araştırıcıları dinleri "ensabî" ve "eşkâli" olmak üzere iki ana bölümde tasnife tâbi tutmuşlardır. Halbuki tasnif için ensabî ve eşkâlî esaslardan başka dinlerin manevi kıymetleri gibi üçüncü bir esas daha vardır. Dinleri kendi özel hudutları içinde tasnif etmek nisbeten kolaydır. Özellikle ilâhî dinler pek mükemmel surette tasnif olunabilir.

Bazı dinlerin inanç esaslarında, diğer bazılarının da ibadet şekillerinde istisnaî hallerin bulunması, bazılarının gerçekler, diğer bazılarının harikalar üzerine kurulması, bir takımında, dinin hükümlerinin bütün millete şamil olması, diğer bir takımında benzeri hususlar bulunması dinlerin sınıflandırılması problemini oldukça şekillendirmiştir.

Dinlerin sınıflandırılmasında akla ilk gelen Hak ve Batıl şeklindeki ayırım basit gibi görünürse de, böyle bir taksim ilmî açıdan oldukça zordur. Dinleri genel olarak Hak ve Batıl diye ayırmak, dinlerin gerçekleştirmek istediği ahlâkî gayeye daha uygundur. Ayrıca dinleri özel durumları açısından sınıflandırmak da yanlıştır.

1- İlkel Kabilelerde Din


Dinler Tarihi ile ilgili klasik eserlerde genellikle kullanılan "İlkel Dinler" tabiri daha sonraları biraz değiştirilerek "İlkel Kabile Dinleri" şeklini almış bulunmaktadır. Bu terim her ne kadar tartışmaya açık bulunmuyorsa da, primitivenin bazı unsurlarını taşıyan insan topluluklarına günümüz coğrafyasında az da olsa tesadüf edilmektedir. Bu sosyolojik vakıa olarak bilinmektedir.

Her ne kadar "İlkel" teriminin coğrafî, kültürel ve ekonomik boyutunu çizmek tam anlamı ile mümkün değilse de, gelişmiş bir hayat tarzına ulaşamamış, teknolojiyi yakalayamamış, asgari ölçüde hayat standardına kavuşmamış kişi veya topluluklar için bu tabirin kullanılması oldukça yaygındır. O tabir kapsamına giren kişi veya toplumların basit yaşayışlarını binicilik, avcılık ve belli başlı birkaç ürünü yetiştirmekten ileri gidemeyen üretimlerini, bize intikal eden tarihî ve sosyolojik eserlerden öğrenmekteyiz.

Günümüz coğrafyasının genel yapısı içerisinde Avustralya, Afrika, Pasifik Okyanus Adaları, Brezilya ve Cava'da küçük topluluklar halinde ilkel kabile yaşayışını sürdüren toplumların mevcudiyetinden bahsedilmektedir. Yaşayış ve geçim tarzlarının ilkelliğinden (primitiv) dolayı bazı batılı sosyologlarca barbar, vahşi, hatta putperest olarak nitelendirilen bu toplumların gerçek dinî yapıları tam olarak aydınlığa kavuşturulmuş değildir. Nisbeten Afrika'da yaşayan çeşitli toplumlar üzerinde yapılan araştırmalar onların genellikle Fetişist, Animist, Naturist ve Paganist dinî cereyanlarla daha yakın bir ilişki içinde olduklarını ortaya koymuştur. Bu kategoriye giren kişi veya toplumlardan ilâhî din davetçisi ile karşılaşanlarının hidayete erenleri pek tabii ki bulunmuştur. Günümüz dünyasında hâlâ XVI. yüzyıl hayat şartlarını, inanç örf ve adetlerini hiç değiştirmeden sürdüren Amish'ler Amerika Birleşik Devletleri'nin Pen-silvanya eyaleti Lancester şehrinde yaşamaktadır. Kilise Amish'lerin bütün hayatını düzenlemekte, çocukların dinî eğitimini kilise ile aile ortaklaşa yürütmektedir.
İlkel kabile yaşamı ile ilgili bir diğer çarpıcı örnek Karaip Adaları'nda gözlenmiştir. Burada yaşayan Dumai Kabilesi Hristiyanlık'la Animizm'i karıştırarak "Vudu" adı verilen yeni bir inanç sistemi ortaya koymuşlardır. Bunlar büyü ve sihir ile meşguldürler.

2- Putperestlik ve Haniflik


Farsça "büt" kelimesinden gelen putperestlik, doğrudan doğruya kendisine ibadet veya bir mükaddesliği temsil etmek üzere "pişmiş toprak, taş, tahta, maden vb. yapılmış heykel veya aynı maksatla yapılmış resim, kabartma ve oymalar" anlamına gelir.

Tarihin hemen bütün dönemlerinde ve dünyanın her bölgesinde çeşitli putlara rastlanmıştır. Bu bakımdan putatapıcılık insanla birlikte varolmuş ve onunla birlikte gelişmiştir. Putlar "ilâh" veya "ilahe" (büyük yaratıcı güç)'yi temsil etmek üzere yapılmış sembollerdir. Çeşitli maddelerden put yapıldığı gibi, özel düzen ve tertiplerle hareket ettirilebilen, ses çıkartan, ateş püskürten putlar da yapılmıştır. İnsan eseri olan putların karakteristik özelliği cansız, hareketsiz ve sessiz oluşlarıdır. Putlara tapanların da en az onların bu özelliklerini bilmiş olmaları gerekir.

Tarih incelendiğinde görülmüştür ki, insanlar mabud anlamında yalnız resim ve heykellere tapmakla yetinmemişler, çevrelerinde gördükleri canlı cansız her çeşit varlığa ve kuvvete tapmışlardır. İlâhî tebliğle tevhid inancına erememiş bu insanlar, hayvan, ağaç, koruluk, dağ (Japonya'nın sembolü olan Fuji Yama, Eski Yunan Olimpos) ateş, rüzgâr, ay, güneş, yıldızlar vb. tapınma konusu yapmışlardır. Bunların dışında yine insanların, Nemrut ve Firavun gibi gerçek şahıslar, Buda ve Konfüçyüs gibi gerçek kişilerin heykellerine taptıkları da olmuştur.

İslâm, tapınmayı yalnız Allah'a hasretmiş, O'nun dışında bir varlığa ibadeti şiddetle yasaklamıştır. İslâm ibadet esnasında kulun Allah'ına vasıtasız ulaşmasını temel almış yegâne ilâh olarak Allah'ı göstermiştir. İslâm, madde, mekân, insan ve eşyaya kutsiyet izafesine de karşıdır. Olgun iman sahiplerine göre Allah ve peygamber sevgisinin önüne geçen, dinî icap ve inançların ihmâline sebep olan bütün sevgi, bağlılık ve düşkünlükler puttur. İmanının kemaline aykırı bu tür bağlılıklar da putperestliktir. Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerifler bu hususta gerçek inanç sahiplerini uyarmıştır.

Maddeden her tür putu iptal eden İslâm, maddî olmayan cinsten beşer zaaf ve ihtiraslarına karşı da olağanüstü hassastır. Müslüman hiçbir şeyi Allah'ı sever gibi sevmeyecek, ancak Allah'a karşı gösterilmesi caiz olan hürmeti başka şeye karşı göstermeyecektir. Yunus Emre "Yaratılmışı severiz Yaradan'dan ötürü" derken bu ölçüyü dile getirmiştir.

Her çağdan daha büyük imkânlara sahip olan ve semavî dinleri taklit eden çağdaş putperestlik, puta tapıcılığın en sinsi, en masum ve en tehlikeli bir türünü teşkil etmektedir.

Hz. İdris'ten sonra, insanları irşadla görevli âlimler teker teker ölünce, bu ayrılıktan üzülenler onların çizdikleri resimleri evlerine asmışlar belli yerlere diktikleri heykellerin etrafında dolaşmaya başlayarak halk tabakasına "Sakın taptıklarınızı bırakmayın; hele Ved'ten, Suvaa'dan, Yegustan, Yeuk'tan ve Nesr'den zinhar vazgeçmeyin demişlerdir. Allah'ı bırakıp putlara tapmaya başlayan bu insanlara Cenab-ı Hak Hz. Nuh'u göndermiştir. Putatapıcılığı, tevhid inancında dinî hayatın ilk basamağı sayan materyalist sosyologların bayatlamış görüşlerine artık günümüzde itibar eden pek kalmamıştır. Çünkü insanlığın başlangıcında tevhid inancından önce putperestliğin varlığından söz etmek, Dinler Tarihi'ni de, insanlık tarihini de iyice bilmemek demektir.
İslâm Dini'ne sımsıkı bağlı bulunan kimse anlamına gelen "hanif' kelimesi cahiliyye devrinde doğru yolda olanlar Hz. İbrahim dini üzere sünnete uyan ve "Beyt"i haccedenler hakkında kullanılırdı. İslâmiyet geldikten sonra ise hanif kelimesi, namazda kıbleye yönelen, bütün peygamberlere inanan, Allah'ın birliğine şahadet eden anne, kız, teyze ve hala gibi yakınlarıyla nikâhlanmayı ve Allah'ın haram saydığı şeyleri haram sayan ve sünnet olan kimselere ad olmuştur. Kısaca hanif, "Yalnız bir Allah'a inanan, O'na ibadet eden İslâm'a sımsıkı bağlı bulunan kişidir."

Hanif kelimesi Kur'an-ı Kerim'de çoğunlukla Hz. İbrahim'in ismiyle birlikte zikredilir. Hanif kelimesini kendi anlayışları doğrultusunda yorumlayan batılı İslâmiyatçılar ona müslümanlardan farklı anlam vermişler, Welhausen vb. kelimenin "Hristiyan zahidi" manasına geldiğini iddia etmişlerdir. Bir hadis-i şeriften anlaşıldığına göre Hanifliği müş-riklik, Yahudilik ve Hristiyanhk dışında mütalâa etmek gerekmektedir.

3- Vahye Göre Dinler


Bir fikrin veya emrin Allah tarafından peygamberlere bildirilmesi demek olan vahiy ve o esasa dayanan dinler öncelikle Allah'a, peygambere ve kitaplara imanı emreder. Bunun aksi olan ve vahye dayanmayan dinler ise, insanın yukarıda sayılan ana umdelere imanını esas almayan öğretilerdir. Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlığı içine alan vahiy dinlerini Sami ırkla bağlantılı olarak açıklamak bazı araştırıcılara göre daha uygundur. Bundan dolayı bu görüşte olanlar, vahye dayamayan dinlerin Sami ırkla bir ilgisinin bulunmadığını iddia ederler. Dinler Tarihçileri, genellikle vahye dayanan dinlerle vahye dayanmayan dinlerin özelliklerini tesbitten sonra aralarındaki farklılıklara dikkat çekmişlerdir:
1- Vahiy eseri olan dinler tevhid kavramına dayanır. Vahye dayanmayan dinler Tanrı kavramından mahrumdur.
2- Vahye dayanan dinlerde peygamberlere iman gereklidir.
3- Vahiy eseri olan dinlerde ilâhî bir kitaba iman şarttır.
4- Vahye dayanan bütün dinler Ortadoğu'dan çıkmıştır.
5- Tarihî olarak vahye dayanan dinler Sami ırkın etkisi altındaki bölgelerde zuhur etmiş, daha sonra o etki alanı dışına yayılmıştır.
6- Gerek talimleri, gerek tarihî gelenekleri açısından vahye dayanan dinler misyonerli dinler olarak kabul edilmiştir.
7- Vahiy mahsulü olan dinlerin talimleri gayet net ve açıktır.
8- Vahiy dinleri dünya ve ahiret saadetini sağlayan prensipler getirmiştir.
9- Vahye dayanan dinlerde aklın ve mantığın kabul etmeyeceği herhangi bir husus yoktur.

4- İslâm Bilginlerine Göre Dinler


Dinleri sınıflandırma konusunda Müslüman Dinler Tarihçileri, dinlerin manevî kıymetlerini temel alarak bir sınıflandırma yapmışlardır. Bu esasa göre dinler;
1- Hak dinler,
2- Batıl dinler olmak üzere iki büyük kısma ayrılabilir.
Dinlerin manevî kıymetlerini esas alan bu tür bir sınıflandırmada hem ahlâkî, hem de hükmî bir mahiyet söz konusudur. Ahlâkî fazilet, Allah'a ibadet ve adaleti emreden dinler Hak Dinler, bu vasıflardan mahrum olan dinler de Batıl Dinler'i oluşturmaktadır. Ancak bazı Dinler Tarihçileri böyle bir sınıflandırmanın ilmî, yani bütün dinleri münasebet ve bağlılarına göre ayırmaya yarayacak bir çalışma olamayacağı görüşündedirler.

Dinlerin sınıflandırılmasına ışık tutmak bakımından: "O iman edenler, O Yahudiler, O Sabiiler, O Hristiyanlar, O Mecusiler, O Allah'a eş koşanlar yok mu, Allah kıyamet günü bunların aralarını mutlaka ayıracaktır. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla görüp bilendir" ayeti önemle belirtilmelidir. Görüldüğü üzere bu ayet-i kerimede altı adet din zikredilmekte, bunlardan birincisinin iman ehli olduğu vurgulanmaktadır.

Yukarıda mealini verdiğimiz ayette geçen Mecusiler ve şirk koşanlar bir mabut tanıdıklarını iddia etmektedirler. Yine ayette geçen Sabiilerden maksat da Hristiyanlar gibi açıkça şirk iddiasında bulunmayanlardır.

5- Diğer Bazı Sınıflandırmalar


Dinler Tarihi sahasında çalışma yapan araştırıcılardan bazıları, yukarıdaki tasnifler dışında da dinleri ayırıma tâbi tutmuşlardır. Bunlardan ırkî ve coğrafî sınıflandırmayı esas alanlara göre dinler:
1- Sami, 2- Ari, 3- Moğol dinleri olmak üzere üçe ayrılır.
1- Sami Dinler (Musevilik, Hristiyanlık, Müslümanlık).
2- Ari Dinler (Hindu, Jain, Zerdüşt ve Sıkh Dinleri). Bazı araştırıcılara göre Budizm de bu gruba dahildir.
3- Moğol Dinleri (Konfüçyüs, Tao, Ecdatperestlik, Şinto Dinleri).

6- Bazı Araştırıcılara Göre Dinler


1- İlkel, 2- Millî, 3- İlâhî Dinler olmak üzere üç grupta incelenebilir. Bu taksimin birinci ve üçüncü şıklarındaki dinler hakkında kitabımızın ilgili bölümlerinde bilgi verilmiştir. Millî Dinlere gelince, ana hatlarıyla belirtmek gerekirse o, bir topluluk veya bir millete ait dinin adıdır. Millî dinlerin ortak yönü, insanların kurtuluş ve saadeti için bağlılarına aynı ilkeleri telkin etmeleridir. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de varlığını koruyan Yahudilik ilâhî dinlerden iken muharref hale gelmiş son dönem Dinler Tarihçilerinin tasniflerinde ise Millî din niteliğine bürünmüştür.

7- Batılı Bazı Dinler Tarihçilerine Göre Dinler


1- Tabiî Dinler,
2- Ahlâkî dinler olarak şu şekilde de sınıflandırmışlardır;
1- Tabiî Din, 2- Ahlâkî Din, 3- Mutavassıt Din, 4- Kurtuluş Dini, 5- Hakiki Kurtuluş Dini, 6- Ahlâkî Dine Dönüş
Bir başka tasnif de şöyledir;
1- Tabiî Dinler, 2- Ruhanî Bir Şahsiyet Üzerine Kurulan Dinler, 3- Mutlak Dinler.

Kaynakça
(1) Bazı araştırıcılar dinleri, konuşulan dillere göre sınıflandırmışlar. Sami dillerini konuşan milletlerin dinlerini bir grup, Turan dillerini konuşan milletlerin dinlerini de başka bir grup saymışlardır.
(2) M. Şemseddin, (1883-1961) Tarih-i Edyan, İst., 1338, s. 34.
(3) Esad, a.g.e., s. 109
(4) Bazı sosyal bilimlere göre Dinler Tarihi'nin, dinleri Hak ve Batıl olmak üzere tavsif ve sınıflandırmaya yetkisi yoktur.
(5) Ancak bu metodun tamamen ilmî bir kriter taşımadığı, bütün dinleri birbirinden ayırmaya kâfi gelmeyeceği de bir gerçektir.
(6) Mehmet Taplamacıoğlu, Karşılaştırmalı Dinler Tarihi, Ank., 1966, s. 42.
(7) Günümüz sosyologlarından bazıları etnolojinin gelişmesiyle bu topluluklar hakkında "yazısı olmayan halklar" ve "tabiat halkları" terimlerini kullanmaktadırlar.
(8) Avustralya'm kuzey bölgesinde Aruhem ormanlarında yaşayan bir kabile halen ilk çağ dönemini yaşamakta çiğ et yiyerek ateşe tapmaktadırlar. Mağaralarda yaşayan bu Sabah Yıldızı kabilesi mensupları 1920 yılından beri bölgeye gönderilen misyonerlere de" ilgi göstermemektedirler. (Sabah Gazetesi, 7 Kasım 1993)
(9) Zaman Gazetesi, 14 Aralık 1993.
(10) Tercüman Gazetesi, 5 Mayıs 1992.
(11) Peygamberler içinde putatapıcılıkla savaşanların başında Hz. İbrahim gelir. O'nun putperestlikle mücadelesi konusunda bkz. Enbiyâ, 51-69. Hz. ibrahim kavmiyle tartışması sonunda bir fırsatını bularak onların bütün putlarını kırmış, yalnız en büyüğüne dokunmamıştır.
(12) İslâm'a göre Allah, herhangi bir şekil veya herhangi bir sembolle temsil edilemez. Çünkü Allah şekil, zaman ve mekândan münezzehtir.
(13) Yeni Türk Ansiklopedisi, İst, 1984, VIII, 3150.
(14) Nuh, 23. Bu ayetteki isimler, onlann taptıkları en önemli putların adlarıdır. Bazı müfessirlere göre yeryüzünde Allah'ı unutup heykellere (put) tapma âdeti ilk olarak bu şekilde başlamıştır. (Mehmet Vehbi, Hülâsatü'l -Beyan fi Tefsiri'l-Kur'an, İst., 1340, XV, 6168)
(15) Ancak putperestlik ve tektanrı inancının devamlı olarak birbiriyle mücadele halinde olduğunu vurgulamak lâzımdır.
(16) Rağıb el-İsfehani, el-Müfredat, (tah.M. Seyyid Keylani) Mısır, 1961, s.131-132; İsmail Cerrahoğlu, Kur'an-ı Kerim ve Hanifler, (Ank. Ün. İlâh. Fak. Derg., 1963, XI, 89).
(17) Bkz. Bakara, 135, Âl-i İmrân, 67; Nisa, 125; En'âm,161; Nahl,120-123. Bu ayetlerde geçen "hanif genellikle batıl ve sapık inaçlardan kurtularak Hz. İbrahim'in dinine bağlı kimseler için kullanılmıştır. (Alusi, Ruhu'l-Meani, V,154) Kur'an-ı Kerim'de "hanif" kelimesinin geçtiği ayetler için ayrıcı bkz. Bakara, 105; Âl-i İmrân, 95; Nisa, 125; En'âm,79; Yûnus, 105; Hac, 31; Rûm, 30; Beyyine,5.
(18) A. Abdullah Masdusî, Yaşayan Dünya Dinleri, (çev.A.Asrar) İst.1981,s.21.
(19) Dinlerin sınıflandırılmasında "Ensabî" ve "Eşkâlî" esaslar üzerinde durulduğu takdirde onların manevî değerleri pek fazla nazar-ı itibara alınmamaktadır.
(20) Müslüman Dinler Tarihi bilginleri, Hak Dinler'e "milel" Batıl Dinler'e "nihai" adını vermişlerdir. Şehristani ve Ibni Hazm'a dayanan bu tasnifler görünüşte farklı gibi algılanıyorsa da sonuç itibariyle biri diğerinin aynıdır.
(21) M. Şemseddin, a.g.e.,s.35.
(22) Hac,17. Dinlerin sınıflandırılmasıyla ilgili olarak ayrıca bkz. Bakara, 62; Mâide,69.
(23) Bu ayet-i kerimede "şirk koşanlar"dan maksat, Arabistan ve bütün diğer memleketlerdeki müşriklerdir.
(24) Hak Dini Kur'an Dili, IV, 3390. Sabiiler hakkında yeterli bilgi "Günümüzdeki Bazı Küçük Dinî Gruplar" bölümünde verilecektir.


kaynak = cağrıweb
Son düzenleyen _Yağmur_; 9 Mayıs 2017 12:34