12 Eylül 1980 faşist darbesi, geliyorum diye bağıra çağıra geldi. Partimiz ve diğer örgütler gelenin ne oluğunun bilincinde olmasına karşın, 12 Eylül'ü önleyici bir şey yapamadı. Faşizm, bir karabasan gibi gelip kentlerimize, caddelerimize, sokaklarımıza kara bayrağını astı. Artık radyolardan sürekli olarak Kenan EVREN'lerin sesini duyduk, televizyonlardan görüntülerini izledik, yazılı basından haberlerini okuduk.
1970'li yıllar dünyada ve ülkemizde, sosyalist savaşımın doruklara çıktığı yıllardı. Afrika'da, Asya'da, Güney Amerika'da emperyalist-kapitalist sistem sürekli olarak geriletilirken, SOSYALİZM geniş emekçi yığınların bir kurtuluş seçeneği olarak başarı üstüne başarı kazandığı bir gerçekliğe dönüşmüştü.
Ülkemizdeyse, geniş halk yığınları yüzünü sosyalizmden yana dönmüş, egemen güçlerin uykularını kaçırmıştı. IMF'nin, Dünya Bankası'nın politikaları, işbirlikçi erkler aracılığı ile uygulanamaz olmuştu. Başta İstanbul olmak üzere sanayi bölgelerinde fabrikaların neredeyse yarısından fazlasında işçiler greve çıkmışlardı. 24 Ocak Kararları'nı egemen erk uygulayacak durumda değildi.
Sermaye, gittikçe güçlenen sosyalistlerin atılımını önlemek için MHP ve yan örgütlerini harekete geçirmiş, onlara bol bol sokak çeteleri kurdurtmuştu. Hemen tüm kentlerimizde, günde 20-30 insanımız yaşamını yitiriyor, sokaklarda kanlı bir kapışma yaşanıyordu. Öğrenciler, polis müdürleri, savcılar, öğretim üyeleri, sendikacılar seçilerek birer birer katlediliyor, cinayeti işleyenlerse bir türlü bulunamıyordu.
Tuzakçıbaşı Demirel'in becerisi ile Milliyetçi Cepheler kuruluyor, siyasi gericilik her gün biraz daha tırmandırılarak, Sol'un ve sosyalistlerin üzerine çullanmakta bir çekince duymuyordu. Sermaye, bilerek ve isteyerek ülkemizi ateşe atmış, korku ve güvensizliğin dozunu her gün biraz daha arttırarak kitlelerin bıkkınlığından sonuç alma yolunu seçmişti. Ülkemizin, dini inanç ve etnik açıdan duyarlı kentleri bilinçli olarak seçilip iç savaş görüntülerini andıran kanlı katliamlar gerçekleştirilerek, yığınların korkuya teslim olmaları istenmişti. Maraş katliamı akıllara durgunluk verecek denli korkunç boyutlara tırmandırılmış, arkasından da Çorum olayları gelmekte gecikmemişti. Sivas'ta, Malatya' da devletin gözetiminde faşist sokak çeteleri terör estiriyor, büyük kentlerde sıkıyönetim ilan edilmesine karşın olayların ardı arkası bir türlü kesilmiyordu. Özetle; karanlık güçler tarafından kendi çıkarlarına koşullar, adım adım olgunlaştırılıp geliştiriliyordu. Artık 12 Eylül 1980 Faşist darbesinin ucu görünmüş sayılırdı.
Ne var ki, sermaye kitle desteğini arkasına alarak faşist bir diktatörlük kuracak nesnelliğe sahip değildi. MHP ve kitlesi şiştiği kadar şişmiş olmasına karşın, sermaye MHP'ye dayanarak bir gün bile erkte kalamazdı. MHP, sermayeye olan borcunu ödemiş sayılırdı ve devre dışı bırakılmalıydı. Bırakıldı da. 1945 İkinci Paylaşım Savaşı sonrası faşizmin kitle desteği ile erki ele geçirmesinin koşulları yoktu. Dünyanın her tarafında kitleler önemli ölçüde faşizme karşı şerbetlenmiş sayılırdı. Bu yüzden de sermaye, dünyanın her tarafında askeri diktatörlükler aracılığı ile erke el koyuyordu. Üstelik bu konuda sermaye, 12 Mart 1971 faşizmiyle deney sahibiydi de.
Askerlere sıkıyönetim yetkileri verilmiş olması durumu değiştirmemişti. Olaylar önlenemediği gibi, sanki görünmez güçler tarafından sürekli olarak el altından kışkırtılıyordu da. (Bu savımızı, 12 Eylül 1980 faşist darbesinin arkasından olayların şıp diye kesilmesi anlatmaya yeter de artar bile.)
12 Eylül 1980 Sabahı alışık olduğumuz o sesi duyduk. Türk Silahlı Kuvvetleri erke el koymuştu ve bildirge üstüne bildirge yayınlayarak demir yumruğunu da solun ve sosyalistlerin tepesine indirmek üzere eyleme geçmişti. Artık Beşlilerin ağzından çıkan her söz yasa sayılıyor, zaman yitirmeksizin uygulamaya geçiliyordu.
Siyasi partilerin, demokratik kitle örgütlerinin, sendikaların üye ve yöneticilerinin evleri, işyerleri anında basılıyor, üye ve yöneticileri işkenceden geçirildikten sonra tutuklanarak cezaevlerine gönderiliyordu. Tutuklanan kimileri işkencede yaşamlarını yitirirken, kimileri gözaltında kayboluyor, kimilerinin izine ise aylarca rastlamak olası değildi. Ülke, dışarısı ve içerisi ile büyük bir cezaevine çevrilmişti. İşkenceler akıl almaz boyutlarda uygulandığı için bütün yasaklamalara ve saklamalara karşın yapılanların kokusu ta dünyanın öbür tarafında bile duyuluyor, dünyanın bütün gözleri ülkemizdeki faşist işkencecilere çevriliyordu.
12 Eylül faşizminden zarar görenler salt sosyalistler değildi. Zarar görmek için namuslu bir yurttaş olmak bile yeterli nedendi. İşte bu yüzden insanlara büyük acılar yaşatıldı. Biraz daha şanslı olanlar, yakalarını sürgün ve 1402'lik olarak işten atılarak kurtarırken, kimileriyse yıllarını cezaevlerinde geçirerek büyük bedeller ödemek zorunda kaldılar. Mamak, Metris, Diyarbakır ve daha başka cezaevleri bu uygulamaların devamı olarak dünya çapında nam saldı.
Tutuklananlar aylarca ve hatta yıllarca duruşmaya çıkarılmayarak bu cehennem ortamında yaşatıldılar. Sistemli olarak Cezaevlerinde yapılan işkencelerde yaşamlarını yitirenler oldu. İlhan ERDOST kaba dayak yüzünden Mamak'ta beyin kanaması geçirerek yaşamını yitirdi. Daha başkaları aynı sonu paylaşırken çokları da sakat kaldı.
Bütün bu yapılanlara karşı ilerici, devrimci, sosyalist tutuklulardan tavır gelmekte gecikmedi. Cezaevlerinde günlerce süren direnişler başladı. Bu direnişleri ve işkenceleri dışarı yansıtmaması için her türlü yazılı ve sözlü basına yasak kondu ve yıllarca sürecek olan insanlık suçları işlendi.
Artık sermaye rahatına ermiş, astığı astık, kestiği kestik vurgununa ve talanına kavuşmuştu. İşçiler haklarını almak için grev yapamadıkları gibi örgütlenme haklarından da yoksun kalmışlardı. Emekçi kitleler ekonomik boyunduruğa vurulmuş, açlık ve yoksulluğun pençesine atılmışlardı. İşbirlikçi sermayeye ve yabancı emperyalist ortaklarına gün doğmuştu. 24 Ocak kararları silahların gölgesinde uygulanmaya başlanmış, ekonominin dümeni Turgut ÖZAL'ın eline verilmişti. Talan ve köşe dönmecilik yediden yetmişe herkesin ereğine dönüşmüş, insani ne kadar değer yargısı varsa tersine çevrilmişti.
Kenan EVREN, dilinde Kuran ayetleri alanlarda kitlelerin karşısına çıkmış, kendini yalan ayetlere vermişti. Sözümona dinsel öğelerin yapıştırıcılığına soyunulmuş, her köşebaşı Kuran kurslarıyla donatılmıştı. İmamlara Suudi Arabistan kaynaklı parasal destek verilmesi günün modası sayılırdı. Laiklik iki yüzlü Atatürkçü'ler tarafından bol bol konuşulmasına karşın, toplum tarikatçıların otlağına çevrilmişti. O dönemde devlet tarafından iyice palazlandırılan köktendinciler, hem mali açıdan hem de kitle desteği olarak iyice güçlenmişler, yaşamın her alanına sızmışlardı. Gün onların günüydü ve toplumu çağdışı bir karanlık tehdit eder hale gelmişti. Fetullah Gülenler ve daha başka karanlık yüzlü hocalar kıyı bucağı iyice doldurmuşlardı. Amerika tarafından kuruluşu ve erke gelişi desteklenen ANAP tarikatların kontrolünde siyasi gücünün doruğuna gelmişti.
Hangi taşı kaldırsanız altından yolsuzluk fışkırıyordu. Beşlilerden Tahsin ŞAHİNKAYA, yolsuzluğun başını çektiği için, içinde uyuşturucu ticareti yapan Güney Amerika ülkelerindeki generaller de dahil, dünyada 25 zengin generalin arasına giren bir servete sahipti. Bakanların, bürokratların, milletvekillerinin adları yolsuzluklara karışmıştı. Bir başka deyişle; at binenin, kılıç kuşananın'dı. 12 Eylül ve onun himayesinde erkte oturanları en iyi anlatan sözcüklerden biri yolsuzluk sözcüğüydü.
İyice budanmış olan 1961 ANAYASASI, 1982 ANAYASASI ile yürürlülükten tamamıyla kaldırılmış, temel hak ve özgürlükler sonuna kadar kısılmıştı. Yasa yerini keyfiliğe bırakmış, Beşlilerin söyledikleri, yasa yerine geçmişti. 1982 ANAYASASI demokrasi karşıtı bir uygulama ile %90'ları aşan bir çoğunlukla kabul ettirilmiş ve 12 Eylülcülerin yaptıklarından dolayı yargı önüne çıkarılamayacaklarına dair bir yasa maddesi de Anayasa'ya konulmuştu.
Kurulan Sıkıyönetim Mahkemeleri, yöntem ve temel açıdan yasal dayanaktan yoksun olup keyfi bir işlerliğe sahipti. Sanık olarak mahkeme önüne getirilen kimseler düşman muamelesi gördüğü için hiç bir yasal haklarını kullanamaz durumdaydılar. Avukatlar savunmanlık görevini yapmaları için konuşma haklarını kullanamadıkları gibi sık sık yargı heyeti tarafından duruşma salonundan atılıyordu.
Yaşları küçük olmasına karşın, Erdal EREN ve Necdet ADALI ölüm cezası alıyor ve karar hiçbir aşamada düzeltilmeksizin ölüm cezaları infaz ediliyordu. Dönem; Yasaların hiçe sayıldığı bir dönem olup, uygulamalar neredeyse açıktan açığa öç alımına dönüştürülüyordu. Ülke içinde hiç kimse hak ve özgürlüklerini kullanamaz duruma getirilmişti. O dönem, başını Aziz NESİN'in çektiği ve AYDINLAR DİLEKÇESİ olarak bilinen dilekçeciler bile cuntanın hışmına uğramaktan kurtulamamıştı. Tutuklamalar, yargılamalar yıllarca sürmüş, baskı ve yıldırma politikası bir karabasan gibi ben aydınım diyenlerin tepesine çökmüştü.
İç ve dış borçlar 12 Eylülcülerin döneminde neredeyse üçe katlanmış ve ülkenin öz kaynakları faiz ödemelerine harcanır olmuştu. IMF'den, Dünya Bankası'ndan ve emperyalist güçlerden gelen istekler tartışmasız uygulamaya konulmuş, özelleştirme talanını yeni liboşlar bir kurtuluş gibi savunmaya başlamışlardı. Dört eğilimi partisine taşıdığını söyleyen Turgut ÖZAL'ın parlamentoyu taktığı falan yoktu. Bütün kararların ağababası ÖZAL sayılırdı. Ve zaten parlamentodan dişe dokunur bir karar çıkması da eşyanın doğası gereği olanaksız gibiydi. Turgut ÖZAL, partisine dönekleri, dincileri, faşistleri, tatlısu liboşlarını doldurmuş bir padişah havası yaşıyordu.
Kitlelerin yoksulluk düzeyi gitgide artmasına karşın zamların önünü almak olası değildi. Türk parası sürekli olarak değer yitirerek eriyor, dışa bağımlılığın dayanakları her geçen gün biraz daha güçlendiriliyordu. Türk Parasını Koruma Kanunu da iptal edildiği için, Amerikan Doları günlük yaşamımıza neredeyse tamamıyla girmiş bulunuyordu. Artık, Amerika bizi bir kağıt parçasıyla soyup soğana çevirmeye başlamış, üretmeden tüketmek moda bir hastalık haline gelmişti.
Koskoca ülke ekonomik, sosyal, siyasal açıdan 12 Eylülcülerin cenderesi altında iyice sıkıştırılmış, yozlaşmalar uç safhaya varmıştı. Zenginler bir eli yağda bir eli balda dikensiz gül bahçesinde har vurup harman savuruyorlardı. Bütün bunlara karşın bunlara; birisi çıkıp bu suyun bolluğu nereden geliyor diyemiyordu. Kitlelerin uyutulması için bol bol milliyetçilik ve dincilik yapılarak toplum içten içe çökertiliyordu.
Sonuç olarak 12 Eylülcüler ülkemizin kentlerine, sokaklarına, caddelerine faşizmin kara bayrağını asmışlar emekçi kitleleri inim inim inletmişlerdi. Bugün çektiklerimizin neredeyse tamamı 12 Eylülcülerin suçuydu ve yaptıkları yanlarına kar kalmamalıydı. Başkalarının bellekleri balık belleği olabilir, biz sosyalistler ülkemizin hem bulunçu (vicdan) hem de belleğiyiz. Bu nedenle, bir kez daha diyoruz ki:
12 EYLÜL YARGILANMALIDIR.
İDAM EDİLENLER Necdet Adalı (sol görüşlü)
7 Ekim 1980
Ankara
Mustafa Pehlivanoğlu (sağ görüşlü)
7 Ekim 1980
Ankara
Serdar Soyergin (sol görüşlü)
25 Ekim 1980
Adana
Erdal Eren (sol görüşlü)
13 Aralık 1980
Ankara
Cevdet Karakaş (sağ görüşlü)
4 Haziran 1981
Elazığ
Veysel Güney (sol görüşlü)
10 Haziran 1981
Gaziantep
Ahmet Saner (sol görüşlü)
25 Haziran 1981
İstanbul
Kadir Tandoğan (sol görüşlü)
25 Haziran 1981
İstanbul
Mustafa Özenç (sol görüşlü)
20 Ağustos 1981
Adana
İsmet Şahin (sağ görüşlü)
20 Ağustos 1981
İstanbul
Seyit Konuk (sol görüşlü)
13 Mart 1982
İzmir
İbrahim Ethem Coşkun (sol görüşlü)
13 Mart 1982
İzmir
Necati Vardar (sol görüşlü)
13 Mart 1982
İzmir
Fikri Arıkan (sağ görüşlü)
27 Mart 1982
Ankara
Sabri Altay (adli suçlu)
23 Nisan 1982
Adapazarı
Cengiz Baktemur (sağ görüşlü)
30 Nisan 1982
Elazığ
Şahabettin Ovalı (adli suçlu)
12 Haziran 1982
Sinop
Ednan Kavaklı (adli suçlu)
18 Haziran 1982
Ankara
Ali Bülent Orkan (sağ görüşlü)
13 Ağustos 1982
Ankara
Veli Acar (adli suçlu)
13 Ağustos 1982
Isparta
Eşref Özcan (adli suçlu)
19 Ağustos 1982
Kayseri
Halil Fevzi Uyguntürk (adi suçlu)
29 Aralık 1982
Afyon
Kazım Ergun (adli suçlu)
29 Aralık 1982
Akşehir
Muzaffer Öner (adli suçlu)
29 Aralık 1982
Amasya
Adem Özkan (adli suçlu)
13 Ocak 1983
Balıkesir
Hüseyin Çaylı (adli suçlu)
13 Ocak 1983
Afyon
Osman Demiroğlu (adli suçlu)
13 Ocak 1983
Isparta
Ahmet Mehmet Uluğbay (adli suçlu)
22 Ocak 1983
Akşehir
Ali Aktaş (siyasi)
23 Ocak 1983
Adana
Duran Bircan (adli suçlu)
23 Ocak 1983
Denizli
Levon Ekmekçiyan (Asala)
28 Ocak 1983
Ankara
Ramazan Yukarıgöz (sol görüşlü)
29 Ocak 1983
İzmit
Ömer Yazgan (sol görüşlü)
29 Ocak 1983
İzmit
Erdoğan Yazgan (sol görüşlü)
29 Ocak 1983
İzmit
Mehmet Kambur (sol görüşlü)
29 Ocak 1983
İzmit
Ahmet Kerse (adli suçlu)
30 Ocak 1983
Gaziantep
Rıdvan Karaköse (adli suçlu)
5 Şubat 1983
Akşehir
Cavit Karaköse (adli suçlu)
5 Şubat 1983
Akşehir
Süleyman Karaköse (adli suçlu)
5 Şubat 1983
Akşehir
Fatih Laçinligil (adli suçlu)
24 Şubat 1983
Keşan
Faik Görünmez (adli suçlu)
24 Şubat 1983
Kilis
Mustafa Başaran (adli suçlu)
30 Mart 1983
Edirne
Hüseyin Üye (adli suçlu)
30 Mart 1983
Nazilli
Şener Yiğit (adli suçlu)
20 Nisan 1983
Isparta
Cafer Aksu Altıntaş (adli suçlu)
20 Nisan 1983
Ordu
Abdülaziz Kılıç (adli suçlu)
26 Mayıs 1983
Edirne
Halil Esendağ (sağ görüşlü)
5 Haziran 1983
İzmir
Selçuk Duracık (sağ görüşlü)
5 Haziran 1983
İzmir
İlyas Has (sol görüşlü)
6 Ekim 1984
İzmir
Hıdır Aslan (sol görüşlü)
24 Ekim 1984
İzmir