Arama

Kültürel varlık nedir?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 23 Ekim 2011 Gösterim: 20.319 Cevap: 19
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
19 Kasım 2008       Mesaj #1
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
bu soruyu bulursanız sevinirim hemde çok. yardımcı olmanız benim için çok önemli .Lütfen bana yardım edin
EN İYİ CEVABI Keten Prenses verdi
Bilindiği gibi doğal ve kültürel varlıklar, herhangi bir bireyin ya da toplumsal sınıfın emek ve sermaye harcamasıyla oluşmaz. Çoğunluğunun varlıklarını sürdürebilmesi için de yine herhangi bir bireyin ya da toplumsal sınıfın emek ve sermaye harcaması gerekmez. Öyle ki, özel olarak düzenlenmediğinde, bu varlıkların getirilerinden herkese yararlanabileceği gibi götürüleri de herkesi etkiler. Bu nedenledir ki, tüm doğal ve kültürel varlıklar kamusal varsıllıklardır; dolayısıyla, kamu yararını ençoklayabilecek doğrultuda "değerlendirilmeleri" gerekir.
Ancak, bilindiği gibi, kapitalist üretim ilişkileri, bu gereğin yerine getirilmesini gücü yettiğince engellemeye, en azından güçleştirmeye çalışır, bu doğrultuda çeşitli düzenekler geliştirir ve işletir. Tüm tarihsel dönemlerde ve dünyanın her yanında çoğu zaman en acımasız biçimde işletilen bu yönelimde temel sürecin sermaye birikimi olduğu bilinmektedir. Kapitalist üretim ilişkileri ancak bu süreci geliştirebildiği ölçüde varlığını sürdürebilmiş ve yaygınlaşabilmiştir. Bu evrensel gerçeklikler, özellikle son yirmi yirmibeş yıldır hem dünya genelinde hem de Türkiye özelinde, deyiş yerindeyse gözle görülebilir elle tutulabilir somutlukta yaşanmaktadır. Emeğin yanı sıra doğal ve kültürel varlıkların, örnekleri ancak 19. Yüzyılın başlarında görülebilecek biçim ve düzeyde sömürülmesine yönelik düzenlemeler artık ülkemizde olağanlaşmıştır.
Sponsorlu Bağlantılar
Mayıs ayı başlarında 3996 sayılı "Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkından Kanun"da yapılan değişiklik de siyasal iktidarın "orman" sayılan arazilerin, otlakların, bozkır ve makiliklerin, verimli tarım arazilerinin, kıyıların, akarsu ve göllerin, yaylaların vb doğal varlıkların çeşitli yollarla yerli ve yabancı sermayeye açma çabasının en son örneklerinden birisidir.
Siyasal iktidar artık "sineğin de yağını çıkarma" çabasında...

Bilindiği gibi, 3996 sayılı Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkından Kanun, "...kamu kurum ve kuruluşlarınca (kamu iktisadî teşebbüsleri dahil) ifa edilen, ileri teknoloji ve yüksek maddî kaynak gerektiren bazı yatırım ve hizmetlerin, yap-işlet-devret modeli çerçevesinde yaptırılmasını sağlamak" amacıyla, 1994 yılında, çıkarılmıştır. Akla gelebilecek her türlü kamusal "...yatırım ve hizmetlerin yaptırılması, işletilmesi ve devredilmesi konularında, yap-işlet-devret modeli çerçevesinde sermaye şirketlerinin veya yabancı şirketlerin görevlendirilmesini..." düzenleyen Yasada Mayıs ayı başında yapılan değişiklikle, kapsam alabildiğine genişletilmiş, uygulama da büyük ölçüde kolaylaştırılmıştır. Öyle ki, bu düzenlemeyle "...milli park (özel kanunu olan hariç), tabiat parkı, tabiatı koruma alanı ve yaban hayatı koruma ve geliştirme sahalarında planlarda öngörülen yapı ve tesisler..." de "yap-işlet-devret" kapsamına alınmıştır.
Milli parklar, tabiat parkları, tabiatı koruma ve yaban hayatı koruma ve geliştirme alanları da ticari yapılaşmaya açılacak !

Bilindiği gibi ülkemizde milli parklar, önceleri 1956 yılında çıkarılan 6831 sayılı Orman Kanunu‘nun 25. maddesi ve milli parkların yanı sıra tabiat parkları, tabiatı koruma alanları 1983 yılında çıkarılan 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu, yaban hayatı koruma ve geliştirme alanları ise 2003 yılında çıkarılan 4915 sayılı Kara Avcılığı Kanunu uyarınca belirlenmekte ve yönetilmeye çalışılmaktadır. Kolaylıkla kestirilebileceği gibi, çok özel doğal, tarihsel ve kültürel özellikleri nedeniyle daha etkili biçimde korunabilmesi için ayrılan bu alanların özel yaklaşım ve tekniklerle yönetilmesi gerekmektedir. Başka bir söyleyişle; bu alanların tüm öğeleri ve süreçleriyle korunması, hem koruma altına alınmalarının doğası gereğidir hem de Anayasanın 63. maddesi ile anılan yasaların zorunlu kıldığı temel bir yönetsel ilkedir. Sözgelimi, 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu‘nun 2. maddesine göre;
"tabiatı koruma alanları, bilim ve eğitim bakımından önem taşıyan, tehlikeye maruz veya kaybolmaya yüz tutmuş ekosistemler, türler ve tabiat olaylarının meydan getirdiği seçkin örnekleri ihtiva eden ve mutlaka korunması gerekli olup sadece bilim ver eğitim amaçlarıyla kullanılmak üzere ayrılmış tabiat parçalarıdır"
biçiminde tanımlanmaktadır. Yasanın 10. maddesine göre bu alanlarda sözü edilen amaçlar dışında kullanımlara izin verilemez. Oysa, 3996 sayılı "Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkından Kanun"nda yapılan söz konusu değişiklikle, bu alanlarda bile "yap-işlet-devret" yaklaşımıyla ticari yapılaşmaların yolu açılmış olmaktadır.
Hangi yasa uygulanacak ?

Söz konusu değişiklikle, iki yasa arasında çelişkili bir durum da yaratılmıştır: 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu‘nun yukarıda değinilen 2 ve 10. maddelerine göre, "tabiatı koruma alanlarında", bilimsel araştırma ve eğitim dışında hiçbir etkinliğe izin verilmemesi gerekmektedir. 3996 sayılı yasa da yapılan değişiklik ise "sermaye şirketlerinin veya yabancı şirketlerin..." bu alanlarda da işletebilecekleri tesisleri yapmalarını olanaklı kılmaktadır. Öyle ki, bu durumda hangi yasanın uygulanacağı, bu çelişkinin nasıl giderilebileceği belirsizdir.
Doğa rantı özelleştiriliyor...

Yapılmak istenenin "doğa rantının" özelleştirilmesi, giderek de yabancılaştırılmasının dışına başka bir amacı yoktur: Milli parklar, tabiat parkları, tabiatı koruma ve yaban hayatı koruma ve geliştirme alanları, görece olarak üstün sayılan doğal özelliklere sahip oldukları varsayıldığı için ayrılmış ve yasal olarak koruma güvencesine kavuşturulmuştur. Bu nedenle de, görece olarak daha az bozulmuş, yapılaşmış ve kirlenmiş alanlardır. Dolayısıyla, bu gibi alanların sahip oldukları "doğa rantı", çevresindeki alanlara göre çok daha yüksektir. Siyasal iktidar bu gerçeğin de ayırdına varmıştır ve üstlendiği misyonun gereğini yerine getirmeye; "doğa rantını" da özelleştirmeye çalışmaktadır. Böylece; 2006 yılı sonu itibariyle, tümüne yakın bir kısmı "devlet ormanı" sayılan yaklaşık 3 milyon hektar alandaki;
•· 38 milli park (877 616 hektar),
•· 21 tabiat parkı (76 869 hektar),
•· 22 tabiatı koruma alanı (64 353 hektar) ve
•· 123 yaban hayatı koruma ve geliştirme alanının (1 851 317 hektar)
"doğa rantına" özel yerli ve yabancı sermayeli şirketler tarafından el konulabilecektir. Böylece, 2005 yılında "...eko-tarım ürünleriyle AB pazarlarında yüksek gelir sağlamayı hedeflediklerini..." belirten ve ardından da;
"...Dilek Yarımadası Menderes Deltası Milli Parkı Uzun Devreli Gelişme Planı çerçevesinde tarıma uygun Hazine arazilerini çiftçilere kiralayacaklarını belirterek, Almanya ve Hollanda gibi ülkelerden talep aldıklarını kaydetti. Almanya, Çanakkale‘deki Troya Tarihi Milli Parkı için teklif verdi. Hollanda ise büyükelçilik düzeyinde başvuruda bulundu."
açıklamasını yapan Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürü‘nün yaklaşımına hukuksal dayanaklar da sağlanmış olmaktadır.
***

Kapitalizm, ülkemizde de, deyiş yerindeyse "denize düşmüş, yılana sarılma" açmazına girmiştir; yeni ve daha kolay sermaye birikim alanları bulma çabası içindedir. Bu amaçla, şimdilerde ülkemizin, henüz tümüyle yerli ve yabancı sermayeye açılmamış her türlü doğal ve kültürel varsıllığına yönelmiştir. Siyasal iktidar ise, yine deyiş yerindeyse "meydanı boş bulmuştur" ve türlü olanağı yerli ve yabancı sermayeye sınırsızca sunmaya çalışmaktadır.
3996 sayılı "Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkından Kanun"nda Mayıs ayında yapılan değişiklikle milli park, tabiat parkı ve tabiatı koruma alanlarının da "yap-işlet-devret" düzeniyle yatırımlara açılması bu amacın en son ürünüdür.
Bakalım, Turizm Teşvik Kanunu‘ndaki değişiklik karşısında hemen hemen hiçbir etkili çabaya girmeyen ya da giremeyen ilgili meslek kuruluşları, çevre/doğa korumacı kişi ve kuruluşlar bu gelişme karşısında edilgenliğini ne denli sürdürecek; göreceğiz.
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
19 Kasım 2008       Mesaj #2
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
kültürel varlık nedir?Lütfen buçlun projem için çok ama çok önemli.Güzel bir not almam sizin elinizde.
Sponsorlu Bağlantılar
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
19 Kasım 2008       Mesaj #3
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
Bilindiği gibi doğal ve kültürel varlıklar, herhangi bir bireyin ya da toplumsal sınıfın emek ve sermaye harcamasıyla oluşmaz. Çoğunluğunun varlıklarını sürdürebilmesi için de yine herhangi bir bireyin ya da toplumsal sınıfın emek ve sermaye harcaması gerekmez. Öyle ki, özel olarak düzenlenmediğinde, bu varlıkların getirilerinden herkese yararlanabileceği gibi götürüleri de herkesi etkiler. Bu nedenledir ki, tüm doğal ve kültürel varlıklar kamusal varsıllıklardır; dolayısıyla, kamu yararını ençoklayabilecek doğrultuda "değerlendirilmeleri" gerekir.
Ancak, bilindiği gibi, kapitalist üretim ilişkileri, bu gereğin yerine getirilmesini gücü yettiğince engellemeye, en azından güçleştirmeye çalışır, bu doğrultuda çeşitli düzenekler geliştirir ve işletir. Tüm tarihsel dönemlerde ve dünyanın her yanında çoğu zaman en acımasız biçimde işletilen bu yönelimde temel sürecin sermaye birikimi olduğu bilinmektedir. Kapitalist üretim ilişkileri ancak bu süreci geliştirebildiği ölçüde varlığını sürdürebilmiş ve yaygınlaşabilmiştir. Bu evrensel gerçeklikler, özellikle son yirmi yirmibeş yıldır hem dünya genelinde hem de Türkiye özelinde, deyiş yerindeyse gözle görülebilir elle tutulabilir somutlukta yaşanmaktadır. Emeğin yanı sıra doğal ve kültürel varlıkların, örnekleri ancak 19. Yüzyılın başlarında görülebilecek biçim ve düzeyde sömürülmesine yönelik düzenlemeler artık ülkemizde olağanlaşmıştır.
Mayıs ayı başlarında 3996 sayılı "Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkından Kanun"da yapılan değişiklik de siyasal iktidarın "orman" sayılan arazilerin, otlakların, bozkır ve makiliklerin, verimli tarım arazilerinin, kıyıların, akarsu ve göllerin, yaylaların vb doğal varlıkların çeşitli yollarla yerli ve yabancı sermayeye açma çabasının en son örneklerinden birisidir.
Siyasal iktidar artık "sineğin de yağını çıkarma" çabasında...

Bilindiği gibi, 3996 sayılı Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkından Kanun, "...kamu kurum ve kuruluşlarınca (kamu iktisadî teşebbüsleri dahil) ifa edilen, ileri teknoloji ve yüksek maddî kaynak gerektiren bazı yatırım ve hizmetlerin, yap-işlet-devret modeli çerçevesinde yaptırılmasını sağlamak" amacıyla, 1994 yılında, çıkarılmıştır. Akla gelebilecek her türlü kamusal "...yatırım ve hizmetlerin yaptırılması, işletilmesi ve devredilmesi konularında, yap-işlet-devret modeli çerçevesinde sermaye şirketlerinin veya yabancı şirketlerin görevlendirilmesini..." düzenleyen Yasada Mayıs ayı başında yapılan değişiklikle, kapsam alabildiğine genişletilmiş, uygulama da büyük ölçüde kolaylaştırılmıştır. Öyle ki, bu düzenlemeyle "...milli park (özel kanunu olan hariç), tabiat parkı, tabiatı koruma alanı ve yaban hayatı koruma ve geliştirme sahalarında planlarda öngörülen yapı ve tesisler..." de "yap-işlet-devret" kapsamına alınmıştır.
Milli parklar, tabiat parkları, tabiatı koruma ve yaban hayatı koruma ve geliştirme alanları da ticari yapılaşmaya açılacak !

Bilindiği gibi ülkemizde milli parklar, önceleri 1956 yılında çıkarılan 6831 sayılı Orman Kanunu‘nun 25. maddesi ve milli parkların yanı sıra tabiat parkları, tabiatı koruma alanları 1983 yılında çıkarılan 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu, yaban hayatı koruma ve geliştirme alanları ise 2003 yılında çıkarılan 4915 sayılı Kara Avcılığı Kanunu uyarınca belirlenmekte ve yönetilmeye çalışılmaktadır. Kolaylıkla kestirilebileceği gibi, çok özel doğal, tarihsel ve kültürel özellikleri nedeniyle daha etkili biçimde korunabilmesi için ayrılan bu alanların özel yaklaşım ve tekniklerle yönetilmesi gerekmektedir. Başka bir söyleyişle; bu alanların tüm öğeleri ve süreçleriyle korunması, hem koruma altına alınmalarının doğası gereğidir hem de Anayasanın 63. maddesi ile anılan yasaların zorunlu kıldığı temel bir yönetsel ilkedir. Sözgelimi, 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu‘nun 2. maddesine göre;
"tabiatı koruma alanları, bilim ve eğitim bakımından önem taşıyan, tehlikeye maruz veya kaybolmaya yüz tutmuş ekosistemler, türler ve tabiat olaylarının meydan getirdiği seçkin örnekleri ihtiva eden ve mutlaka korunması gerekli olup sadece bilim ver eğitim amaçlarıyla kullanılmak üzere ayrılmış tabiat parçalarıdır"
biçiminde tanımlanmaktadır. Yasanın 10. maddesine göre bu alanlarda sözü edilen amaçlar dışında kullanımlara izin verilemez. Oysa, 3996 sayılı "Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkından Kanun"nda yapılan söz konusu değişiklikle, bu alanlarda bile "yap-işlet-devret" yaklaşımıyla ticari yapılaşmaların yolu açılmış olmaktadır.
Hangi yasa uygulanacak ?

Söz konusu değişiklikle, iki yasa arasında çelişkili bir durum da yaratılmıştır: 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu‘nun yukarıda değinilen 2 ve 10. maddelerine göre, "tabiatı koruma alanlarında", bilimsel araştırma ve eğitim dışında hiçbir etkinliğe izin verilmemesi gerekmektedir. 3996 sayılı yasa da yapılan değişiklik ise "sermaye şirketlerinin veya yabancı şirketlerin..." bu alanlarda da işletebilecekleri tesisleri yapmalarını olanaklı kılmaktadır. Öyle ki, bu durumda hangi yasanın uygulanacağı, bu çelişkinin nasıl giderilebileceği belirsizdir.
Doğa rantı özelleştiriliyor...

Yapılmak istenenin "doğa rantının" özelleştirilmesi, giderek de yabancılaştırılmasının dışına başka bir amacı yoktur: Milli parklar, tabiat parkları, tabiatı koruma ve yaban hayatı koruma ve geliştirme alanları, görece olarak üstün sayılan doğal özelliklere sahip oldukları varsayıldığı için ayrılmış ve yasal olarak koruma güvencesine kavuşturulmuştur. Bu nedenle de, görece olarak daha az bozulmuş, yapılaşmış ve kirlenmiş alanlardır. Dolayısıyla, bu gibi alanların sahip oldukları "doğa rantı", çevresindeki alanlara göre çok daha yüksektir. Siyasal iktidar bu gerçeğin de ayırdına varmıştır ve üstlendiği misyonun gereğini yerine getirmeye; "doğa rantını" da özelleştirmeye çalışmaktadır. Böylece; 2006 yılı sonu itibariyle, tümüne yakın bir kısmı "devlet ormanı" sayılan yaklaşık 3 milyon hektar alandaki;
•· 38 milli park (877 616 hektar),
•· 21 tabiat parkı (76 869 hektar),
•· 22 tabiatı koruma alanı (64 353 hektar) ve
•· 123 yaban hayatı koruma ve geliştirme alanının (1 851 317 hektar)
"doğa rantına" özel yerli ve yabancı sermayeli şirketler tarafından el konulabilecektir. Böylece, 2005 yılında "...eko-tarım ürünleriyle AB pazarlarında yüksek gelir sağlamayı hedeflediklerini..." belirten ve ardından da;
"...Dilek Yarımadası Menderes Deltası Milli Parkı Uzun Devreli Gelişme Planı çerçevesinde tarıma uygun Hazine arazilerini çiftçilere kiralayacaklarını belirterek, Almanya ve Hollanda gibi ülkelerden talep aldıklarını kaydetti. Almanya, Çanakkale‘deki Troya Tarihi Milli Parkı için teklif verdi. Hollanda ise büyükelçilik düzeyinde başvuruda bulundu."
açıklamasını yapan Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürü‘nün yaklaşımına hukuksal dayanaklar da sağlanmış olmaktadır.
***

Kapitalizm, ülkemizde de, deyiş yerindeyse "denize düşmüş, yılana sarılma" açmazına girmiştir; yeni ve daha kolay sermaye birikim alanları bulma çabası içindedir. Bu amaçla, şimdilerde ülkemizin, henüz tümüyle yerli ve yabancı sermayeye açılmamış her türlü doğal ve kültürel varsıllığına yönelmiştir. Siyasal iktidar ise, yine deyiş yerindeyse "meydanı boş bulmuştur" ve türlü olanağı yerli ve yabancı sermayeye sınırsızca sunmaya çalışmaktadır.
3996 sayılı "Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkından Kanun"nda Mayıs ayında yapılan değişiklikle milli park, tabiat parkı ve tabiatı koruma alanlarının da "yap-işlet-devret" düzeniyle yatırımlara açılması bu amacın en son ürünüdür.
Bakalım, Turizm Teşvik Kanunu‘ndaki değişiklik karşısında hemen hemen hiçbir etkili çabaya girmeyen ya da giremeyen ilgili meslek kuruluşları, çevre/doğa korumacı kişi ve kuruluşlar bu gelişme karşısında edilgenliğini ne denli sürdürecek; göreceğiz.
Quo vadis?
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
14 Aralık 2008       Mesaj #4
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Kültürel Varlıklar Nelerdir ! ?_?
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
14 Aralık 2008       Mesaj #5
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
yukarıdaki mesajları inceleyiniz
Quo vadis?
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
16 Aralık 2008       Mesaj #6
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
kültürel varlık nedir??
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
16 Aralık 2008       Mesaj #7
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
KÜLTÜREL VARLIKLAR VE MİRASIMIZ






Kültürel mirasımıza ne kadar saygılıyız bu tartışılır elbet. Kültürel varlıkların bir maddi boyutu bir de manevi boyutu var.
Tarihi eserlere kimi zaman taş yığınları olarak baksak da , onların ruh ikliminde süzülen bir yığın anlam yüklü kaynaklar olduğu gerçeğini örtemez. Kütürel dokulara sadece turizm yönünden yaklaşamayız, can-u gönülden eşyanın tabiatını iyi okumakla kiymetine varabiliriz.
Kültürel varlıklara sırtımızı dönsek de bir şekilde; ‘yıkılmadan ayaktayım’ meydan okumasıyla günümüze kadar kolu kanatları kırılmış olarak varlıklarını devam ettirebiliyorlar. Kültürel mirasımızın daha çok turizm yönüne önem verilip, soyut dokusunu eşelemiyoruz malesef.
Değişik uygarlıkları bağrında taşıyan Türkiye kültürel miras yönünden Yunanistan, Mısır, Irak, İran ve İtalya içinde en üst seviyede olmasına rağmen önem verme noktasında garabet içerisindeyiz. Varlıklarına bile tahammül edemeyen zihniyet yüzbinlerce belgenin vagonlara doldurularak yurtdışına gitmesini öngördü çünkü.
Beş yıllık kalkınma planlarında kültüre yer verilmemesi içinde bulunduğumuz manzarayı özetliyor zaten. Kültürel mirasda antik eserler özenti adına mevzu bahis konusu olabilirken, sıra Osmanlı ve Selçuklu’ya gelindiğinde suspususuz. Oysa Osmanlı eseri neyse Bizans eseri de odur.
Geçmişin kültürel varlığını müze yoluyla sergilemek Fransız ihtilal sonrası gerçekleşmiş ve ordan müzeleşerek dünyaya yayılmıştır. Müzeciliğin dünyaya açılmasıyla 19. yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de kazılar kazılmaya başlayınca, kazılardan çıkan eserler İstanbul’daki kurulan müzelere taşınmış, ama kaygıları da beraberinde getirmiştir. Acaba tarihin müzeleştirilmesiyle tekrar saltanat dönemine dönüş olur mu? endişe zihinlere yer etmiş ve bu durum müzelerimizi öksüz bırakılmasına sebep olmuştur... Eğer müzelere ‘kökü mazide olan ati’ gözüyle bakabilseydik geldiğimiz nokta çok daha iyi olurdu. Toplum mühendisliği çerçevesinde nasıl ki insanımızın kılığı, kiyafeti ve bir zamanlar günlük kullanmış olduğumuz lisana müdahale edildiyse, müzelerde resmi tarih anlayışı çerçevesinde redd-i miras ile yüzbinleri bulan belgelerin yurtdışına sürülmesi akibetine uğramıştır...
Sürülen sadece tarih değil vesikalar ve insanımızın geçmişi. Tabii bu belgeler tarih şuurundan yoksun insanlar için kağıt parçası. Tüm bu gerçeklere rağmen, zaman zaman ekranların karşısına çıkıp; ‘tarihi yapıtlar belgeler yurtdışına kaçırılıyor, peşkeş çekiliyor’ söylemlerden de geri durulmuyor ve bu durum içine düştüğümüz çelişkiyi ortaya koyuyor. Demezler mi önce zihninizdeki çelişkiyi çözün, sonra gelin kültürel varlıklardan dem vurun. Kültürel varlıklardan bahsettiklerinde zaten kendi öz tarihi eserleri kast etmiyorlar, asıl amaçları antik dönemleri ön plana alarak yapılan bir propogandadan ibaret. Marazi kafalar sürekli ayırımcılık üretiyor. Tarihi ayırımcılık, antik eserlerle köklerimiz arasında, o yüzden tarihi müzeleştirmekten amaç millete hafızasını hatırlatmak değil, bilakis tarihi bağlarını koparıp maddeye indirmektir. Her şeyin maddeye indirgendiği günümüzde müzeler halk için değil, yabancı turistlerin hizmetine sunulmuş bir nevi döviz büfeleri konumunda.
Her yeni doğru, her eskide yanlış anlayışından kurtulmadığımız sürece bu ülkede daha çok kültürel varlıklarımızın birer birer eridiğine şahit olacağız demektir.. Zenginlerin koleksiyon seviyesinde ve show niteliğindeki sunumları müzecilik sanan zihniyet berteraf edilmedikçe tarihi kodlarımızla buluşmamız gecikeceğe benziyor. Kayıp nesil birazda kayıp tarihden kaynaklanıyor.
Müzeler öksüz, müzeler sessiz, kıyısından köşesinden kesitler sunmakla müzelerimizi taş galerine çevrildi adeta. Bize ait olmayan resimleri sırça köşklerde yaşayan insanların albümüne koymakla kendi tarihi kıymetleri by -pass ettik, kendimizi küçük gören bir nesil türettik. Resmi tarih anlayışı köksüz, ideolojik zihniyet besliyor.. Redd-i miras zihniyetinin Osmanlı’yı anlamaya tahammülsüzlüğü yüzbinlerce belgenin sürgüne gönderilmesiyle ayyuka çıktı..
Kültür varlıkları deyip geçmeyelim. Halen Mısır piramitlerinin yapılış tekniğini çözemeyen 21. asrın insanıyız. Eskiye eski demekle iş bitmiyor, birde tarihi gerçekler var. Bu gerçeklere rağmen Paris’teki Louvre müzesini yılda sekiz milyon insan ziyaret ederken İstanbulda arkeoloji müzesini ikiyüzbin kişinin ziyaret etmesi tarihi bağlardan koparıldığımızın canlı şahidi değil mi?
Quo vadis?
gıdıgıdı - avatarı
gıdıgıdı
Ziyaretçi
11 Nisan 2009       Mesaj #8
gıdıgıdı - avatarı
Ziyaretçi
kültürel varlık nedir
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Nisan 2009       Mesaj #9
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Keten Prenses adlı kullanıcıdan alıntı

KÜLTÜREL VARLIKLAR VE MİRASIMIZ






Kültürel mirasımıza ne kadar saygılıyız bu tartışılır elbet. Kültürel varlıkların bir maddi boyutu bir de manevi boyutu var.
Tarihi eserlere kimi zaman taş yığınları olarak baksak da , onların ruh ikliminde süzülen bir yığın anlam yüklü kaynaklar olduğu gerçeğini örtemez. Kütürel dokulara sadece turizm yönünden yaklaşamayız, can-u gönülden eşyanın tabiatını iyi okumakla kiymetine varabiliriz.
Kültürel varlıklara sırtımızı dönsek de bir şekilde; ‘yıkılmadan ayaktayım’ meydan okumasıyla günümüze kadar kolu kanatları kırılmış olarak varlıklarını devam ettirebiliyorlar. Kültürel mirasımızın daha çok turizm yönüne önem verilip, soyut dokusunu eşelemiyoruz malesef.
Değişik uygarlıkları bağrında taşıyan Türkiye kültürel miras yönünden Yunanistan, Mısır, Irak, İran ve İtalya içinde en üst seviyede olmasına rağmen önem verme noktasında garabet içerisindeyiz. Varlıklarına bile tahammül edemeyen zihniyet yüzbinlerce belgenin vagonlara doldurularak yurtdışına gitmesini öngördü çünkü.
Beş yıllık kalkınma planlarında kültüre yer verilmemesi içinde bulunduğumuz manzarayı özetliyor zaten. Kültürel mirasda antik eserler özenti adına mevzu bahis konusu olabilirken, sıra Osmanlı ve Selçuklu’ya gelindiğinde suspususuz. Oysa Osmanlı eseri neyse Bizans eseri de odur.
Geçmişin kültürel varlığını müze yoluyla sergilemek Fransız ihtilal sonrası gerçekleşmiş ve ordan müzeleşerek dünyaya yayılmıştır. Müzeciliğin dünyaya açılmasıyla 19. yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de kazılar kazılmaya başlayınca, kazılardan çıkan eserler İstanbul’daki kurulan müzelere taşınmış, ama kaygıları da beraberinde getirmiştir. Acaba tarihin müzeleştirilmesiyle tekrar saltanat dönemine dönüş olur mu? endişe zihinlere yer etmiş ve bu durum müzelerimizi öksüz bırakılmasına sebep olmuştur... Eğer müzelere ‘kökü mazide olan ati’ gözüyle bakabilseydik geldiğimiz nokta çok daha iyi olurdu. Toplum mühendisliği çerçevesinde nasıl ki insanımızın kılığı, kiyafeti ve bir zamanlar günlük kullanmış olduğumuz lisana müdahale edildiyse, müzelerde resmi tarih anlayışı çerçevesinde redd-i miras ile yüzbinleri bulan belgelerin yurtdışına sürülmesi akibetine uğramıştır...
Sürülen sadece tarih değil vesikalar ve insanımızın geçmişi. Tabii bu belgeler tarih şuurundan yoksun insanlar için kağıt parçası. Tüm bu gerçeklere rağmen, zaman zaman ekranların karşısına çıkıp; ‘tarihi yapıtlar belgeler yurtdışına kaçırılıyor, peşkeş çekiliyor’ söylemlerden de geri durulmuyor ve bu durum içine düştüğümüz çelişkiyi ortaya koyuyor. Demezler mi önce zihninizdeki çelişkiyi çözün, sonra gelin kültürel varlıklardan dem vurun. Kültürel varlıklardan bahsettiklerinde zaten kendi öz tarihi eserleri kast etmiyorlar, asıl amaçları antik dönemleri ön plana alarak yapılan bir propogandadan ibaret. Marazi kafalar sürekli ayırımcılık üretiyor. Tarihi ayırımcılık, antik eserlerle köklerimiz arasında, o yüzden tarihi müzeleştirmekten amaç millete hafızasını hatırlatmak değil, bilakis tarihi bağlarını koparıp maddeye indirmektir. Her şeyin maddeye indirgendiği günümüzde müzeler halk için değil, yabancı turistlerin hizmetine sunulmuş bir nevi döviz büfeleri konumunda.
Her yeni doğru, her eskide yanlış anlayışından kurtulmadığımız sürece bu ülkede daha çok kültürel varlıklarımızın birer birer eridiğine şahit olacağız demektir.. Zenginlerin koleksiyon seviyesinde ve show niteliğindeki sunumları müzecilik sanan zihniyet berteraf edilmedikçe tarihi kodlarımızla buluşmamız gecikeceğe benziyor. Kayıp nesil birazda kayıp tarihden kaynaklanıyor.
Müzeler öksüz, müzeler sessiz, kıyısından köşesinden kesitler sunmakla müzelerimizi taş galerine çevrildi adeta. Bize ait olmayan resimleri sırça köşklerde yaşayan insanların albümüne koymakla kendi tarihi kıymetleri by -pass ettik, kendimizi küçük gören bir nesil türettik. Resmi tarih anlayışı köksüz, ideolojik zihniyet besliyor.. Redd-i miras zihniyetinin Osmanlı’yı anlamaya tahammülsüzlüğü yüzbinlerce belgenin sürgüne gönderilmesiyle ayyuka çıktı..
Kültür varlıkları deyip geçmeyelim. Halen Mısır piramitlerinin yapılış tekniğini çözemeyen 21. asrın insanıyız. Eskiye eski demekle iş bitmiyor, birde tarihi gerçekler var. Bu gerçeklere rağmen Paris’teki Louvre müzesini yılda sekiz milyon insan ziyaret ederken İstanbulda arkeoloji müzesini ikiyüzbin kişinin ziyaret etmesi tarihi bağlardan koparıldığımızın canlı şahidi değil mi?

....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Eylül 2009       Mesaj #10
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
lütfennnnnnnnnnnnnnnnnnn kültürel varlığı bulun bulamazsanız öğretmen bizi gebertecek

Benzer Konular

29 Ekim 2010 / Ziyaretçi Soru-Cevap
3 Şubat 2010 / Ziyaretçi Soru-Cevap
26 Şubat 2016 / Misafir Cevaplanmış
5 Temmuz 2015 / ThinkerBeLL X-Sözlük
7 Şubat 2014 / Misafir Cevaplanmış