Arama

Türkiye'nin tarihsel kültürel değerlerini korumak için neler yapılabilir?

Güncelleme: 15 Mayıs 2014 Gösterim: 6.659 Cevap: 1
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Mayıs 2014       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Türkiye’de Tarihsel Kültürel Değerlerin Korunması için neler yapılabilir acil cvp gerekli
Sponsorlu Bağlantılar
d_n_z - avatarı
d_n_z
VIP VIP Üye
15 Mayıs 2014       Mesaj #2
d_n_z - avatarı
VIP VIP Üye
Türkiye, binlerce yıllık bir geçmişe dayanan zengin uygarlıkların yaşadığı önemli bir ülkedir. Bu bağlamda insanlığın tarihsel-kültürel mirasının korunması konusunda evrensel sorumlulukları olan ülkelerin başında gelmektedir. Kültür mirasının korunmasındaki önemi sadece geçmiş değerlerimizi gelecek kuşaklara tanıtabilmek amacı itibariyle değildir. Geçmiş birikimin geleceğin yaratılmasında en önemli kaynak olarak değerlendirilmesi yaşamsal bir zorunluluktur.

Sponsorlu Bağlantılar
Bu çalışmanın amacı Türkiye’de tarihsel-kültürel değerlerin korunması konusunu cumhuriyetten günümüze çıkarılan yasalar bağlamında ortaya koymaktır.

Türkiye’de yaşanan hızlı kentleşmeye koşut olarak özellikle büyük kentlerde eski tarihsel çevrelerin önlenemez bir biçimde tahrip edilerek yok olmaları bu çevrelerin oluşturduğu zengin mirasın nasıl korunabileceği sorununu giderek ülkenin güncel konularından biri durumuna getirmiş bulunmaktadır. Bu durum çalışmanın konusun seçilmesinde önem taşımaktadır.
Çalışmanın kapsamı Türkiye ile sınırlı tutulmuştur. Ayrıca çalışmanın başında dünyada tarihsel-kültürel koruma konusunda yapılanlara da yer verilmiştir.

Çalışmada kullanılan malzeme yazındır. Konu ile ilgili öne çıkan kitap ve makalelerden yola çıkarak çalışma oluşturulmuştur. Ayrıca konu ile ilgili yasalardan da yararlanılmıştır.

Çalışma iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde kavramsal çerçeve ve dünyada tarihsel-kültürel çevrenin korunması konuları yer almaktadır. Kavramsal çerçevede tarihi çevre koruma, anıt, sit, koruma kavramları açıklanmıştır. Dünyada tarihsel-kültürel değerlerin korunması bağlamında Venedik tüzüğü ve Avrupa Mimari Miras Tüzüğü’ne yer verilmiştir. İkinci bölümde ise Türkiye’de tarihsel-kültürel değerlerin korunmasına yer verilmiştir. Bu konu belli yasal değişimler temel alınarak belli dönemlere ayrılmıştır.
Çalışmanın sonuç bölümünde ise cumhuriyetten günümüze tarihsel-kültürel koruma konusunda ne gibi gelişmelerin olduğu açıklanmıştır.

BİRİNCİ BÖLÜM

I. KAVRASAL ÇEVREÇEVE
1. Tarihi Çevre Koruma
Tarihi-kültürel çevrenin korunmasında; bütün bir kentin ya da kentler sisteminin korunmasından başlayarak, bir yapının korunmaya değer elemanına (yapı detayına) kadar inen farklı ölçekler korumaya konu olabilmektedir. Tarihi-kültürel çevre değerlerinin korunması gereğinin topluma kabul ettirilmesi farklı gerekçeler ile temellendirilmektedir, Bunlar; yerel, bölgesel, ulusal, dini vb. bir kimliğin yaratılma aracı olarak koruma, estetik-sanatsal değerleri nedeniyle koruma, turizm getirisi nedenli koruma ve bir toplumsal kültür ürünü olarak önceki kuşaklardan alınan mirasın sonraki kuşaklara aktarılmasını temel alan koruma olmak üzere sınıflandırılabilir (Kiper,2004:17-18).
Geçmişten günümüze kadar tarihi çevreler ve tarihi çevreleri koruma ile ilgili olarak çeşitli tanımlar yapılmıştır. Başlangıçta tarihi çevre ve koruma daha çok anıt niteliğindeki yapıları korumaya yönelik olduğu için tanımlarda da tarihi anıt kavramı kullanılmıştır. Daha sonraları koruma kavramında anıt ölçeğinden çevre ölçeğine doğru bir gelişim olmuştur.

1.1. Tarihi Çevre
Kendi başlarına anıt olmayan, fakat bir arada tarihi, geleneksel, görsel değerler taşıyan kasabaların, kentlerin kendilerine özgü karakterlerini yaratan tüm öğelerin bir arada değerlendirilmesidir. Tarihi mekânlar ise ölçeğe bağlı olarak gruplandırılmaktadır. Buna göre; Tarihi çevre; tarihsel, mimari, arkeolojk ve anıtsal değerleri ile bütünlük gösteren bir veya birkaç sokaktan oluşan dokulardır. Tarihi kent; tarihsel, mimari, arkeolojik ve anıtsal değerleri ile bütünlük gösteren dokuların oluşturduğu kent yerleşmeleridir. Tarihi bölge; birkaç kenti de içine alan tarihsel, mimari, arkeolojik ve anıtsal değerler ile bütünlük gösteren bölgelerdir.

1.2. Anıt
Sahip olduğu sanat, tarih ya da genel olarak kültür değeri bakımından kamu için olduğu kadar, bir ülke, bir ulus, bir bölge, bir kent, bir köy, bir aile vb bakımlardan da belirli bir önem taşıyan nesnelerdir. 1964 yılında kabul edilen Venedik Tüzüğü 1. madde’de tarihi anıt kavramı sadece bir mimari eseri içine almaz, bunun yanında belli bir uygarlığın, önemli bir gelişmenin, tarihi bir olayın tanıklığını yapan kentsel ya da kırsal yerleşmeyi de kapsamaktadır (Keleş-Hamamcı, 1997:120).

1.3 Sit
Doğal ya da insan eliyle yapılmış taşınmaz kültür varlıklarını barındıran, kent içinde bölünmez ve ayrılmaz bir bütün oluşturan ve bütün bu özellikleriyle korunması gereken çevre parçasıdır. Önemli tarihsel olayların geçtiği yerler de bu kapsamın içine girer. Sit yalnızca tarihi çevre için değil onun çevresi için de geçerlidir. Sit; tarih öncesinden günümüze kadar gelen çeşitli medeniyetlerin ürünü olup, yaşadıkları devirlerin sosyal, ekonomik, mimari ve benzeri özelliklerini yansıtan kent ve kent kalıntıları, kültür varlıklarının yoğun olarak bulunduğu sosyal yaşama konu olmuş veya önemli tarihi hadiselerin cereyan ettiği yerler ve tespiti yapılmış tabiat özellikleri ile korunması gerekli alanlardır.

1.3.1. Kentsel sit
Mimari, mahalli, tarihsel, estetik ve sanat özelliği bulunan ve bir arada bulunmaları sebebiyle teker teker taşıdıkları kıymetten daha fazla kıymeti olan kültürel ve tabii çevre elemanlarının (yapılar, bahçeler, bitki örtüleri, yerleşim dokuları, duvarlar) birlikte bulundukları alanlardır

2. Koruma
Koruma konusu, tüm olgular ve oluşumlar gibi tarihsel bir evrim geçirerek 2000’li yıllarda içeriğine kavuşmuştur. Koruma kavramının dünya toplumunda önem kazanması çok eskiye uzanmaz. 15.yy ve 16.yy. papaların çıkardığı, genellikle sanatsal değeri taşıyan eserleri ve Roma devri kalıntıları korumayı kapsayan emirnameler bulunmaktadır. 17.yy. ise koruma alanında, İsveç ve Danimarka gibi kuzey Avrupa ülkelerinde daha çok taşınır eserlere dayalı kral iradesi görülmektedir.18.yy.a gelene kadar tarihe saygıdan ileri gelen bir koruma kaygısından söz edilemez.
19.yy. sonrasında ise, hukuksal önlemlerin de artmasıyla korumadaki temel ilkeler saptanmıştır. 19.yy ‘ın ikinci yarısından sonra, geleneksel, tarihi ve estetik değerleri olan çevrelerin koruma bilinci önem kazanmıştır. (Kuban, 2000: 19).
Günümüzde tarihi çevre korumanın evrensel bir statüsü vardır. Tarihi çevre ve tarihi yapı koruma temelde çağdaş bir kültürel istektir ve toplum kültürünün çağdaşlaşmasına paralel olarak gelişir. Tarihi çevreyi korumanın karşısına çıkan en önemli engel sanayileşme ile birlikte gelen çağdaş çevre, çağdaş konfor imgesidir. Tarihi çevreyi koruma isteği bu imgelere karşı çıktığı savıyla, hem bir tutuculuk, hem de yenileşmeye engel olarak gösterilmeye çalışılır.

Oysa burada bir karşıtlık yoktur. Birçok alanda olduğu gibi karşı çıkılan şey sanayi değil sanayinin insan çevresinin sağlıklı gelişmesini engelleyen tek boyutlu, çizgisel yorumu, insani boyutları unutturan tüketim baskısı, kişisel yaşam ile organik ilişkisi kesilmiş bir kör üretim düzenine köle olmak gibi olgulardır (Kuban,2000: 25).
Kültür mirasını korumak sadece geçmiş değerlerin gelecek kuşaklara tanıtılmasını amaçlamaz. Geçmişin birikimini geleceğin yaratılmasında en önemli kaynak olması yaşamsal bir zorunluluktur. Kişilikli bir toplum olarak gelişebilmek için ulusların kültürel kimliklerini yeni yaşam çevreleriyle entegre etmeleri gerekmektedir.

2.1. Kentsel koruma
Toplumun geçmişteki sosyal, ekonomik koşullarını kültür değerlerini yansıtan fiziksel yapının, günümüzün değişen sosyal, ekonomik, koşulları altında yok olmasına engel olmak ve çağdaş gelişmelerle bütünleştirerek yaşamasını sağlamak olarak da açıklanmaktadır. Yine başka tanımlama da; kentlerin belli kesimlerinde yer alan tarihsel ve mimari değerleri yüksek yapılarla anıtların ve doğal güzelliklerin gelecek kuşakların da yararlanması için her türlü yıkıcı, saldırgan ve zararlı eylemler karşısında güvence altına alınması olarak tanımlanmıştır. İnsanlığın tarih boyunca yarattığı kültürel değerlerin fiziksel çevreye yansımış olan görüntüleri de tarihsel-kültürel çevre olarak tanımlanmaktadır (Keleş-Hamamcı, 1997:120).

II. DÜNYADA TARİHSEL KÜLTÜREL DEĞERLERİN KORUNMASI
Tarihte ilk koruma çalışmaları, yönetimin ve dinin etkisi ile yönetim binaları ve kilise, manastır gibi dinsel binalarda olmuştur. Bu yapılar, hem temsil ettikleri gücün etkisini arttırmak hem de doğal ve fiziksel eskimeleri önlemek amacıyla korumaya alınmış, restorasyonları yapılmıştır. Eski Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarında da, koruma daha çok dini inanç ve törelere bağlı olarak gelişmiştir. Yazıtlar, anıtların dini ve aşkın değerlerini ön plana çıkarmaktadır. Eski Mısır yerleşmelerinin, kutsal yapılar ve çevrelerine gösterdikleri özen ile ve bu yapıtları merkez alarak geliştirdikleri yerleşme düzeni ile hem yerleşme planlaması ve hem de çevresiyle birlikte koruma çabalarının ilk örnekleri olduğu belirtilmektedir.
Roma İmparatorluğunda, kentin bütünü bir sanat yapıtı olarak değerlendirilmekteydi ve önceki devirlere ait yapıların korunması da başlıca kaygılardandı. İmparatorluğun parçalanmasından sonra İtalya’da koruma duyarlılığı giderek zayıflamıştır. Hıristiyanlığın yayılma devri koruma adına şanssız bir dönem olmuştur. Bu dönemde, daha hızlı yayılabilmek adına, Hıristiyanlık dışındaki inançların simgesi durumundaki her türlü dini yapıt yok edilmeye çalışılmıştır. Bu dönemi izleyen Ortaçağda da eski Roma ve Helen yapıtları tahrip edilmiştir (Erder, 1999: 73).
19.yüzyılda Avrupa’da gelişen milliyetçilik akımları da, bir bakıma, koruma çabalarını desteklemiştir. Ulus devlet olma özellilerini yeni kazanan Avrupa ülkeleri; tarihi mirası uluslarının kurulmasını meşru kılacak nemli bir destek aracı olarak görmüşlerdir. Bu dönemde, koruma konusunda bilimsel tartışmalar yoğunlaşmış ve arkeolojik kazılar yapılmıştır. Ancak, koruma yine de önemli yapılar ölçeği ile sınırlı kalmıştır. Hatta bu yaklaşım abartılarak, anıt niteliğindeki bu tek yapıların çevresinin yıkılıp boşaltılmasına kadar götürülmüştür. Böylece, anıtın daha da görkemli bir şekilde ortaya çıkartılması hedeflenmiştir. Bu tutum genelde, belirli dönemlere ait çevresel değerlerin yitirilmesine neden olmuştur. Uzunca bir dönem, koruma anlayışı tek yapıların korunması ölçeğinden öteye geçememiştir (Kiper, 2004: 28).

1. Venedik Tüzüğü
Eski yapıların korunması ve onarımıyla ilgili ilkeler üzerinde karara varmak ve bunları uluslar arası bir temele yerleştirmek amacıyla da Venedik’te 25-31 Mayıs 1964 tarihleri arasında toplanan II. Uluslar arası Tarihî Anıtlar Mimar ve Teknisyenleri Kongresi “ Venedik Tüzüğü” adıyla anılan kararları almıştır. Tüzükte; korumanın sürekliliğinin sağlanması, anıtların çağdaş teknolojiden yararlanma, çevre düzenleme, arkeolojik sitlerde yapılacak onarımlar konularında açıklamalar getirilmiştir. 16 maddeden oluşan Venedik Tüzüğü, tanım, amaç, koruma, onarım, tarihi yerler, kazılar ve yayın alt başlıklarına ayrılmıştır. Hem teknik hem de kavramsal bir içeriğe sahip olan tüzüğün diğer restorasyon adına yapılan çalışmalardan farkı, konuya soyut ve somut yönden bakan içeriğinde saklıdır. Mimari mirasın korunması düşüncesi genel olarak Avrupa uygarlığının bir ürünü ve anlayışı olarak kabul edilmektedir. Venedik Tüzüğü’yle birlikte korunması gereken yalnızca mimari eser değildir. “Bir uygarlığın, önemli bir gelişmenin, tarihi bir olayın tanıklığını yapan kentsel ya da kırsal bir yerleşme” de aynı derecede korunma gerektirir. Görülmektedir ki, korunması gerekenin tanımının genişlemiş, daha fazla kapsayıcılık kazanmıştır. Bu içeriği ile Venedik tüzüğü tarihî anıt ve çevrelerinin korunmasıyla ilgili çağdaş düşünceleri bir araya getirmektedir.

1969’da Brüksel’de yapılan Avrupa Konferansı Sorumlu Bakanlar toplantısında da özellikle Avrupa ülkelerinin koruma politikalarına yaklaşımları belirlenmeye çalışılmıştır. Bu toplantıda, koruma kavramının, “mimari miras” deyimi ile çevresiyle uyumlu ve kent planlama politikaları ile bütünleşmiş bir kavram olarak kabulüne karar verilmiştir. Savaş sonrası gerçekleştirilen imar faaliyetlerinin sosyo-ekonomik ihtiyaçlarının önceliği nedeni ile yaşam standardı düşük yerleşmelerin oluşmasına neden olduğu belirtilmiştir. Eski merkezlerinde bu gelişmelere paralel olarak nüfus kaybına uğradığı ve iş yerlerine ya da düşük gelir gruplarının kullanımına terk edilmesi nedeni ile yok olduğu ifade edilmiştir. Bunu önlemek için “bütünleşik koruma” kavramı ortaya atılmıştır. Bütünleşik koruma da tarihî dokunun çevresi ile birlikte güncelliğinin arttırılarak korunması beklenmektedir. Bu kavram uyarınca herhangi bir prestij önceliği olmaksızın Avrupa tarihî, peyzaj ve yaşam tarzını yansıtan her türlü doku, mimari miras deyimi içinde değerlendirilmiştir (Çelik-Yazgan, 2007:4).

2. Avrupa Mimari Miras Tüzüğü
Avrupa Konseyi tarafından ilan edilen 1975 “Avrupa Mimari Miras Yılı” kapsamında gerçekleştirilen çalışmalar sonucunda, “Avrupa Mimari Miras Tüzüğü” hazırlanmış ve 26 Eylül 1975 tarihînde Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından kabul edilmiştir. Venedik Tüzüğü metnindeki “anıt”tan “mimari miras” kavramına geçiş, genişletilmiş, bir “tarihî çevre” kavramı, tarihî çevrenin evrensel değeri, koruma-ekonomi ve toplumsal yapı arasındaki doğru ilişkileri kurmaya çalışan “bütünleşik koruma” yaklaşımı ve bunun uygulanması için araçlar gibi önemli yeni yaklaşımlara yer verilmiştir. 1975’in Avrupa Mimari Miras Yılı ilan edilmesi ile başlayan kampanya sonunda yayınlanan “Amsterdam Bildirgesi”nde mimari mirasın korunması kentsel ve bölgesel planlamanın hedeflerinden biri olarak belirlenmiştir. Bu bildirgeyle de, hedefin bütünleşik koruma olduğu belirtilmiş ve ekonomik, sosyal, yönetimsel ve yasal yönleri gözeten bir koruma modeli olarak tanımlanan bu yaklaşımın gerçekleşmesi için gerek duyulan araçlar tanımlanmaya çalışılmıştır. Geleceğe umutla bakan ve yerel yönetimlerin, merkezi hükümetlerin desteğini, halkın katılımını öngören bütünleşik koruma düşüncesi koruma uygulamaları için gerekli onarım, teknik ve yöntemlerinin, uygulama yapacak ustaların yetiştirilmesini de öngörmektedir.

Osmanlı Dönemi
Tarihsel ve kültürel değerlerin korunması konusunda geçmişimizi irdelediğimizde, bu konuda devlet ve toplum geleneklerinin oluştuğunu görmekteyiz. Osmanlı döneminde özellikle vakıflar parasal kaynak ayırarak yapıların bakım ve onarımını yaparken, hazine bayındırlık yapıları ve savunma yapılarının, sarayların onarımına destek verir, vakıf kaynaklarının yetersiz kaldığı durumlarda devreye girerdi. Uygulamalar bu alanda yetişmiş meslek adamlarının sorumluluğunda gerçekleşirdi. Osmanlı’nın batılılaşma sürecine girmesi ve dünya kapitalizmine eklemlenmesiyle yasal düzenlemeler yapılmaya başlandı. 1869, 1874, 1884 tarihli Asar-ı Atika Nizamnameleri (Eski Eserler Tüzükleri) ilke olarak eski eserlerin devlet malı olduğu ve Osmanlı öncesi dönemlerle sınırlandığını benimsemiştir (Tapan, 1998: 200).
19. yy.ın ikinci yarısından sonra Klasik Osmanlı Döneminde kadının yönlendiriciliğinde, mimarbaşı ve muhtesibin denetiminde ve vakıfların sağladığı hizmetlerle düzenlenen bir kentsel yasam, yeni dönemin gereksinmelerini karşılayamazken, bunun yerini “Sehremaneti” yani Belediye yönetimi almış ve ilk olarak İstanbul’da 1855’te kurulmuştur.

1877 Birinci Meşrutiyet döneminde de Dersaadet ve diğer vilayetler için çıkartılan “Belediye Kanunları”yla bu yeni yönetim biçimi tüm imparatorluğa yayılmıştır. Bundan sonra ise 1882 tarihli Ebniye Kanunu yürürlüğe konmuştur. Osmanlı imparatorluğunda planlamayı yönlendiren bu Kanun, kent yollarının genişletilmesiyle ilgili içeriği ile önem kazanmıştır (Tekeli, 1998: 64).
Genel olarak 19. yy. öncesi, Osmanlı imparatorluğunun geleneksel ekonomik işlevlerinin çöküntüye uğradığı, Osmanlı yönetim yapısındaki değişmeler doğrultusunda yeni yönetim ve diğer kamu binaları ile askeri yapıların yapılmaya başlandığı, at arabası kullanımının yaygınlaştığı ve savaşlar ile yangınlarla tahrip olmuş mekan ve altyapının bulunduğu dönemi kapsar. Tanzimat’la birlikte başlayan koruma düşüncesi ilk baslarda salt taşınır eser kapsamış, bunu daha sonraları anıtsal yapı koruması izlemiştir. Avrupa’da yaşanan kapitalist gelişme sonucu doğan sanayi kentinin sağlık sorunlarına çözüm bulma kaygısından kaynaklanan modern kent planlamasına karşın Türkiye’de bu dönemlerde, kentsel ölçekli bir koruma düşüncesi henüz oluşmamıştır ve buna bağlı olarak da kentsel dokular korunamamış ve tahrip olmuştur. Genel olarak batıda modern kent planlaması çalışmaları, Osmanlı kentlerinde yangınların önlenmesi, yolların genişletilmesi ve kent çevresinde yeni mahalleler kurulması seklinde yansımasını bulmuş ve Cumhuriyet Türkiye’sine aktarılan kavramların temelini oluşturmuştur (Dinçer-Akın, 1994: 28).

2. Cumhuriyet Dönemi
Cumhuriyet devrimleri beraberinde getirdiği çağdaşlaşma (modernite) yaklaşımıyla dört ana unsuru içermektedir. Bunlar:
• Bilgiye, ahlaka ve sanata akılcı-evrenselci bir aydınlanma geleneği çerçevesinde yaklaşmak,
• Kapitalist gelişme, sanayileşme ve özel mülkiyetin kurumsallaşması,
• Ulus-devlet ve temsili demokrasinin kurumsallaşması,
• Kanun karşısında eşit, toplum içindeki hak ve sorumluluklarının bilincinde olan özgür yurttaşın oluşturulmasıdır.
Cumhuriyetin ilanından sonra Türkiye’de gelişen ve Ankara’nın başkent olmasıyla oluşan modernleşme hareketi ile 1923 ile 1933 yılları arasındaki on yıl içinde başkentin mekanını planlı olarak yeniden yaratmak için günümüzde de önemini koruyan çok değerli ve özgün yasal yönetsel düzenlemeler yapılmıştır. Ankara’nın başkent olarak ilanı ile büyük bir kent planlaması öne çıkmakta ve bu kent, Cumhuriyet’le birlikte modernleşme projesinin uygulandığı ilk Anadolu kenti özelliğini kazanmaktadır.

2.1. 1930 – 1950 Dönemi
Cumhuriyet yönetimi 1930 ile 1935 yılları arasında çıkardığı yasalar ile Osmanlı’dan kalan mevzuatı değiştirmiş ve yeni bir kurumsal düzenlemeye gitmiştir. Bunlar, 1930 yılında çıkarılan ve her belediyeye plan yapma zorunluluğu getiren 1580 sayılı Belediye Kanunu ve yine aynı yıl çıkarılan 1593 sayılı “Umumi Hıfzısıhha Kanunu” ile 2033 sayılı “Belediye Bankası Kuruluş Kanunu”dur. Bu kanunlarla, Anadolu devlet isletmelerinin kurulduğu kentlerin ve diğer önemli yerleşmelerin Ankara’da geliştirilmekte olan modele uygun olarak çağdaşlaşması sağlanması çabaları başladı. Bu amaçla, kentlerin tarihi çekirdeği üzerinde açılan ana arter ve bu arterin sonuçlandığı Cumhuriyet Meydanları, Hükümet Konağı ve Resmi Kurum binaları ile tarihi eserlerin bulunduğu bölgelerin etraflarının açılarak, herkese gösterilerek korunması düşüncesi ile 1/500 ölçekli uygulama planları yapılmıştır(Dinçer-Akın, 1994: 33)

10.06.1933 yılında kabul edilen ve 21.06.1933 yılında yayınlanan 2290 sayılı “Belediye Yapı ve Yollar Kanunu” ile eski eserlerin yoğun olduğu alanlarda özel bir planlama metodu olması gereği vurgulanmış, ayrıca, anıtsal nitelikli eski eserlerin her yönünde 10 metre açıklık (yapı yaklaşma sınırı) olması öngörülmüştür.
1930 yıllarından sonra eski eser anlayışı içine taşınmazların da girmesiyle koruma anlayışı genişlemiştir. Bu dönemde ülke genelinde 3500 eser uzmanlar tarafından saptanmıştır. Cumhuriyet dönemini takiben 1930’lu yıllarda başlayan kurumsal yapıda oluşturulmaya çalışılan sistem, 1980’li yıllara kadar sürmüştür (Tekeli, 1998: 50)

Kentsel korumaya karsı ilk gerçek yaklaşım 23 Temmuz 1932’de onaylanan H. Jansen’in hazırladığı Ankara imar Planında görülmüş; imar planı raporunda kalenin ulusal yasamın simgesi sayılarak korunması ve etraftan kolaylıkla algılanabilmesinin gereği savunulurken; 1937 yılında kale ve çevresi ilk kez protokol alanı olarak koruma kapsamına alınmıştır. İçişleri Bakanlığına bağlı “Belediyeler İmar Heyeti” ile, Bayındırlık Bakanlığına bağlı “Şehircilik Fen Heyeti”, bu dönemin uygulayıcı ve denetleyicisi olan kurumlardır
Yapılan kurumsal düzenlemeler ile 1945 yılında 4759 sayılı yasayla “İller Bankası” kurulmuştur. Amacı belediyelere planlama ve altyapı projelendirme konusunda teknik hizmet üretmek ve bunların finansmanı konusunda yardım etmek olan bu kuruluş o dönemde yeterli bir kurum olmasına rağmen zaman içinde, kentlerdeki büyük dönüşüme cevap veremez hale gelecektir. 1948 yılında çıkartılan 5237 sayılı “Belediye Gelirleri Kanunu” ile Belediyenin gelirleri arttırılmaya çalışılması hedeflenmiş ancak, kentlerdeki büyük dönüşüm karsısında Belediye gelirleri de yeterli olamazken tarihi çekirdeğe sahip kentlerdeki hizmet ve planlama çalışmaları dönüşümü karşılamaktan uzak kalmıştır.

2.2. 1950 – 1980 Dönemi
Sanayileşmiş ülkelerde özellikle İkinci Dünya Savası’ndan beri, kentsel tarihi sitlerin korunması için büyük çaba gösterilmektedir. Ülkemiz mimarları, restorasyon uzmanları, şehircileri bu çabaları yakından izleyip, benzer uygulamaların ülkemizde de yer alması için çaba göstermelerine rağmen, kentsel koruma, dönemin politik ve sosyo-ekonomik yapısındaki değişimlere bağlı olarak sürekli bir değişim ve başkalaşım yaşamıştır.
2 Temmuz 1951 tarihinde yürürlüğe giren 5805 sayılı “Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu Teşkiline ve Vazifelerine Dair Kanun”la yurtiçinde korunması gereken mimari ve tarihsel özelliklere sahip anıtların ve diğer taşınmaz eski eserlerin korunma, bakım, onarım, restorasyon işlerinde uyulacak ilkeleri ve programları saptamak; saptadığı ilke ve programların uygulanmasını izlemek ve denetlemek; anıtlar ve taşınmaz eski eserlerle ilgili olarak kendisine sunulacak ve özel araştırmaları ile kurul üyeleri tarafından bilgi edinilecek her türlü konu ve uyuşmazlık üzerinde bilimsel görüş bildirmekle yükümlü Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu (GEEAYK) kurulmuştur. Bu kurulun kurulması ile Cumhuriyet döneminde korumayla ilgili çok büyük bir adım atılmıştır. Bu yasa toplumun o sırada ve hatta bugün sahip olduğu koruma bilinci ve isteğinin çok üzerinde bir tarih bilinciyle hazırlanmıştır.
1954 yılında 6235 sayılı yasa ile “Türk Mühendis ve Mimar Odalarının” kurulusu gerçekleşmiştir. Daha sonraki yıllarda etkili bir rol yüklenecek olan bu sivil toplum kurulusunun kurulması ile kurumsal yapıda önemli adımlardan biri atılmıştır.
Eski eserlerin imar planlarında korunması düşüncesinin tartışmasız kabul edildiği yıllarda yürürlüğe giren 6785 sayılı “İmar Kanunu”, umulanın tersine Eski Eser ve Tarihi Çevre Koruma konusuna uygulama yönünden bir açıklık getirmemiştir. Ancak 25. maddesi ile yeni yapıların komşu sınırlarına, yol ve su kenarlarına kara ve demiryollarına ve “eski eserlere” yaklaşma uzaklıklarının özel nizamnamelerle belirlenmesini öngörmüştür
1980 – 2004 Dönemi
1980’li yıllar “modernite projesinin” aşındığı ya da yeniden yapılanmanın başlangıç noktası ve yabancılaşmanın yaşandığı dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. 1980 yılı, Türkiye’nin bir kırılma noktası yaşadığı söylenebilir. Bunu izleyen yıllardaki liberal ekonomi anlayışı, tüm kurumlarda etkisini göstermiştir. Türkiye yeni bir Anayasa ile yönetilmeye başlanmıştır. 1982 Anayasasında bir önceki Anayasa’da olduğu gibi, koruma konusunda hükümler yer almış, koruma yasal yaptırımlarla, kamu yararı adına gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. 1982 Anayasa’sının 63. Maddesi; Devletin tarih ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlayacağı, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirler alacağı belirlenmiştir. Bu amaçla kentsel koruma çalışmalarında yetersiz kalan 1710 sayılı Eski Eserler Kanunu,21 Temmuz 1983 yılında yürürlükten kaldırılmış, yerine 2863 Sayılı “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu yürürlüğe girmiştir. Bu kanunla korunması gerekli taşınmaz kültür ve doğa varlıkları yeniden saptanmış ve GEEAYK kaldırılmıştır.

2863 Sayılı “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu
2863 sayılı yasanın en önemli özelliklerinden birisi kentsel sit alanlarında planlı koruma kavramını getirmesidir. “Koruma Amaçlı İmar Planı” tanımı da bu yasa ile güncellik kazanmıştır. 2863 sayılı yasa uyarınca “Koruma Amaçlı Planların” Belediyeler tarafından yapılması gerekmektedir. Ancak, gerekli görüldüğünde Belediyeler Kültür Bakanlığı’ndan teknik ve parasal yardım alabilmektedir. Bazı kentlerde (İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Antalya vb) koruma amaçlı planlama çalışmaları, yerel yönetimlerin kendi bünyelerinde oluşturdukları birimler aracılığı ile yapılmış ve halen yapılmaktadır. Bu planlama çalışmaları esnasında, yerel yönetimler teknik yönden yetersiz oldukları için ihale etme ya da proje yarışması açarak koruma amaçlı planları elde etmektedirler. Kentsel sit alanlarında yapılan koruma amaçlı imar planları, kent imar planı ile bütünleşmek zorundadır. Bu güne kadar, kent uygulama imar planları ile koruma imar planının bütünleştirilmesi ve eş zamanlı hazırlanması sağlanamamıştır. Öncelikle toplumsal ve fiziki çevredeki değişimleri yaratan süreçler benimsenerek bu süreçlerin varlığına dayanan imar planı hazırlanmakta, daha sonra bu plandan bağımsız olarak salt korumacılık ölçütlerinin ağır bastığı koruma planı yapılmaktadır. Sorun bu noktada islerlik kazanmakta ve birbirinden bağımsız olarak hazırlanan planların bütünleştirilmesi sağlanamamaktadırDönemin kurumsallaşma açısından genel niteliği; kent parçalarındaki gelişmelerin farklı kurumlar ile yönlendirilmeye çalışılmasıdır. Belediyeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Orman Bakanlığı, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, Çevre Bakanlığı, Arsa Ofisi kenti parçalara ayırarak üreten fakat birbiri ile bütünleştirmeyen bir bakış açısının ürünü olarak gelişmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü ile T.B.M.M. bünyesinde yer alan Milli Saraylar Dairesi de koruma konusunda yetkili kurumlar arasındadır. Özellikle Vakıflar Genel Müdürlüğü, sahibi olduğu çok sayıda han, hamam, cami ve medrese gibi anıtsal nitelikli eserlerin tespit, tescil, onarım ve restorasyonlarını gerçekleştiren önemli bir kurumdur. Ayrıca aynı yörelerde İller Bankası, Kültür ve Turizm Bakanlığı birbiriyle bağlantısı olmayan çalışmalar da yapabilmektedirler. Bir yetki ve görev karmaşası olarak nitelendirilebilecek bu durum, yasal düzenlemelerle çeşitli kamu kurumlarının korumadan sorumlu olması ve yetki alanlarında çok çeşitli tarafların etkin olmasıyla süregelmektedir. Nitekim 2863 sayılı yasanın 10. Maddesi kültürel değerlerin korunmasında “Kültür Bakanlığını” sorumlu ve yetkili kılmıştır. Bakanlık 13.9.1989 günlü 379 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü ve Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile bu görevi yapmaktadır. Anıt eserlerin, taşınmaz kültür varlığı statüsünde olmasına karsın, bu eserlerden iki farklı genel müdürlüğün sorumlu olması, korumada kurumsal yapıdan kaynaklanan karmasa ve sorunların merkez teşkilatından itibaren başlamasının bir göstergesi olmuştu

2004 Yılında Çıkarılan Yeni Koruma Yasası ile Başlayan Yasal Gelişim Süreci
Türkiye’de koruma kavramının tek anıt korumasından başlayarak kentsel alan korumasına ulaşması uzun bir sürece yayılırken, günümüzde uluslar arası koruma modellerine uygun bir norma ulaşması 14.07.2004 yılında çıkarılan 5226 sayılı “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ile Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” ile sağlanmaya çalışılmıştır.
2.4.1. 5226 sayılı “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu
Bu yasa ile bugüne kadar sözü edilmemiş yönetim alanı, yönetim planı, bağlantı noktası gibi yeni tanımlamalar oluşturulmuş, koruma planlaması içinde eylem alanlarının ve önceliklerinin belirlenmesi olanaklı hale getirilmeye çalışılmıştır.
Bu kanun koruma çalışmalarında, “Katılımcı Alan Yönetimi Modeli” ile yeni kaynak imkanı sağlaması, örgütlenme modelleri üretmesi, planlama etapları ile uygulamada görev alacak sorumlulukların belirlenmesi ve kullanıcı katılımı sağlanarak sürdürülebilir bir yönetim modeli elde etmeye çalışması açısından bugüne kadar çıkarılan koruma yasalarından ayrılmakta ve uluslar arası normlara uygun bir korumayı sağlayıcı nitelikte görülmektedir.

Yasa koruma uygulamalarında aynı zamanda; Belediyelerin, valiliklerin ve ilgili kurumların yanı sıra, söz konusu alanla ilgili meslek odalarını, sivil toplum kuruluşlarını ve plandan etkilenen hemşerilerin katılımını da sağlamaktadır. Özellikle bünyesinde koruma birimi kurarak tescilli yapılara bakım izni yetkisi ile belediyelerin korumadan sorumlu olmasının sağlanması daha önceki uygulamalardan çıkan karmaşayı en aza indirecek nitelikte olmuştur. Büyükşehir belediyeleri, valilikler, Bakanlıkça izin verilen belediyeler bünyesinde kültür varlıkları ile ilgili işlemleri ve uygulamaları yürütmek üzere sanat tarihi, mimarlık, şehir planlama, mühendislik, arkeoloji gibi meslek alanlarından uzmanların görev alacağı koruma, uygulama ve denetim büroları kurulması sağlanmıştır. Bu bürolar koruma bölge kurulları tarafından uygun görülen koruma amaçlı imar planı, proje ve malzeme değişiklikleri ile inşaat denetimi de dahil olmak üzere uygulamayı denetlemekle yükümlü olmuşlardır. Bu yasa aynı zamanda, korumanın gönüllü kuruluşlardan destek alması, vakıf ve derneklerin, akademik düzeyde bir katılımın sağlanması yolunu açması bakımından da oldukça önemlidir. Bu yasanın sağladığı dayanakla, koruma aşamalarında, Üniversitelerin bünyesinde yer alan çeşitli bölümlerde görevli öğretim elemanlarının karar ve uygulamalarda katılımcı olarak yer alması sağlanabilecektir
SONUÇ
Koruma yasaları, tek obje korumasından başlayarak giderek tek yapı ve sonrasında kentsel ölçeğe doğru yayılan bir gelişim süreci göstermiştir. Bu gelişim sürecinde; yirminci yüzyılla birlikte koruma ile ilgili kurumsal ve hukuksal altyapının oluşumu başlamış, koruma konusunda kurumsallaşmanın ilk adımının atılması ile “Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu” (GEEAYK) kurulmuştur.
1950’li yıllar ile kent planlamasının boyutu genişlemiş ve bunun sonucu olarak da akademik çevrelerde tartışılmaya başlanmıştır.
1970’li yıllarla birlikte koruma kavramı ölçeği genişleyerek sit alanı ölçeğine ulaşmış ve akademik duyarlılıklarla “Eski Eserler Yasası” çıkarılarak, Türkiye’deki taşınmazların saptama, belgeleme ve tescil işlemleri yapılmaya başlanmıştır.

1980’li yıllarla birlikte planlama ve korumada aktif rol üstlenecek kurumsallaşma başlamış, kentsel koruma ölçeğinde akademik çevreler bilimsel olarak uygulamaya katılmış ve dolayısıyla, koruma çalışmaları uluslar arası çalışmalarla paralellik göstermeye başlamıştır. Bu amaçla, “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası” çıkarılmış ve bu yasa ile Koruma Amaçlı İmar Planı kavramı ön plana çıkarılarak sit alanlarının ayrı bir planla yönlendirilmesi sağlanmıştır.

2000’li yıllarla birlikte planlama ve korumada aktif rol üstlenecek kurumsallaşma ve akademik çevrelerin bilimsel olarak uygulamaya katılımı devam etmiş, belediyeler de uluslar arası işbirliği ile kentlerin korunmasında öncü olmaya başlamış ve bu göstergelerin ışığında koruma 2004 yılından itibaren de 5226 sayılı yeni yasa ile daha sağlam temellere oturtulmaya çalışılmıştır.
iLKiMimmmMsn Angel

Benzer Konular

8 Nisan 2013 / azra Soru-Cevap
25 Nisan 2015 / Ziyaretçi Cevaplanmış
2 Ocak 2012 / Ziyaretçi Soru-Cevap
10 Aralık 2012 / Misafir Soru-Cevap