EYÂLET ASKERLERİ
On altıncı yüzyılın ikinci yarısına kadar kapıkulu ocakları ile birlikte Osmanlı ordusunun en büyük ve en önemli kısmını teşkil eden askerî sınıflar. Eyâlet kuvvetleri ilk zamanlarda tımarlı sipâhî, azab ve akıncılardan ibaretti. Zamanla yeni ihtiyaçların ortaya çıkması, bunların da genişlemesine yol açtı. Neticede; yayalar, müsellemler, yörükler, cerahorlar, canbâzlar, akıncılar (serdengeçti, deliler), gönüllüler, beşliler, fârisânlar, martoloslar, voynuklar ve derbendler gibi teşkilâtlara da yer verildi.
1- Tımarlı Sipahiler
Osmanlı Devleti ordusunun temeltaşı niteliğinde olup, devletin büyümesinde birinci derecede te’sirli olan topraklı süvârî teşkilâtı. Tımarlı sipâhî ordusunun kuruluş ve gelişmesi, esas olarak tımar rejimine dayanmaktadır. Tımar rejimi, Türklerin on birinci yüzyılda İslâm dünyâsı içerisine girdikten sonra kendi askerî teşkilât ve gelenekleriyle yerli müesseseleri uzlaştırarak meydana getirdikleri bir sistemdir (Bkz. Tımar). Osmanlılar bu sistemi târihî şartlara göre geliştirmişler ve cihânşümul devletlerini bu temel üzerinde kurmuşlardır.
Tımarlı sipahilerin kaynağı, daha kuruluştan itibaren tamâmiyle devletin fetih politikasına dayanıyordu. Tımar almak ve Sipâhî sınıfına girmek için, pâdişâh seferlerine, gazâya katılmak ve yararlık göstermek şarttı. Tımar tevcihleri, daha ziyâde fethedilen topraklar üzerinde yapılırdı. Böylece Rumeli’de ve Orta Avrupa harp meydanlarında Anadolu’dan gelen binlerce Türk gönüllü veya akıncı, büyük yararlıklar karşılığında fethedilen topraklarda tımarlı sipâhî olarak yerleşiyorlardı. Büyük seferler sırasında pâdişâh, Anadolu’ya fermanlar göndererek meydanlarda okutur, gönüllü gençleri gazâya çağırır ve yararlık göstereceklere tımar vadinde bulunurdu. Bu usûlün Osmanlı Devleti’nin başlangıcından itibaren kullanıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim 1301’de Baphaeon savaşında Osman Gâzi’nin kuvvetlerinin bir kısmı süvârî idi. Bu Gâziler, gazâ yapmak ve dirlik sahibi olmak için onun bayrağı altına koşan gönüllü Türklerdi.
Osmanlı Devleti’nin vergi sistemi ve toprak siyâseti yanında eyâlet idâresinin temeli de tımar rejimi idi. Osmanlılar, cihânşümul bir politika güttükleri için hıristiyan Avrupa’nın en büyük ordularıyla savaşmak mecburiyetinde bulunduklarından, devletin bütün kaynaklarını bu mücâdeleler için seferber edecek şekilde teşkilâtlanmışlardı. Devlet arazisi, tımarlı sipâhî kuvvetlerinin kumandanı olan beylerbeyiler idaresinde geniş idâri birliklere ayrıldı. On beşinci yüzyılın başında Osmanlı Devleti; Anadolu, Rumeli ve Eyâlet-i Rum (Sivas, Tokat, Amasya) adıyla üç beylerbeyilik iken, asrın ortalarına doğru beylerbeyliklerin sayısı arttı. On yedinci yüzyıl başlarında sayıları 32’ye çıktı. Beylerbeyilikler sancaklara, sancaklar da subaşılıklara ayrılıyordu. Subaşılıklara dâhil köylerde sipahiler otururlardı. Sefer zamanı sipahiler, her subaşılıkta bulunan çeribaşılar tarafından toplanır ve subaşıların kumandası altında belirlenen yerde sancak beyinin emrine girerler. Sancak beyleri de önceden bildirilen yerde beylerbeyinin kumandası altına girmek üzere hareket ederlerdi. Beylerbeyi kendi eyâletinin askerini alarak belirtilen yerde pâdişâhın ordusu ile birleşirdi. Yavuz Sultan Selim’in, Şâh İsmâil üzerine yürüdüğü İran seferi rûznâmesinde orduya yapılan iltihaklar şu şekilde kaydolunmuştur: “Rebîülevvel’in on birinci gününde Yenişehir önünde Rumeli askeri ve Anadolu vilâyeti leşkerı (asker) beyler ile gelüp ordu-yı hümâyûna mülhak oldular (katıldılar). Gelen beylerbeyi, pâdişâhın önünde geçit resmi yaparak ordusunu gösterdi.”
Beylerbeyiler ve kendilerine tâbi sancak beyleri, subaşıları ve sipahiler seferde olmadıkları zaman, bölgelerinde asayişi muhafaza ederler, pâdişâhın emirleri ve kânunlara göre kâdıların verdikleri her türlü kararları uygularlardı. Böylece bu asker sınıfı bugünkü jandarma hizmetlerini de yaparlardı.
Tımarın tamâmiyle sipâhîlerin şahsına verilen ve kılıç tımar denilen asgarî bir mikdârı vardı. Kılıç tımar mikdârı yer ve zamana göre değişmekle beraber 3.000 akçe dolaylarında olurdu. Bu mikdâr tımar defterine her sipâhî için ne kadar yazılmışsa, kesinlikle değiştirilmez ve parçalanmazdı. Sipâhî bu mikdârdan fazla her 3.000 akçelik gelir için, cebeli denilen tam tachizâtlı bir askeri savaşa götürmek zorundaydı. Her cebelinin atı, silâhı, yiyip içeceği sipâhîsine âiddi.
Tımarlı sipâhîlerin mutlak surette kazasında veya hiç olmazsa sancak dâhilinde oturması şarttı. Çünkü sipahiler cebelilerini hazırlayarak bâzan pek kısa bir zaman içinde hareket etmeye mecbur olduklarından, dirliğine yakın yerde oturmaları îcâb ediyordu. Hükümetin müsâdesi olmadan sefere gitmeyen sipahinin dirliği elinden alınırdı.
Sipahiler; ok, yay, kılıç, kalkan, mızrak ve gürz gibi silâhlar kullanırlardı. Bu ordunun Avrupa orduları karşısında üstünlüğü, hafif süvârî olarak, daha hızlı manevra kabiliyetine sâhib olması ve gelenek olan Türk taktiğini, yâni kaçıp dağılır gibi yaparak düşman saflarını bozmak sonra onu maharetle kuşatma usûlünü uygulamasındadır. Bu manevra, davul ve bayrak işaretiyle yapılırdı. Türk okları, kılıçları ve atları da an’anevî üstün vasıflara sâhibti. Ancak her zaman Osmanlı ordusunu zafere ulaştıran en mühim unsur, bu taktiği ve silâhları kullanan asîl ve kahraman milletin bozulmaz îmânı ve ahlâkı olmuştur.
Her eyâlette; tımarlı sipâhî ve zeamet sahiplerinin isim, künye ve hüviyetleriyle, tımar yerlerini ve mikdârını gösteren defterler vardı. Bu sebeple devlet, sefer esnasında ne kadar tımarlı sipâhî ve cebeli çıkaracağını bilirdi. Nitekim 1528’de resmî kayıtlara göre 27 bin kapıkulu askerine karşılık tımarlı ordusu cebelileri ile 85-90 bini buluyordu. Kânûnî Sultan Süleymân devrinde tımarlı sipahiler sosyal ve askerî yönden en parlak devrini yaşadı. Bu devirde bunların sayısı 75.600’ü Rumeli, 91.600’ü Anadolu tımarlı sipahisi olmak üzere 167.200’e ulaşmıştı. Bu suretle tımarlı sipâhîler, Rumeli ve Anadolu atlı ordusu olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Nitekim meydan muhârebesi düzeninde sağ ve sol kanatları bu iki ordu teşkil ederdi. Kapıkulu askeri ise merkezde bulunurdu. İlk zamanlarda Rumeli tımarlı ordusunun kumandanı Rumeli beylerbeyi, Anadolu tımarlı ordusunun kumandanı da Anadolu beylerbeyi idi. Fakat sonradan her iki kanada da pâdişâhça seçilen vezirler kumanda etmeye başladı. Kânûnî devrinde bu iki ordu o derece büyüyüp güçlendi ki, Avrupa’ya sefere çıkıldığında çok defa Anadolu sipâhî ordusu çağrılmaz veya bâzı birlikleri çağrılırdı. Sefer Asya’da ise, bu defa Rumeli kuvvetlerine hemen hemen hiç ihtiyâç duyulmazdı.
Sefer sırasında beylerbeyiler, sipâhîler için tutulan defterleri yanlarında götürürler, buna göre, harpten önce ve sonra olmak üzere iki yoklama yaparlardı. Harp başlamadan önceki birinci yoklamada bulunmayan sipâhinin dirlikleri alınmaz, son yoklamaya kadar beklenirdi. Dönüşte yapılan yoklamada, aldıkları emir sebebiyle gelmeyenler hâriç, bulunmayanların dirlikleri alınır ve cezalandırılırlardı. Buna karşılık muhârebede mühim rolleri olan tımarlı sipahilerden şevk ve gayreti görülenlerin dirlikleri arttırılarak terfî ettirilirlerdi. Savaşta şehîd düşen sipâhîlerin aileleri ve çocukları da devletin himâyesi altına alınır, oğullarının her birine iki veya üç bin akçelik tımarlar verilirdi. Osmanlı ordusunu üstün bir ordu durumuna getirip, cihân devleti olmasında mühim rol oynayan tımarlı sipâhîler, on yedinci asırdan itibaren itibârını yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Bunun da sebebi, bir ortaçağ askeri olan sipahinin modern çağın tüfekli piyadesine karşı koyamaması, kale muhasara savaşlarında ancak yardımcı asker olarak hizmet edebilmesi idi. Geleneksel silâhlarını terketmek istemeyen tımarlı sipâhîler yerine, Anadolu’da yeni bir askerî birlik olarak tüfekli sekban bölükleri kurulmaya başlandı. Bundan sonra Osmanlı ordusunun Anadolu’dan aldığı gerçek askerler; tüfekleri bulunan ve ücretle hizmet gören sekbanlar oldu.
Böylece Kânûnî Sultan Süleymân zamanında Anadolu ve Rumeli’de yüz-yüz elli bin civarında atlı çıkaran tımarlı sipâhîler, aradan bir asır geçmeden, sekiz bin civarına düştü.
1826’da sultan İkinci Mahmûd, mevcut tımarlı sipâhîlerin üçte birinin her yıl İstanbul’a gelerek kışlalarda modern eğitim görmelerini emretti. Bunlara derecelerine göre, erlikten yüksek subaylığa kadar rütbeler verdi. Ancak bunlar Asâkîr-i Mansûre süvarisi adını alacak ve bundan böyle tımarlarında değil kışlalarda yaşayacak, modern eğitim görecek ve yeni askerî usûlü öğreneceklerdi. Tımarlarında oturmaya devam eden sipâhîler ise, 1844’de atlı jandarma olarak hizmete alındı. Bu arada uzun müddetten beri ne sipâhî ne de saray mensubu olarak kimseye tımar verilmiyordu. Ölen tımarlı sipâhîlerin çocukları ise İstanbul’a getirilip askerî mekteplere yazdırıldı. Onun için yeni Türk subayları arasında tımarlı sipâhî çocukları pek çoktur. Böylece kuruluşundan îtibâren Osmanlı Devleti târihinde büyük bir rol oynayan tımarlı sipâhîler, bir buçuk asır devam eden buhranlı hayâtının son safhasında, yeniçeriler gibi kanlı ve ızdıraplı bir tasfiyeye sebeb olmadan, sessizce kendiliğinden ortadan kalktı.
2- Geri Hizmet Kıt’aları
Yayalar ve yörükler: Osmanlı Devleti’nin ilk muntazam yaya sınıfını meydana getiren teşkilâtta Anadolu’dakilere yaya, Rumeli’dekilere ise yörük denirdi. Yeniçeri ocağının kurulup bu ocakta yaya kuvvetlerinin yetiştirilmesinden sonra yörük ve yayalar yavaş yavaş on beşinci yüz yıl ortalarına doğru, muhârebe hizmetinden alınarak geri hizmetlerde kullanıldılar. Anadolu eyâletinin muayyen sancaklarında bulunan yayaların, herbir ocağın başında bir yayabeyi olurdu. Her altı-yedi yayadan biri nöbetleşe altı ayda bir hizmete veya sefere gelirdi.
Yayalar harp zamanında yol açmak, hendek ve siper kazmak, top çekmek, gülle, ağırlık ve zahire nakletmek gibi vazîfeler yaparlar; sulh zamanlarında ise, ihtiyâca göre, kale tamiri, mâdenlerde çalışma, tersane hizmeti gibi görevlerde bulunurlardı.
Rumeli’de yayalarla aynı hizmeti gören yörükler; Tanrıdağı, Kocacık, Vize, Naldöken, Ofcabolu yörükleri gibi muhtelif mıntıkalarda bulunurlardı. Her mıntıkanın yürüklerinin başında da bir yörükbeyi vardı. Yirmi dört yörük, bir ocak sayılırdı. Her yirmi dört yörükten dördü sefere nöbetleşe gider, diğerleri yamak olarak yerlerinde kalırlardı.
Harp, Anadolu’da ise yayalar; Rumeli’de ise, yörükler sefere giderlerdi. Gerek yayalar ve gerekse yörükler yaya yâni piyade sınıfından olup; ok, yay, kalkan, kılıç ve künder denilen kargı gibi silâhları bulunurdu.
Müsellemler: Bunlar da yaya veya yörüklerle birlikte kurulan Osmanlı ordusunun ilk muntazam ordu teşkilâtının süvarisi olup, sonradan geri hizmette kullanılmışlardır.
Müsellemlerin Anadolu’dakileri genellikle müslümanlardan seçilmekle beraber, Rumeli’deki ler hem müslüman hem hıristiyan tebeadan alınırdı. Atlı olan müsellemler, harp zamanlarında, bir-iki gün evvel ordudan ileri sevk edilerek; yol, köprü ve ormanlıkları açarlardı. Müsellemlerin en büyük âmirleri sancakbeyleri olup, bunların otuz neferi bir ocak idi ve beşte biri nöbetleşe sefere giderdi. Sefere gidenlerin harçlığını gitmeyenler verirdi.
On altıncı yüzyıl sonlarına doğru yaya ve müsellem ocakları kaldırılarak, çiftlikleri zeâmet ve tımar yapılıp, bunların zâim ve tımarları da Kapdânpaşa eyâletine bağlandı.
Cerahorlar: İlk fütûhat devirlerinde Osmanlı ordusunda bulunduğu anlaşılan bu sınıf, daha ziyâde yol açmak, kale yapmak, ordunun geçmesine mâni ormanları kesmek, bataklıkları temizlemek, siper kazmak ve ordu ağırlıklarını nakletmekle vazifeliydiler. Serhad boylarındaki hıristiyan tebeadan alınırlardı. Verilen emre göre cerahor mıntıkalarından herhangi bir hizmet için belirli mikdârda cerahor tedârik olunurdu.
Cânbazlar: Osmanlıların ilk devirlerinde teşkil olunan askerî kuvvetlerden birinin adı. Cânbâz, can ile oynayan, canını tehlikeye atan demektir. Ancak harp zamanında faaliyet gösteren bu teşkilât mensupları, sefere çıkıldığı zaman öncülük ederler ve daha ziyâde cesaret isteyen tehlikeli işlere girişirlerdi. Sulh zamanlarında ise ordu için at beslemek veya satın almak gibi vazifeleri vardı.
Cânbazlar sınıfının on altıncı asırda kendine mahsus bir kanunnâmesi bulunuyordu. Buna göre on cânbâz bir ocak teşkil etmekte ve sefer sırasında bunlardan biri nöbetle savaşa gitmekte, diğer dokuzu da buna ellişer akçe sefer harçlığı vermekte idi. Genelde yörüklerden teşkil olunan cânbazlar, otuz dokuz ocak hâlinde Vize ve Vidin taraftarında bulunurlardı.
Yeniçeri ordusunun kurulmasından sonra yaya ve müsellemler gibi cânbâzlar da geri hizmete alındılar. Nihayet on altıncı yüzyılda teşkilât kaldırılıp mensupları donanma hizmetlisi olarak kaydolundular. Çiftlikleri ise zeamet ve tımara çevrildi.
Voynuklar: Osmanlı Devleti’nde askerî hizmette bulunup ekserisini Bulgarların teşkil ettiği hıristiyan efrattan meydana gelen, nakliye ve ıstabl-ı âmire (saray ahırları) hizmetlerinde kullanılmış olan asker. Bunlar amme ve hassa voynukları diye ikiye ayrılırlardı. Amme voynukları harp zamanlarında sipahilerin atlarına bakarak ağırlık naklederler ve ordugâhın kurulup kaldırılmasında hizmet görürlerdi. Hassa voynukları ise ıstabl-ı âmire hizmetinde istihdam olunurlardı. Bunlar, çayır biçmek ve çayır zamanlarında hassa beygirlerine bakmakla mükellef idiler.
Voynuklara âid topraklar satılamaz veya tapuyla verilemez, mîrâs bırakılamazdı. Voynuk ölünce öncelik sırasıyla, oğlu veya kardeşi voynuk yapılır, topraklar ona verilirdi.
Voynuklara hizmet karşılığı verilmiş olan toprağa baştına denir, öşür alınmazdı. Voynuklar harac ve ispençe (bülûğa erenlerden başlayarak vücûdu çalışmaya müsâid erkek hıristiyanlardan alınan harac-ı muvazzaf) vermezlerdi. Baştınaları dâhilinde ot, kovan ve domuz resimlerinden ve tekâlif-i örfiyeden muaf idiler.
Voynuklar dörder-beşer kişilik müfrezelere ayrılmışlardı. Her müfrezeden biri sıra ile sefere giderdi
Voynukların sancak beyleri ve çeribaşları müslüman olup, daha küçük âmirleri hıristiyan idi.
3- Öncü Kuvvetler
Akıncılar: Osmanlı Devleti’nin serhadlerindeki hafif süvârî kuvveti. Çok serî hareket etmeleri sebebiyle bu adı almışlardır. Rumeli’de düşman kudretinin sarsılması, yerine göre kırılıp ezilmesi suretiyle fetihlerin kolaylıkla yapılmasını mümkün kılan akıncılar, on altıncı asır sonlarına kadar devlete büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Osmanlı hududu genişledikçe, hudut muhafızı bulunan akıncılar da daha ileri gitmişlerdir. Fâtih Sultan Mehmed ve bilhassa İkinci Bâyezîd ile Kânûnî Sultan Süleymân devrindeki düşman topraklarına yapılan akınlar fevkalâde hayret uyandırıcı mâhiyette idiler. Bâyezîd devrindeki akıncılık, Bosna üzerinden Venedik arazisine, Hırvatistan ve Dalmaçya’ya ve biraz da Transilvanya (Bosna-Hersek) taraflarına yönelmiş idi. Kânûnî zamanında ise, Macaristan ovaları Hırvatistan ve Almanya bütünüyle akıncıların hareket sahası içerisinde kaldı. Yavuz Sultan Selîm’in Çaldıran seferinde akıncılar büyük rol oynadı (Bkz. Akıncılar).
Deliler: Hudud ve hududa yakın yerlerde bulunup serhad kuvvetlerindendi. Bunlara, düşmana korkusuzca saldırmaları ve gözlerini budaktan esirgememeleri sebebiyle deliler denilmiştir.
Deli, teşkilâtına alınacaklarda fevkalâde cesaret ve atılganlık arandığı gibi, iri yarı ve cüsseli olmalarına da dikkat edilirdi. Ocaklarını halîfe hazret-i Ömer’e mensup addeden deliler, şehâdete ulaşmak için pervasızca düşmana saldırır ve bu halleriyle etrafa dehşet verdiklerinden umumiyetle muvaffak olurlardı.
Deli askerî sınıfı on altıncı yüzyıldan evvel yoktu. Tamâmiyle Rumeli halkından olan deliler bu asırdan îtibâren kısmen Türk ve kısmen de Boşnak, Sırp, Hırvat gibi müslüman olmuş cengâver kimselerden meydana gelirdi. Silâhları; eğri pala, kalkan, mızrak ve bozdoğan idi. Güçlü, kuvvetli atlara binen deliler, düşman üzerine korku uyandıracak kıyafete sahipti. Başlarına sırtlan ve Pars derisinden yapılmış ve üzerine kartal tüyü takılmış başlık, ayaklarına kurt ve ayı derisinden yapılmış şalvar, sırtlarına da yine ekseriyetle tüylü derilerden yapılmış elbiseler giyerlerdi.
Delilerin elli ve altmışı bir bayrak olup, bir kaç bayrak birleşince bir delibaşı emrine verilirdi. Deliler on altıncı yüzyılda Rumeli beylerbeyi ile Semendire ve Bosna sancakbeylerinin emirleri altında bulunurlardı. Fakat daha sonraları başka beylerbeyleri de deli kuvveti meydana getirmişlerdir. Osmanlı tarihindeki en meşhur deli kuvvetleri; on altıncı asrın ilk yarısı içinde Semendire sancak beyi Yahyâ Paşazade Bâli Bey ile Bosna sancakbeyi Gâzi Hüsrev Bey’in deli kuvvetleridir. Bunlardan Gâzi Hüsrev Bey’in emrinde on bin kişilik deli kuvveti mevcuttu. Deli teşkilâtı efradı maaşlı idi ve maaşları beylerbeyiler tarafından verilirdi.
On sekizinci asrın ortalarına kadar mühim hizmetlerde bulunan deli askerî teşkilâtının bozulması diğer askeri sınıflara göre biraz daha geç olmuştur. On dokuzuncu asırda deli gruplarının Anadolu’da şekâvetleri görüldüğü için, teşkilâta, 1829 yılında sultan İkinci Mahmûd son verdi.
Gönüllüler: Serhad kulu süvârilerindendir. Hudûd ahâlisinden seçilirlerdi. On beşinci yüzyıl sonları ve on altıncı yüzyıl başlarında kurulan teşkilâtın hudut şehir ve kasabalarını muhafaza etmek başlıca vazifesiydi. Tahsisatlarını bağlı bulundukları eyâletin mâliyesinden alırlardı. Gönüllü ağası ismiyle ağaları, kethüda, kâtip, alemdar, çavuş ve sâir zabitleri vardı. İyi binici olmaları şarttı. Sağ ve sol gönüllüleri diye iki kısma, her kısım da çeşitli bölüklere ayrılmıştı.
Beşliler: Bunlar da serhat kulu süvârîlerindendir. Düşmana yakın yerlerde bulunan palangaların yâni, siper ve hendekler ile çevrilmiş yerlerin müdafaasıyla görevli idiler. Îcâb ettiği zaman akına da gidip düşman ahvâlinden hükümeti haberdâr ederlerdi. Beşliler de sağ ve sol beşlileri gibi kısımlara ayrılmışlardı. Maişetlerini bulundukları eyâletin mâliyesinden veya ocaklık olarak gösteren mahallin hâsılatından sağlarlardı. Her beş hâneden bir kişi bu sınıfa asker alındığı için bu isimle anılmışlardır.
4- Kale Kuvvetleri
Azablar: Azab, bekâr manasınadır. Osmanlı ordusunda hafif piyade kuvvetlerini teşkil eden askerî sınıf. Bunlar da akıncılar gibi seyyar olup; Rumeli’nde de teşkil edilmişti.
Bir harp vukuunda devlete ne kadar azab yâni güçlü kuvvetli bekâr adam lazımsa, bu mikdâr sancaklara taksim edilerek mahallerine bildirilir ve bu suretle yirmi veya otuz hânede bir, harbe elverişli azab seçilirdi. Bu azabın bütün masrafını diğer on dokuz veya yirmi dokuz hâne te’min ederdi. Azabların bu şekilde silâh altına alınmalarına azab çağırtmak denilirdi.
İlk zamanlarda devletin mühim yaya kuvvetlerini teşkil ederdi. Tımarlı sipahilerle beraber ilk muvaffakiyetlerde bunların da büyük payı vardı. İstanbul fethini tâkib eden senelerde mevcûdları otuz bini bulmuştur.
Azablar muhârebe zamanında ordunun merkez ile sağ ve sol kollarının en önünde bulunurlar ve düşman üzerine ok yağdırırlardı. Ordu merkezinde yeniçerinin önünde topçular ve onların önünde de azablar yer alırlardı. Düşman ile muhârebede ilk hücuma azablar geçtiklerinden vaziyetleri tehlikeli ve hizmetleri pek büyüktü. Başlarına kırmızı börk giyen azabların silahları ok, yay, omuzda asılı pala ile kalkandan ibaretti.
Azabların kale muhafaza hizmetine ayrılmaları, 1501 senesinde Midilli adasına yapılan tecâvüz hâdisesiyledir. O sene Fransız, Sicilya ve Aragon donanmalarına mensup deniz kuvvetleri, Midilli önüne geldikleri sırada, adaya acele azab askeri sevkedilerek kalenin muhâfazasıyla vazîfelendirilmişlerdi. Bu hâdiseden sonra azabların ekserisi kale muhafazasına ayrıldı. Kale muhafızlığı orada uzun süre kalmayı îcâb ettirdiğinden, azablar da maaşlı asker sınıfına alındılar. Hafif piyade vazifesi görenler ise tedricen kaldırıldı ve on altıncı asrın ikinci yarısından îtibâren azablar; kale ve deniz azabları diye ikiye ayrıldılar. Bunlar da ikinci Mahmûd Han’ın ıslâhatına kadar devam ettiler.
Fârisânlar: Serhad kulu atlı sınıfından olup, kalelerin ehemmiyetine göre fârisân-ı evvel, fârisân-ı sânî ve fârisân-ı sâlis gibi ortalara ayrılmışlardı. Ortalar birinci ve ikinci ağa ismi verilen iki ağaya tâbi olup, bu ağalar sancak merkezindeki kalede otururlardı. Ortalarda o sancaktaki kalelerde hizmet görürler, maaşlarını bulundukları sancağın mâliyesinden veya herhangi bir mahallin mukâtaa gelirlerinden alırlardı.
Derbendler: Askeri ve ticarî yolları, dağ geçitlerini, sınır noktaları ile köylerden geçen yolları korumak için kurulan müstahkem karakollarda bulunan asker sınıfı (Bkz. Derbend Teşkilâtı).
Martoloslar: Hudud boyları ile derbend ve geçitlerin muhâfazasıyla sorumlu bir nevi muhafız sınıfı. Önceleri sâdece rumlardan teşekkül etmiş bir sınıf iken, sonraları içlerine Osmanlı tebeasından olan diğer hıristiyanlar da girmiştir. Bunların yalnız Bosna hududunda bulunanları müslüman idi.
On beşinci yüzyılın başında tamamen hudûd bekçisi hizmetinde bulunan Martoloslar, bu yüzyılın ikinci yarısında, Tuna nehri üzerinde Vidin, Güğercinlik, Belgrad, Tameşvar, Delvine, Zigetvar gibi kalelerde hizmet eden askerî bir teşkîlât olarak görünmektedirler. On-onbeş kişilik birlikler hâlinde bulunan martoloslar, bir reis idaresinde idiler. Yevmiyeleri iki akçe kadardı. Martolos sınıfının başında bulunan ağalar müslümanlardan seçilirdi.
On yedinci yüzyılın sonlarından itibaren bozulmaya başlayan martoloslar teşkilâtı, 1722’de Rumeli vâlisi Osman Paşa’nın arzı üzerine kaldırıldı. Bu teşkilâtın yerine tamâmiyle müslüman reâyâdan muhâfazacı ve bekçi adı altında yeni bir teşekkül meydana getirildi