Tanımda ikinci önemli unsur;dilin içtimai yani günümüz ifadesi ile sosyal bir müessese olmasıdır. Kanaatimizce dil bir milletin en büyük müessesesidir.
Tarihçiler milleti oluşturan unsurları beş başlık altında toplarlar:
1. Dil birliği
2. Tarih birliği
3. Ülkü birliği
4. Vatan birliği
5. Kültür birliği
Dikkat edilirse bir insan topluluğunun millet olabilmesi için sahip olunması gereken ilk beraberlik dil birliği şeklinde ifade edilmiştir. Gaspralı İsmail 1883’te Kırım Bahçesaray’da bu gerçeği şu şekilde beyan etmiştir:
“Dili dilimden, dini dinimden olan bütün Türkler benim milletimdir.”
Yeryüzündeki dilleri incelediğimizde dil ailelerinin dört gruptan oluştuğunu görürüz:
1. Hint- Avrupa dil ailesi (Avrupa, Asya, Hindistan ülkelerinin kullandığı diller)
2. Sami dilleri ailesi (Akadca, Arapça, İbranice)
3. Bantu dilleri ailesi (Afrika ülkelerinin kullandığı diller)
4. Çin-Tibet dilleri ailesi (Çin ve Tibet ülkelerinin kullandığı diller)
Türkçe, Ural-Altay dil grubuna girer. Ural kolunda; Fince, Macarca vb. Altay grubunda Türkçe, Moğolca, Çağatayca yer alır.
Bir milletin, boyları, bölgeleri, şehirleri farklı bir ağız kullanabilir. Bu farklılık ayrı dilleri konuştukları anlamına gelmez. Konuşma bakımından dilimiz üç grupta incelenir:
1. Lehçe: Bilinmeyen zamanlarda Türkçeden kopmuş şekil ve yapı bakımından farklılık arz eden özelliktedir. Türkçenin iki lehçesi vardır.; Çuvaşça ve Yakutça.
2. Şive: Yapı bakımından farklılık arz etmeyen, söyleyiş farklılığına dayanan özelliktir. Şive, dilin bilinen tarihi süreci içerisinde bazı ses ve şekil ayrılıklarıdır. (Kırgızca, Kürtçe, Kazakça, Özbekçe…)
3. Ağız: Bir şive içindeki söyleyiş farklılıklarıdır.( Karadeniz, Muş, Sivas, İstanbul…)
DİLİMİZ VE HALİMİZ
Dünya milletleri arasında en az okuyan ve haliyle de en az kelime ile konuşan milletler arasında maalesef başa güreşmekteyiz. Bu durum zaten ilmiye sınıfına da yansımış ve ders kitaplarımızdaki kelime çeşidi diğer Avrupa ülkelerinin yanında oldukça komik bir rakama düşmüştür. ABD de ilköğretimde okuyan çocukların ders kitaplarında 71 bin kelime bulunur. Bu rakam İngiltere’de 70 bin, İtalya’da 33 bin, Türkiye’de ise 7 bin kelimedir. Ve maalesef çocuklarımız bu 7 bin kelimenin ancak ve ancak ir kaç yüzü ile düşünüp konuşabiliyorlar. Bırakınız çocuklarımızı, bu ülkede aydın geçinenlerin bile dağarcığındaki kelime sayısı binlerle sınırlıdır. Hatta pek çoğu 700- 800 kelime ile ancak konuşabilmektedir. Bunun içindir ki toplum karşısına çıktıkları zaman her cümlelerinin ardından 2 ııı, şeyy, yani…2 gibi manasız ünlemler, ahenk bozucu cümleler peş peşe sıralanıyor.
Peki bu acı tablonun sebebi nedir? Tabi ki birinci ve en gerçekçi sebep: o-ku-ma-mak… Okumuyoruz… Okumuyoruz… Okumuyoruz. Her tür faaliyete her çeşit uğraşa vakit buluyoruz ama okumaya bir türlü fırsat bulamıyoruz. Avrupa ülkelerinde kişi başına 70-80 kitap düşerken bizde ise 700-800 kişiye bir kitap ancak düşüyor. En basiti Ermeni meselesinde bizim sekizde bir nüfusumuza sahip olan Ermenistan kendilerinin haklılığını isbata çalışan 24 bin çeşit kitap basmışlardır. Bu mevzuda bizdeki çeşit 50- 60 sayısına ancak ulaşmıştır.
Peki bizim yazarlarımız yok mu? Kitap gibi kitaplarımız yok mu? Fuat Köprülü, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Arif Nihat Asya, Cengiz Aytmatov, Emine Işınsı, Mehmet Niyazi, Erol Güngör, Ahmet Kabaklı, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Muharrem Ergin, İbrahim Kafesoğlu, Necmettin Hacıeminoğlu… velhasıl uzayıp giden abide şahsiyetler ve birbirinden harika eserleri.
Ama kaçımız günlük sigaraya verdiği para ile aynı miktarda ayırıp hiç olmazsa 2-3 ayda bir kitap sahibi olmaya çalışıyor.yemeye, içmeye, gezmeye, yüzmeye fırsat bulur; saatlerimizi televizyonun karşısında heba eder ama günlük bir satımızı okumaya ayırmayız.
Bu olumsuz tablonun bir başka sebebi daha var. O da geçmişle olan bağlarımız acayip teorilerle koparıldı ve bir çok eserlerimiz bize yabancı dil gibi gelmeye başladı. İşte 1900’lü yıllardan bir beyit:
“Kitabın zulme kaldı gezindiğim sahralar
Uyan ey yarer-i şir’i jian ha bu gafletten”
YOK EDİLMEK İSTENEN TÜRKÇEMİZ
Meselenin bir başka boyutu daha var. O da işlek, kıvrak, nezih, lezzetli dilimizin içine bir takım ucube kelimelerin sokulması ile bir keşmekeşliğe itilme tehlikesi ile karşı karşıya olduğudur. Bir grup kurbağa dili sevdalıları “ulusallığımızı sözcüklerimizin olanakları koşullandıramadığı için gereksinimlerimizi sorguçlayamıyoruz(!)” soytarılığı ile işgüzarlık etmektedirler. Bakınız hangi güzel kelimelerimizin yerine hangi ucube sözcükler yerleştirilmiş: “Milli-ulusal, millet-ulus, şart-koşul, imkan-olanak, netice-skor, edebiyat-yazın, vs…” Belki diyeceksiniz “Ne fark eder canım isteyen istediğini kullansın.” Hayır efendim mesele hiç de bu kadar basit değil. Esaret dilin kaybedilmesi; hürriyet ise herkesin birbirini anladığı bir dil ile başlar. Yukarıdaki kelimelere maalesef her yerde rastlıyoruz. Peki birkaç yıl sonra kitaplarımızda şu kelimeleri görürseniz de ne fark eder, diyecek misiniz?
“Anne-doğurgaç, baba-doğurtgaç, otobüs-oturgaçlı götürgeç, İstiklal Marşı- ulusal
düttürü, vs…” belki bu satırları okurken istihzai bir gülümseme dudaklarınıza takılmıştır. Ama dilimize sahip çıkmazsak bizi bekleyen tehlike bu bahsettiğimizden hiç de aşağı değildir.
YABANCI DİL SEVDASI
Bir milleti sömürge altına almanın birinci yolu onun dilini bozmak ve nesiller arasındaki kültür bağını koparmaktır. M. Necati SEPETÇİOĞLU, Çatı adlı romanında, Anadolu’nun yurt edinilmesindeki en büyük etkeni fethedilen yerlere Türkçe isimler verilmesini gösterir.
Bugün hangi şehre gidersek gidelim büyük büyük tabelalarla karşımıza, İngilizceden Japoncaya kadar her dili görürüz de nedense bir iki muhafazakar esnafın dışında hiçbir yerde Türkçe tabela göremeyiz. Bu neyin özentisidir, nasıl bir anlayışın ürünüdür acaba?
Avrupa ülkelerinde başka dille tabela asanlar önce uyarılır, ardından dükkan sahibi ısrar ederse vergiye tabii tutulur. Fransa’da yabancı dille tabela asanlara uygulanacak vergi mecliste kanunlaştırılmış ve oldukça ağırlaştırılmıştır. Peki neden bizim meclisimizde böyle bir girişimde bulunmayı düşünmüyor. Hatta tarihimizden, edebiyatımızdan, kültürümüzden isimler koymayı özendirecek girişimlerde bulunmuyor. İlginçtir, bizdeki uygulama tamamı ile tersinden gerçekleştiriliyor. Geçtiğimiz yıllarda Eskişehir’de bütün tarihi isme haiz sokaklarımız Rum ve Bizans isimleri ile değiştirilmişti. Buna benzer bir çok örnek yaşıyoruz. Bizim bu yerleşim yerlerimiz ne zamandan beri müstemlekecilerin eline geçti ki isimleri de o işgalci kuvvetler tarafından değiştirildi.
ÇÖZÜM
Türk Edebiyatı tarihinde dilimizin güzelliğini, yüceliğini anlatan, aktaran bir çok isme rastlarız. Bir Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat-it Türk adlı eseri dönemin diğer milletlerine Türkçeyi öğretme adını en büyük girişim olmuştur.
Yine Ali Şir Nevai’nin Muhakemet-ül Lügateyn adlı İki Dilin Karşılaştırması manasındaki eseri Türkçenin, Farsçadan daha da güzel bir dil olduğunu anlatan çok kıymetli bir eserdir. Günümüzde ise yaşanan dil kaosuna en net ve gerçekçi çözümü Ziya Gökalp koymuştur. Gökalp meselenin çözümünü dört madde halinde şu şekilde sıralamıştır:
1. Türkiye Türkçesi dediğimizde kullanacağımız, anlayacağımız dil İstanbul Türkçesi olmalıdır.
2. dilimize girmiş olan anlamı da bütün Türkler tarafından bilinen ama köken itibarı ile Arapça ya da Farsça olan kelimelerimiz dilde yenilik adı altında Türkçemizden çıkarılmamalıdır. (mesela, imkan, hakim vb.)
3. Teknolojik terimlerin aynen kullanılmasında bir mahsur yoktur.(televizyon, teleskop vb.)
4. Kelime türetme adına anlamları kabul görmüş ve edebiyatımızda da kullanılan kelimeleri yok etmemeliyiz.
Nihayetinde asırlar önce Kaşgarlı Mahmut’un, Ali Şir Nevai’nin yaptığı kutsal mücadeleyi bizler de aynı zevk ve heyecanla yapmalı KAMUS NAMUSTUR anlayışı ile hareket etmeliyiz.
DİL DAVASININ BİR BAĞIMSIZLIK DAVASI OLDUĞUNU UNUTMAMALIYIZ.