Arama

Haçlı seferlerinden sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasi durumu nedir?

Güncelleme: 14 Nisan 2009 Gösterim: 3.163 Cevap: 1
feyzaaaaa - avatarı
feyzaaaaa
Ziyaretçi
14 Nisan 2009       Mesaj #1
feyzaaaaa - avatarı
Ziyaretçi
benım donem odevım var haçlı seferlerınden sonra osmanlının sıyası durumu nedir?şimdiden tşkür eddrim=)
Sponsorlu Bağlantılar
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
14 Nisan 2009       Mesaj #2
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
HAÇLI SEFERLERİ VE SONRASI

Sponsorlu Bağlantılar
Türklerin Rumeli'ye yerleşmeye başlamaları üzerine bir yandan Bizans, öte yandan Rumeli'deki bütün milletler ayağa kalkmışlardı: Hıristiyanlık, Müslüman tehdidi altındaydı. Türklerin istilası durdurulmalı, Avrupa ve Bizans kurtarılmalıydı. Papa 5. Urbanus girişimi ele aldı. Macar Kralı Layoş komutasındaki Macar, Sırp, Bulgar, Eflak, Bosna orduları Türkler üzerine yürüdüler. Bu, Türklere karşı düzenlenen ilk "Haçlı Seferi"ydi.
Fakat Edirne yöresindeki Sırp Sındığ'nda, 1364'de Hacı İlbey'in on bin kişilik öncü birliği, asıl ordusunun yetişmesine vakit bırakmadan bir baskınlı yüz binlik Haçlı ordusunu kılıçtan geçirdi. Sonraki üç yılda Bulgarlar Türk egemenliğine boyun eğdi. Sırp Sındığı savaşından yedi yıl sonra, 1371'de Sırp Kralı Vukaş'ın düzenlediği 2. Haçlı ordusu da, yine Edirne yöresinde (Çimen'de) I. Murat tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldı. Türkler artık Adriyatik Denizi'ne ulaşmışlardı. Kısa bir süre sonra da Sofya, 1382'de Türklerin eline geçti.
"Rumeli"nin kaderini belirleyen Kosova Savaşı, 1389'da, yani Türklerin Rumeli topraklarına çıktıkları 1354 yılından 35 yıl sonra gerçekleşti. 3. Haçlı ordusu, Kosova'da, kendisinden daha az kuvvetteki I. Murat ordusuna yenildi. I. Murat, savaş alanını gezerken yaralı bir Sırp askeri tarafından öldürülmüştü ama, Rumeli'de 500 yıl sürecek Türk egemenliğinin temeli de atılmıştı.
Kısa süre sonra Türkler, Tuna'ya ulaştılar. I. Murat'ın yerine tahta geçen Yıldırım Bayezit, 1391'de Tuna'yı geçerek Eflak (Romanya) topraklarına girdi.
Türklerin Rumeli'ndeki bu hızlı ilerleyişini durdurmak amacıyla, Papa 4. Bonifacius'un girişimleri sonucunda, İngiliz, Fransız ve Almanlar başta olmak üzere hemen bütün Avrupa ülkelerinden gönüllülerinin oluşturduğu büyük bir Haçlı Ordusu kuruldu. Macar Kralı Sigismund komutasındaki 4. Haçlı Ordusu, 25 Eylül 1386'da Niğbolu'da Yıldırım Bayezit'in komuta ettiği Osmanlı ordusu tarafından imha edildi.
Yıldırım Bayezit'in Ankara Savaşı'nda Timur'a yenilmesiyle bir ara Rumeli'de duraklayan Türk ilerlemesi, Sultan I. Mehmet'in tahta çıkmasından sonra yeniden hız kazandı. Türk akıncıları Macaristan ovalarına ulaşmışlardı.
Avrupalılar yeni bir haçlı ordusu kurdular. Sultan II. Murat, Macar Kralı Yanos komutasındaki 5. Haçlı Ordusu'nu, 1444'de Varna'da kılıçtan geçirdi. Dört yıl sonra yine Yanos komutasındaki 6. Haçlı Ordusu da aynı akıbeti yaşadı. Sultan II. Murat, tıpkı atası I. Murat gibi, yine Kosova'da, 59 yıl sonra 1448'de büyük bir zafer daha kazanmıştı.
Beş yıl sonra, 1453'te Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u ele geçirmesiyle birlikte, "Rumeli"nin fethi tamamlanmış oldu.
1364'de Sırp Sındığı ile başlayan ve 1451'de 2. Kosova Meydan Savaşı ile biten altı Haçlı Seferi sonunda Türkler, tüm Balkanları ellerine geçirdiler. 1354'de Bolayır'a ayak basan Türklerin, bütün Balkanları ele geçirmeleri için bir asır yetmişti.
Türk yayılması bundan sonra da devam etti. 1460'da Mora, hemen ardından Bosna ve Hersek Osmanlı topraklarına katıldı. 15 yıl sonra, Arnavutluk ve Balkanların ötesindeki topraklar, Boğdan ve Kırım Hanlığı da Fatih Sultan Mehmet'e boyun eğdi. Belgrad, Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1521'de ele geçirildi. Artık "Avrupa'nın fethi" başlamıştı. 5 yıl sonra 1526'da Kanuni'nin orduları, Mohaç'ta Macar ordularını imha etti. Budapeşte teslim olmuş, Orta Avrupa kapıları açılmıştı. Avrupalılar artık kendi canlarının derdine düşmüşlerdi. Artık gayeleri, Türkleri Balkanlardan atmak değil, Roma ve Viyana başta olmak üzere, diğer memleketleri savunabilmekti.
MAKEDONYA ÜSTÜNE HESAPLAR
20. yüzyılın başında Osmanlı'nın elinde kalan Batı Rumeli, 3 bölge ve 6 vilayetten oluşuyordu. Arnavutluk Bölgesi, İşkodra ve Yanya vilayetlerinden, Trakya (Batı ve Doğu) Bölgesi, Edirne vilayetinden, Makedonya Bölgesi ise Selanik, Manastır ve Kosova vilayetinden oluşuyordu.
Arnavutluk'da daha çok Arnavutlar, Trakya'da da daha çok Türkler yaşarken, Makedonya'da Türkler ve Arnavutlardan başka, Rum, Bulgar, Sırp, Karadağ, Ulah (Romen) gibi değişik ırk ve dinlere mensup halklar iç içe yaşıyordu. Makedonya bölgesindeki tüm milletler, bölgenin kendilerine ait olduğunu ileri sürüyorlardı.
Yunanistan, Büyük İskender ve Bizanstan beri Makedonya'nın Rum olduğunu iddia ederken; Bulgarlar, 9. yüzyılda bile buraların Bulgar krallığının yurdu olduğunu savunuyorlar, Berlin'de bozulan Ayastefanos'a göre Makedonya bölgesinin Bulgaristan'a verildiğini söylüyorlardı. Ege sahillerine inmek, Bulgarlar için vazgeçilmez bir hedefti. Bulgar Kilisesi yayınladığı bildiride "Bizim geleceğimiz Makedonya'dadır. Makedonyasız Bulgar devleti, Balkanlar içinde gayesiz ve önemsiz kalacaktır. Selanik, Bulgar Devletinin giriş kapısı olmalıdır." diyorlardı.
14. yüzyılda Kral Duşan zamanında Makedonya topraklarının kendi mülkleri olduğunu savunan Sırplar da, Makedonya'yı kendi mülkleri olarak ilan ediyor, Selanik'i de ülke sınırları içine katma gayesini güdüyorlardı.
Ulahlar (Romenler) da kavganın içindeydiler. Romanya'da yerleşen ve Slav olmayan Ulahlar, Ortodoks dinine mensuptular. Bir kolları Roma İmparatorluğu zamanında Romanya'dan Makedonya'ya inmiş ve oraya yerleşmişlerdi. Romanya'nın yakın desteğindeki Ulahlar da Makedonya'da yeni topraklar istiyorlardı.
Bütün Balkan milletleri, Makedonya topraklarında hak iddia ediyorlardı.

BULGARİSTAN'IN FAALİYETLERİ
1890'da Berlin Antlaşmasından iki yıl sonra Bulgarlar, Sofya'da bir "Makedonya Komitesi" kurmakla girişimlerine hız verdiler. Üç yıl geçmeden 1893'de Osmanlı toprağı olan Selanik'te gizli bir başka Bulgar "Makedonya Komitesi" boy gösterdi. Her iki komite kısa zamanda Makedonya'nın bir çok il ve ilçesinde örgütlendiler, silahlı çeteler oluşturdular.
Bulgarların bu faaliyetleri, özellikle Sırp ve Rumları harekete geçirdi. Onlar da hızla örgütlenmeye ve silahlanmaya başladılar. Arnavutlar da ayaklanmıştı. Çatışmalar gittikçe büyümekte, anarşi ve terör yayılma tehlikesi göstermekteydi. Çeteler, kendi milletleri haricindeki halkı yıldırıp kaçırmaya, kendi nüfus yoğunluklarını arttırmaya çalışıyorlardı.
Terör olaylarında Bulgarların üstün olduğu görülüyordu. Bulgarlar 10 yıl kadar önce, 1870'de kendi bağımsız kiliselerini kurmakla bu yönde önemli bir adım atmışlardı. O tarihe kadar Müslümanlar dışındaki tüm Hıristiyanlar, din yönünden İstanbul Fener'deki Rum Ortodoks Patrikliği'ne bağlıydı. Çünkü Fatih Sultan Mehmet zamanından beri Türklere göre, Müslümanların dışındaki herkes Rum (Romalı) idi ve Rumların dini merkezi de Rum Patrikliği idi. Halbuki her gün biraz daha genişleyen Osmanlı ülkesinde Ortodokslardan başka Katolik, Protestan, Musevi, değişik dinler ve değişik mezhepler vardı.
Zaman, yavaş yavaş bu din ve mezhep ayrılıklarını meydana çıkarmış ve özellikle milliyetçilik duygularının kuvvet kazanmasından sonra milletler, din ve mezhebi aynı da olsa, her millet kendine ati bağımsız bir kiliseye sahip olmak arzusuna kapılmıştı. Gün geçtikçe Sırp, Bulgar, Hırvat ve başka Ortodokslarla Rum Ortodoksları arasında bir kilise çekişmesi ortaya çıkmıştı
KİLİSELER SAVAŞI
Balkanlarda Rum isyanı ve 1829'da bağımsız Yunanistan'ın kurulması, Osmanlı yönetimini Rumlara karşı bazı önlemler almaya zorladı. İlk akla gelen de Fener Patrikhanesinin etkisini azaltmak oldu. Ne zamandır bağımsız kilisesini kurmak için büyük bir uğraş veren Bulgarlara bu hakkı vermek en kestirme yoldu. Bu, hem Rumların diğer milletler üzerindeki din gibi zamanın en güçlü silahını elinden alaca, hem de bir Bulgar-Rum çekişmesi Balkarlarda sıkışan Osmanlı yönetimine biraz nefes almak fırsatı verecekti. Merkezi İstanbul'da olan bağımsız Bulgar kilisesi (Ekzarhlığı) 1870'de resmen kuruldu.
Artık, "Megalo İdea" ile "Büyük Bulgaristan" karşı karşıya idi; "Helenizm" ile "Panislavizm" büyük bir mücadeleye girişmişlerdi. Çok geçmeden bu stratejik savaşa Sırplar da katıldı. Sırp Kralı Aleksandr, 1894'de İstanbul'u ziyareti sırasında Abdülhamit'ten, Makedonya'nın Üsküp vilayetinde bir Sırp Piskoposluğu açma iznini aldı. Şimdi Makedonya'da müftülüklerin yanında üç de kilise vardı.
Babıali, kiliseler savaşını başlatmıştı.
VAROLMA MÜCADELESİ
Balkan milletleri arasında, din, dil, ırk, kültür ve mezhep kavgaları etrafında gelişen tam bir "Varolma Savaşı" yaşanıyordu. Bu savaşta her millet özellikle şu üç elemandan yararlanmaktaydı: Papazlar, öğretmenler, çeteler... Sırplar da Rum Metropolitlerini kovarak bağımsız kiliselerini kurmuşlardı. Şimdi özellikle Bulgarlar, Sırplar ve Rumlar Makedonya'da okul, kilise ve çete savaşı ile kendilerini kanıtlamaya, bu toprakların asıl sahibinin kendileri olduğunu diğerlerine kabul ettirmeye çalışıyorlardı.
Balkan milletleri arasındaki bu mücadele sürüp giderken, Osmanlı yönetimi de, jandarması ve ordusuyla kavgayı önlemeye çalışıyor, düzeni ve sınırları korumak için didinip duruyordu. Köylü ve kentli Türk halkı, kendi askerine ve jandarmasına sığınmıştı.
20. yüzyıl başladığında "Doğu Sorunu" yine baş ağrıtmakta ve Balkanlar, Avrupalıların bütün dikkatini üzerinde toplamaktaydı. Terör, yağma, öldürme olayları gittikçe tehlikeli bir hal alıyordu. İngiltere ve Rusya, Babıali'yi yeni reformlar için sıkıştırıyorlardı.
II. Abdülhamit ise Berlin Antlaşmasıyla kabullendiği reformları olabildiğince geciktirmeye çalışıyor ve bu arada Rum'u, Bulgar'ı, Sırp'ı birbirine kırdırmak suretiyle Makedonya'yı koruma politikası güdüyordu.
Abdülhamit anılarında "Balkan hayduduna vurmak üzere her elimizi kaldırdığımızda, Rusya'yı, yahut İngiltere'yi karşımızda bulduk. Zaten İngiltere ile Rusya, evimizi harap eden iki fareye benziyorlar. Eskiden Fransa, bu iki iğrenç kemiriciye karşı istediğimiz zaman çıkarabileceğimiz güvenli bir savunucumuzdu. Fakat Fransa her gün biraz daha fazla bizden ayrılmaktadır. Allah'a şükür bunu gidermek için Almanya ile dostluk kurmuş bulunuyoruz. Bu namuslu müttefikimiz, herkesi hizada tutmasını bilecektir." demekteydi.
Abdülhamit'in disiplinli ve yeteneği ile tanınmış Hüseyin Hilmi Paşa'yı, olağanüstü yetkilerle Makedonya'ya genel müfettiş olarak ataması da bir çözüm getirmemişti.


BULGAR TERÖRÜ TIRMANIYOR
Bulgar ihtilal örgütlerinin 1903 yılında Selanik'te Osmanlı Bankasını bombalamasıyla terör zirveye çıkıyor ve sinirler büsbütün geriliyordu. Osmanlı Bankasının havaya uçurulduğu gün, Bulgar teröristler ayrıca Selanik limanındaki bir Fransız gemisini yakıyorlar, Vardar köprüsünü tahrip ediyorlar, şehrin Frenk Mahallesi'nde bombalar patlatıyorlardı. Yalnız 1903 yılının üç ayında Makedonya'daki bu terör sonunda 5328 Türk, 6000 Makedonyalı ölmüş, 198 ilçe yakılıp yıkılmış, 71000 kişi evsiz kalmış, 30.000 kişi Bulgaristan'a göç etmişti.
Çeteler, Avrupa'nın dikkatini çekmek için yabancılara da saldırıyorlardı. Bulgar çeteleri bir gün Serez'de bir Fransız maden mühendisini, bir başka gün Miss Sten adlı bir İngiliz rahibesini dağa kaldırarak yüklü fidyeler karşılığı salıveriyorlardı. Fidye parasını ise, kendi askerini beslemekte zorluk çeken, subayının maaşını aylarca ödeyemeyen Osmanlı hükümeti ödüyordu. Çeteler, trenleri, posta arabalarını ve bankaları soyuyorlardı.
Terörün her geçen gün büyümesi üzerine Avrupalı büyük devletler yeniden işe karıştılar ve Osmanlı'ya baskı uyguladılar. Babıali baskılara boyun eğdi. Buna göre Avusturya ile Rusya, Hüseyin Hilmi Paşa'ya birer yardımcı verdiler. Jandarma komutanlığına bir İtalyan generali getirildi ve emrine 25 yabancı subay verildi. Avusturya Üsküp, İtalya Manastır, Rusya Selanik, Fransa Serez, İngiltere Drama illerinin güvenliğinin sorumluluğunu üstlendiler. Böylece 1905 yılında Makedonya, adeta milletlerarası bir memleket görünümü kazandı.
Bu önlemler de bir çözüm getirmemişti. Kısa süren bir ümit devresinden sora kanlı kargaşa, yeniden başladı. Sırp Bulgar, Bulgar Yunan'ı, Yunan Ulah'ı, Arnavut Sırp'ı ve tabii ki, her biri fırsat buldukça Türkü katlediyordu. Türk askeri ve jandarması ise düzeni sağlamaya çalışırken, sürekli kan kaybediyordu. 1908 yılına gelindiğinde Makedonya'da tam bir kaos yaşanıyordu.
Bir yabancı yazarın, Berlin Antlaşması'ndan hemen sonra kaleme aldığı şu satırlar, 20. Yüzyıl başlarındaki Makedonya'nın akıbetini 17 yıl öncesinden haber veriyordu:
"Berlin Antlaşması karanlık ve karışık bir gelecek vaat ediyordu. Fakat böyle karanlık ve karışık bir gelecek, çıkar birliği yapan devletlerin Doğu'da giriştiği avcılık için en uygu ortam değil miydi? Osmanlı İmparatorluğunu yağmalamak fikri hepsini büyülüyordu. Yağmalamaya niyetlenenler içinse, karanlık ve bulanık bir ortamdan daha yararlı ne olabilirdi?"
OSMANLI YARI SÖMÜRGE GİBİ
II. Abdülhamit, Meşrutiyete son vermek ve Meclisi kapatmakla hiç bir şeyin çözümlenemeyeceğini biliyordu. Jurnalciliğe dayalı bir polis devleti ile koca ülkeye hakim olunamazdı. Yabancıların "Jön Türkler" dedikleri Türk aydınları, memleket dışına kaçarak mücadelelerini yine sürdürmekteydiler. Abdülhamit'e karşı muhalefet, gün geçtikçe artmaktaydı.
Kavga dövüş, yalnız Makedonya'da da değildi. Girit, hiç iyileşmeyen bir yara gibi kanayıp duruyor, Doğu'da, Güneydoğu'da, hatta İstanbul'da Ermeni ayaklanmaları yönetimin başına yeni sıkıntılar açıyordu. Yemen'de Araplar ayaklanmış, bağımsızlık istiyorlardı. Suriye'deki Havran ve Dürzi isyanları bir başka sıkıntı sebebiydi. Devlet yönetiminde büyük bir idari boşluk meydana gelmişti. Devlet, memuruna doğru dürüst maaş bile veremiyordu.
Mithat Paşa memleketin o günlerdeki halini şöyle anlatıyordu:
"Askerin aylığı 15-20 ve diğer memurların aylığı 8-10 ay gecikmelerle veriliyordu. Askerler bazı yerlerde beden ölçülerine göre elbise bulamayıp, kışta kar yağarken beyaz don, pantolonla nöbet yerinde donmakta ve çok kere aç ve çıplak kalmakta olduklarından, içlerinden gizli gizli, avuç açıp dilenenler, hırsızlık edenler, yol kesenler bulunuyordu. Çoluk çocuk sahibi devlet memurları için maaşsız geçinmek mümkün olmadığından, nice namus sahibi insanlar, kendilerine yakışmayacak hareketlere girişmek zorunda kalıyorlardı.
Orduda ve savaşta bulunan subayların, İstanbul'daki ailelerine gönderdikleri beşer onar kuruşluk parayı alabilmek için, maliye hazinesi avlusunda her gün birkaç bin kadın ve çocuk ve fukara toplanarak bağırıp çağrışıyorlardı. Maliye Nazırının yüzüne karşı, ağızlarına gelen küfürleri söylerlerdi. Kalabalıktan kol kırılır, göz çıkar ve kadınlar çocuklarını düşürürlerdi. Maliye Nazırı, daima kontrol altında bulundurulan odasının gizli merdivenlerinden kaçıp gidebilirdi."
İmparatorluk, bir yarı sömürgeydi. Sanayi zaten yoktu. El tezgahçılığı da, kapitülasyonlar etkisiyle memleketi istila eden Avrupa ithal malları karşısında hemen hemen yok olup gitmişti. İthalat ve ihracat zaten Osmanlı ülkesinde yaşayan Rum, Ermeni, Yahudi gibi Müslüman olmayanların elinde toplanmıştı. Küçük bir vergi karşılığı askere de gitmeyen bu azınlıklar, memleketin ekonomi ve ticaretini ellerinde tutuyorlardı. Askere alınan ve cepheden cepheye koşan Türk için, askerlikten başka bir tek çiftçilik mesleği kalıyordu.
Yarı sömürge halindeki Osmanlı ülkesinde ümitsizlik hakimdi. 19. yüzyılda sanayileşmesini tamamlayan ve kapitalizmin doğal bir sonucu olarak yeni pazarlar bulmak zorunluluğunda kalan Avrupa, dünyayı paylaşmaya başlamıştı. Afrika, Asya ve Güney Amerika, sömürgeler olarak zengin Avrupa devletlerince bölüşülmüştü. Sanayileşemeyen Osmanlı İmparatorluğu ise yarı sömürge haline gelmişti.
Zengin Avrupalılar, kapitülasyon ayrıcalıkları ve ucuz sanayi ürünleriyle gümrüklere kadar tüm ekonomiyi ellerinde tutuyorlardı. Sultan Abdülmecit zamanında, 1850'lerde başlayan Osmanlı borçlarını geriye almak bahanesiyle kurdukları "Düyunu umumiye" ile ülke yönetimini de ellerine geçirmişlerdi. Politik bakımdan devlet, Avrupalıların etkisi altında bağımsız hareket edemez, karar veremez bir haldeydi.
Jön Türkler gibi sivil oluşumlar ve asker, kötü gidişe bir çare arıyorlardı.
ÇÖZÜM ARAYIŞLARI
20. yüzyılın başında Osmanlı zor günler yaşıyordu. Abdülaziz'in büyük masrafla meydana getirdiği güçlü donanma, Abdülhamit'in emriyle Haliç'e çekilmiş ve çürümeye terkedilmişti. Kara ordusu ise sınırdan sınıra koşmaktan ve biri bitmeden diğeri başlayan isyanlarla uğraşmaktan halsiz düşmüştü. Ordu yenilikleri takip edememiş, her bakımdan geri kalmıştı. Devletin yönetimi ümit vaat etmiyordu.
Her ne kadar Abdülmecit zamanında, 1839'da başlayan ve 1856'da tekrarlanan "Islahat" reform hareketleri beklenen sonuçları getirmemişse de, Mithat Paşa'nın önayak olduğu I. Meşrutiyet (1876) büyük ümitler yaratmıştı. Ancak bir yıl sonraki 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşındaki ağır mağlubiyetten sonra Meclis 1878'de kapatılmış ve ülke her gün biraz daha kötüye gitmeye başlamıştı. Aydınlar, çıkış yolu arıyorlardı.
1889'da 5-6 askeri tıbbiyeli, okulda kendi aralarında bir gizli ihtilal örgütü kurdular. Sonradan "İttihat ve Terakki Cemiyeti" adını alan bu örgüt, asker-sivil aydınlar arasında içten içe, fakat hızla yayıldı. Her gün ölümle burun buruna olan Rumeli'deki subaylar, bu ihtilalci kuruluşun lokomotifliğini yapmaya başladılar. Bu, sebepsiz de değildi. Çünkü Rumeli'deki asker, diğerlerinden daha çok işin içinde ve ateşin orta yerindeydi.
Her gün biraz daha memleketin parçalandığını görüyor, Bulgar, Sırp, Rum, Arnavut, Karadağ, bütün toplumların milliyet bilinciyle örgütlenip güçlenmelerini, buna karşılık Osmanlı yönetiminin aczini, kılıçla buraları alan ve 500 yıldır buraların efendisi ve sahibi olan Türkün ayaklar altında kalışını bir iç burukluğu ile seyrediyorlardı.
Üstelik Balkanlardaki Osmanlı ülkesinin yönetimi, neredeyse Osmanlılardan başka, herkesin elindeydi: Genel Vali Hüseyin Hilmi Paşa'nın yardımcıları Rus ve Avusturyalıydı; jandarma genel komutanı bir İtalyan generaliydi; maliye denetleyicilerinden güvenlik subaylarına kadar her işin başında yabancılar vardı.
Yalnız Rumeli de değil, İstanbul bile yabancı buyruğunda gibiydi. "Düyun-u Umumiye" (Genel Borçlar) örgütü başkente çöreklenmiş, vergi toplama memurlarıyla tüm yurda yayılmıştı. Devletin bütçesi, alacaklı yabancıların haczi altındaydı. Yabancı şirketler, kapitülasyon memurları, ortalıkta cirit atıyorlardı.
Kara ordusunun düzenlenmesi işi, Alman Generali Von Der Goltz (Golç) ve diğer Alman subaylarının eline teslim edilmişti. Deniz kuvvetlerinin örgütlenmesi ise, İngiliz Amirali Felix Woods'un yönetimindeydi. Bir zamanlar herkesi titreten koca Osmanlı İmparatorluğu, şimdi Avrupalıların elinde son nefesini vermek üzereydi.

kaynak

Quo vadis?

Benzer Konular

27 Kasım 2012 / Misafir Soru-Cevap
11 Aralık 2008 / Ziyaretçi Soru-Cevap
3 Aralık 2011 / erol Soru-Cevap
22 Aralık 2014 / senel00 Cevaplanmış
1 Aralık 2009 / Misafir Soru-Cevap