RÖPORTAJ - HALİL ERGÜN Babaevi'nin tatlı sert babası, iki kez Beyoğlu Belediye Başkan Adayı olan sanatçı Halil Ergün, Babaevi dizisinin setinde kendi İstanbul'unu anlattı. İstanbul denince aklına ilk gelenin vapurlar, tramvaylar ve ilk gençlik yılları olduğunu söyleyen Ergün, "İstanbul'un eteklerini koklamadan, İstanbul'u yaşadığımı hissetmiyorum" diyor. Ergün'e göre İstanbul 'dişi'. Sanatçı, İstanbul'u "Bir tarafıyla bir aşüfte, bir tarafıyla bir anne, bir tarafıyla dostluk, bir tarafıyla ihanet; yani hayatın ta kendisi..." sözleriyle anlatıyor.
İşte, virgülüne dokunmadan, Ergün'ün ifadeleriyle İstanbul.
Vapurlar, tramvaylar ve ilk gençlik yıllarım.. İstanbul benim için dönemlerle açıklanan bir şey. 6-7 yaşlarında İznik'ten İstanbul'a gezmeye getirildiğim zamanlar, İstanbul erişilmezdi, büyü gibiydi. O zamanki İstanbul benim için vapurlar demekti.
Hayal meyal Beyoğlu'nu hatırlıyorum bir de. Beyoğlu taşı, Beyoğlu fotoğrafçısı, Hacı Abdullah Lokantası, Görçek Fotoğraf Stüdyosu gibi kasaba eşrafının hep konuştuğu, 'İstanbul'a gelmek' anlamına gelen şeyler.
Sonra okul yıllarımda Haydarpaşa Lisesi'nde yatılı okurkenki döneme bakınca, tramvaylar geliyor aklıma. Kadıköy Kısıklı, Kadıköy-Üsküdar tramvayları...
O kapalı, büyük Haydarpaşa Lisesi koridorlarından hafta sonları sokağa çıktığımızda, karşımızda hemen tramvaylar var, sesleri hala kulaklarımda. Biraz daha yaban, ergenliğe girdiğim günlerle özdeş, kendimi keşfe çıktığım zamanlarla açıklanan bir şey İstanbul..
Bir de Ankara'daki fakülte yıllarımdan sonraki İstanbul... O dönemde de İstanbul'a nüfuz etme, İstanbul'u kavrama, İstanbul'un bilincine varma macerası var. Eski renklerin mozaik oluşturduğu, eski dönemlerde algıladığım İstanbul'a bir de yeni bilinç süreci eklendi bu dönemde. Elbette merkezi İstanbul ve Boğaz.
Ben İstanbul'un eteklerini koklamadan İstanbul'u yaşadığımı hissetmiyorum. Şimdi varoşlarda yaşayan ya da İstanbul'a semtler olarak sarkmış insan topluluklarının İstanbullu olduğuna pek emin değilim.
İstanbul'da yaşıyorlar belki ekmek parası için ama İstanbul yok dünyalarında, buna inanıyorum. Arada bir de olsa, Sultanahmet'in, Eyüp'ün ve Beyoğlu'nun kokusunu almazsanız ya da Boğaz'ı nefeslemezseniz eğer İstanbulluyum demeniz zor.
Çok dişi, bir tarafıyla bir aşüfte İstanbul, bir tarafıyla bir anne, bir tarafıyla dostluk, bir tarafıyla ihanet İstanbul; yani hayatın ta kendisi gibi görüyorum ve Türkiye'nin de açıklanışı bence İstanbul'la. Türkiye'nin politikasının, ekonomisinin, kültürünün de açıklandığı bir yer İstanbul...
Göçlerle birlikte Anadolu'nun bütün renklerini taşıyor İstanbul, 50 yıl evvelki gibi değil. Şimdi o eski şaşasının, yaşanmışlığının izleriyle, bağrında bütün bu renkleri taşırken, aynı zamanda da Anadolu'yu eteklerine toplamış bir İstanbul artık.
Anadolu'nun her yöresini taşıdığı için Türkiye demek artık İstanbul. Sinemacı olarak söylemek gerekirse, Türkiye üstüne bir film yapmaya karar verirseniz, bütün bölgelerin kültürel, sosyal tavır hatta renklerini bulabilirsiniz İstanbul'da.
İstanbul'un adı Beyoğlu...
Beyoğlu bence İstanbul'un adı. Uzun yıllar boyunca yaşanarak oluşturulmuş kültürlerden oluşuyor Beyoğlu, belki de bir altı yüz senenin kültürel zenginliğinin açıklanış yeri Türkiye için... Dünyada bir tane Türkiye, bir tane İstanbul, bir tane Pera var.
Akşamüstleri Beyoğlu'nda bir yürüyünce Türkiye'nin gerçek nefesinin orda olduğunu görüyor insan. Şimdi çok güzel, modern uydu kentler var, yalılar yine var, Boğaz yine İstanbul'u besleyen bir renk ama bütün kanallar bence Beyoğlu'na çıkıyor.
Çok hırçınlaştığımda, tıkandığımda, kendimi yorgun hissettiğimde, açmaza düştüğümde Sultanahmet Meydanı ve çevresindeki külliyelerinden camisine kadar eski yapılaşmaların olduğu o çevreye atarım kendimi.
Orası bana bir rüzgarı yaşatır ve dinginleştirir. Mutluluğumun mekanı da Boğaz'dır. İlla balık yemek, rakı içmek anlamında değil, arabamla şöyle bir yolculuk yapmak bile bana çok büyük bir tat veriyor.
Hacı Abdullah'ta haftada bir kere yemek yemezsem kendimi iyi hissetmem, Çiçek Bar'a uğramazsam eksik kalırım...
Barlar, kapalı mekanlar fazla ilgimi çekmiyor, çünkü rengi kayboldu. Beyoğlu'na doluşmuş barlar ve kafelerin henüz bir gelenek ve kimlik oluşturduğu düşüncesinde değilim. Lebon Pastanesi, Markiz, Kulis gisi bazı mekanların hala kulaklarda çınlayan geleneğini oluşturmuş çok az yer var şimdi Beyoğlu'nda.
Çiçek yeni gelenek, benim en rahat edebildiğim yer Çiçek. Bir akşamüstü iki dostumla iki kadeh içebilmeyi bana sağlayabilen çok az yerlerden bir tanesi. Benim İstanbul'a adım attığım, sinema oyunculuğuna başladığım günlerin Papirüs'ü vardı, o da bir gelenekti aslında..
Ama binlerce barın ve kafenin henüz beni sarıp sarmalayan heyecanı yok. Enflasyon var bu konuda, ama bunun durulacağını, tasfiyeye uğrayacağını ve hakikaten insanların hayatında iz bırakabilecek mekanların oluşacağına inanıyorum.
Kentleşmenin yolu kültürel hizmetler
İstanbul'un İstanbul olması, gerçekten bir megakent kültürünü devam ettirebilmesi ya da çağdaş anlamda dünya içinde tekrar var edilmesinin yolu; kültürel ve sanatsal hizmetlerin bütün alanlara yayılmasından geçiyor.
İnsanların yol kadar, ucuz ekmek kadar, temiz havada yaşama ihtiyaçları kadar sanata ve kültüre ihtiyaçları olduğuna inanıyorum ve kentleşmenin buradan geçebileceğine inanıyorum. Bu talebi yaratacaksınız.
Her yöreye kültürel ve sanatsal hizmetler mutlaka gitmelidir. İnsanların bu kadar yalnızlaştığı bir yerde çözüm çok zordur, insanların katılımı olmayan bir kentleşme sürecine inanmıyorum. Merkezi yerlerden sadece plan - program yaparak olmaz. İnsanların kentli olma taleplerini beslemezseniz, bu konuda harekete geçirmezseniz İstanbul kolay kurtulmaz.
En büyük sorun trafik
Trafiğin olmadığı bir gün dolaşınca İstanbul'u, yeniden keşfediyorsunuz. Trafiğin sizi alıp götüren karmaşasından sonra baktığınızda, İstanbul birdenbire başka bir dilden konuşmaya başlıyor. Daha sakin oluyor, kendini var ediyor. Her gün göç alan bir yer, sonu yok, hayatını arayan bir Anadolu insanı var ve umudunu burada arıyor; hala taşı toprağı altın.
Bir seçim bir de 'çekim' anektodu
Çok ünlü bir filmi çektik Diyarbakır'da, Diyarbakır'a giden yolda bir başka Anadolu kentinin varoşunda bir eve uğramam gerekiyordu. Onu çekememiştik, İstanbul'da çektik, bir kenar yerleşimde.
80'lerde. Bugün de aynı şey bulunabilir, olduğu gibi gelmiş yani, kostümleri dahil sosyal tavrıyla, rengiyle, yerleşim kültürüyle, Anadolu köylerinde bahçelere dikilen gecekondu mahallelerinde söğütlerle, kümeslerle falan....
Seçimlerde adaylık sırasında Haliç kıyılarında dolaşırken semtlerde, Beyoğlu'na hiç çıkmamış insanlar gördüm. Gelmişler yörelerinden ve orda yaşıyorlardı.
Hatta çok çarpıcı bir örnek, belli bir siyasal anlayışı seçmiş bir gencin hapse düştüğünü, hapse düşünceye kadar Beyoğlu'na çıkmadığını biliyorum.
Halil Ergün kimdir?
Hayatında ilk kez 1954 yılında, 6-7 yaşlarındayken İznik'ten İstanbul'a gelen sanatçı Halil Ergün, "İstanbul'da nerede oturuyorsunuz?" sorusunu; "Tünel'de, 150 yıllık bir evde" diye cevaplarken gözleri parlayan bir İstanbul aşığı.
Beyoğlu ve Boğaz denince akan sular duruyor onun için... İstanbul'a tutkun olan Ergün, iki kez Beyoğlu Belediye Başkan Adayı olarak seçimleri katıldı. Bir daha 'asla' diyen sanatçı, "İki defa kazanamazsanız, sanki politikacı gibi ısrar etmenin manası yok. Ben görevimi yaptım insanlara söyleyeceğimi söyledim" diyor.
İstanbul'dan başka ancak İznik, Bozcaada ya da Gökçeada'da yaşayabileceğini söyleyen, "tiyatro" dendiği zaman elleri titreyen Ergün'ün yakın zamanda film çekmek ve tiyatro yapmak gibi projeleri var.