Arama

Atatürk'ün dini inancı neydi? - Sayfa 2

Bu Konuya Puan Verin:
En İyi Cevap Var Güncelleme: 5 Temmuz 2015 Gösterim: 4.261 Cevap: 15
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Temmuz 2015       Mesaj #11
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
M. Kemal Atatürk’ün Şapka Zulmü ve Istiklal Mahkemesi’nde asılan alimler, hocalar
M. Kemal Atatürk’ün Şapka Zulmü ve Istiklal Mahkemesi’nde asılan alimler, hocalar
Sponsorlu Bağlantılar

Şapka Zulmü – 1

Bu yazı dizimizde “Şapka” meselesini ele alacağız inşaallah.

Bilindiği gibi, M. Kemal 24 Ağustos 1925 tarihinde Kastamonu’ya elinde Panama şapkasıyla gitmiş, Kastamonu’lulara hitaben yaptığı şu konuşma ile şapka konusu Türkiye’nin gündemine oturmuştu:

“Uygar ve milletlerarası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz için lâyık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiatıyla bunları tamamlamak üzere başta siper-i şemsli serpuş. Bu serpuşun adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız! İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim!”[1]

M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad’da tuttuğu anı defterinden:

“…Yemekten sonra oturduğumuz salon, dans salonunun ittisalinde idi. Gayet zarif, latif birkaç genç kadın simokinli erkeklerle dans ediyorlardı. İki salon arasındaki büyük camlı kapı köşede işgal ettiğimiz fotöylerden bu tekerrür ve temadi eden Vonstep’leri seyre pek müsaitti.

– Ne güzel dedim. Dansı çok sevdiğimden ve ataşemiliterlik zamanımda birinci valsörlerden addedildiğimden bahsettim. Hanımefendi de kızlık hayatında çok dans ettiğinden ve dansı sevdiğinden bahsetti ve sonra ilave etti…

– Bu hayatın bizde (Türkiye’de) teessüsü (tesisi) ne kadar müşkül…

(M. Kemal) : Dedim ki, ben her vakit söylerim, burada da bu vesile ile arzedeyim benim elime büyük selahiyet ve kudret geçerse, ben hayat-ı ictimaiyemizde (sosyal hayatımızda) arzu edilen inkılabı bir anda bir “JOP” ile tatbik edeceğimi zannederim.”[2]

Kuvay-ı Milliye’nin kadın kahramanlarından olduğu bilinen ve özellikle M. Kemal ve Ismet Inönü’ye yakınlığıyla tanınan Halide Edib (Adıvar) da, şapka uygulamalarını eleştirenler arasındaydı. O, fakir halka karşı girişilen baskı ve halkın şapkaya olan başkaldırısı üzerine o yıllarda şöyle diyordu;

”Şapka kanunu bu dönemde girişilen devrimlerin ilki ve en gözalıcısı olmakla beraber, aynı zamanda en beyhude, en anlamsız ve en sathisi (yüzeyseli) idi.”[3]

Halide Edib Adıvar’a göre, devrimler arasında en ciddi muhalefeti yaratan şapka kanununa, sokaktaki adamın karşı koyması, kanunu yapanlardan gerçekte çok daha batılıydı.(…)[4]

 

**********

 

KAYNAKLAR:

[1] K. Z. Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi, İstanbul 1981, X, 67.

[2] Prof. Dr. A. Afetinan; M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, Ankara 1983, sayfa 26, 27.

Ayrıca bakınız: Der. Behçet Kemal Çağlar, Atatürk Devriminden Damlalar, Istanbul 1967, sayfa 52.

[3] Paul Gentizon, M. Kemal ve Uyanan Doğu, sayfa 100-103.

[4] Halide Edib Adıvar, Dictatorship and Reforms in Turkey, Yale Rewiew, 1929 Güz Sayısı, sayfa 30.

********************

********************

********************

Şapka Zulmü – 2

Halide Edip Adıvar’ın beyhude ve anlamsız addettiği şapka kanunu ve uygulamaları ile ilgili olarak, daha çok hiç bir hukuki temele dayanmadan yürütülen baskılarla ilgili olarak Mete Tuncay’ın yaklaşımı da bir hayli ilginç ve düşündürücü niteliktedir. Mete Tuncay ”Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması” adlı eserinde:

”Şapkaya karşı doğan tepkilerin şiddetle bastırılması üzerine, gerçekten pahalı olduğu halde, hiç kimsede şapka giymenin pahalı olabileceğini söyleyecek hal kalmamıştır. Çünkü görülmüştür ki,artık sorun ”fes” ya da ”şapka”yı değil, onlardan birinin giyileceği kafayı yerinde tutabilmektir!” diyerek Eylül-Ekim 1925 tarihlerinde, artık Türkiye’de gelinen noktanın şapkayı veya fesi değil, onu giyecek kafanın yerinde kalması probleminin olduğunu, yani ölmek veya ölememek sorununun yaşandığını dile getirir.

”Sorun fes ya da şapkayı değil, onlardan birinin giyileceği kafayı yerinde tutabilmektir!”[1] sözünün en açık anlamı ”şapka için ölmek veya ölmemek”tir.

Işte böyle bir vahşet. Cağdaşlık adına cağdışılık, barbarlık.

 

**********

 

KAYNAK:

[1] Halide Edib Adıvar, Dictatorship and Reforms in Turkey, Yale Rewiew, 1929 Güz Sayısı, sayfa 30.

 

********************

********************

********************

 

Şapka Zulmü – 3

Tarih 25 Kasım’a gelindiğinde, meclis şapkayla ilgili 2 Eylül Kararnamesinin yerine ”Şapka Kanunu” çıkması ve uygulamaların kanun ışığında daha zecri (zorlayıcı) tedbirlerle yürütülmesi için bir kanun teklifi vermişti.

Kanun teklifinin gerekçesinde:

“Aslında hiç bir öneme sahip olmayan ve fizik olarak hiç bir kıymet ifade etmeyen başlık konusu, muasır medeniyet ailesi içerisine girmeye kararlı Türkiye için özel bir değere sahiptir. Şimdiye kadar Türkler ile diğer çağdaş, medeni milletler arasında bir simge/sembol niteliğinde sayılan şimdilik başlığın, fesin değiştirilmesi ve yerine çağdaş medeni milletlerin tümünün ortak başlığı olan ve medeniyetin de bir simgesi olan şapkanın giyilmesi gereği belirmiştir. Türk milleti de çağdaş medeni milletler arasına girmeye karar verdiğinden, behemahal (mutlaka) şapkayla ilgili kanunun kabulünü teklif ederiz!!”[1] denilerek şapkanın medeni/uygar olmakla eş anlamlı olduğu belirtiliyor.

Oysa bir simgeyi zorla benimsetmekle çağdaş, medeni milletler arasına girilmez… “Özünü” benimsemek ile girilir. Halka “zorla” birşeyi yaptırmak bile başlı başına Medeni milletlerin kabul ettiği ilkelere “aykırıdır.”

Kemalist rejime göre günümüzde muasır medeniyetin önünde bir engel daha var; “bayanlarımızın başındaki örtü.”

Bunu da kamusal alandan uzaklaştırmaya muvaffak olmakla beraber, son dönemde ağır bir mağlubiyet almışlardır.

Halbuki yukarıda da ifade etmiş olduğumuz gibi çağdaş medeni milletlerin arasına “şapka”yı zorla giydirmekle girilmez. Bu çağdaşlık değil, aksine barbarlıktır.

Nitekim Fransız “La Presse” gazetesi de bu hususa değinmiş ve yayınladığı bir başmakalede şu sözlere yer vermiştir:

“Bir memlekette ki, başına hükümetin istediğini giymeyeni asarlar, orada Cumhuriyet olur mu? Sizde (Türkiye’de) Millet Meclisi mi var?”

Öte yandan aynı makalede M. Kemal de çok ağır ifadelerle eleştirilmiştir:

“Şark’ta (Doğu’da) onun gibi (M. Kemal) merhametsiz bir Firavun nâdir hüküm sürmüştür”[2] diyerek durumu açıkça ortaya koymuştur.

 

**********

 

KAYNAKLAR:

[1] Mete Tuncay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, sayfa 150.

[2] La Presse gazetesi, 9 Eylül 1928 nüshası
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Temmuz 2015       Mesaj #12
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Şapka Zulmü – 4

Sponsorlu Bağlantılar
Eylül 1925 tarihlerinde basın da üzerine düşen görevini yapıyor ve alabildiğine sarık, cübbe ve fes üzerine hücuma geçiyordu. Şapkaya övgüler düzülerek yürütülen kampanya da fesle ilgili gazete başlıkları dikkat çekiciydi. Gazeteler fes’i şöyle veriyorlardı:

”Bu özük kazın rengindeki başlık bütün bir milletin kanının akıtıldığı bir rejimi hatırlatmaktadır.”

”Opera -komik olan bu başlık.”

”Bu fuar tiyatrosu malzemesi.”

”İçiyle ve dışıyla tanı bir şarap şişesi kasesi.”

”Gelincik.”

”Horoz İbiği”ni kullanmak herkesi utandırıyor.”

“Her adımda bir rüzgar esintisinde sallanan püskülüyle fes.”[1]

Gazete başlıklarıyla halkın fesiyle alay ediliyor, fesli komikliklere karşı halk mücadeleye çağırılıyordu. Gazetelerin yönlendirmesiyle özellikle İstanbul’da halk içinde büyük kavgalar başlıyordu. Şapka giyenler, feslilerin sarıklıların karşısına çıkmışlar, hükümet desteğini de düşünerek tenha yerlerde gördükleri fesli kişileri, sarıklı kişileri grublar halinde feci şekilde dövüyorlardı.

M. Kemal üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan Paul Gentizon kitabında bu konunun şahidi olarak şapkayla ilgili terör olaylarına yer verir:

”Şapka giyenler, her yerde külah giyenlerin karşısına çıktı. Hatta neredeyse baş giysisini değiştirecek yerde fes’de ısrar edenlere veya şapka giymeyip başı açık dolaşanlara karşı dayak dahil her türlü enerjik çarelere başvrulurdu. Birçok fırsatlarda sokaklarda,vapurda, gösteri salonlarında ”şapka”lar,”fes”lere hücum etti! Fes ve fesliler daima yenildi. Fesler şapkalılarca parçalandı, ayaklar altına alınıp ezildi veya denize atıldı.”[2]

”Şapka”lar ”Fes”lere hücum etti, dayak dahil her türlü enerjik çarelere başvuruldu ifadeleri, bir yabancının gözüyle bile ne tür bir terör estirildiğini ve şapkalıların feslileri nasıl bastırdığını açıkça ifade eder. Ve en korkuncu, şapka giymeyip başı açık olanların bile dövüldüğü bir çılgınlıklar ortamı olmuştur zamanın Türkiyesi.”

 

**********

 

KAYNAKLAR:

[1] Gazette Costantinople, 5 Ekim 1925, Paul Gentizon, M. Kemal ve Uyanan Doğu, sayfa 99.

[2] Paul Gentizon, M. Kemal ve Uyanan Doğu, sayfa 99, 100.

 

********************

********************

********************

 

Şapka Zulmü – 5

Şapka kanunu çıkar çıkmaz köprünün iki başı ile anayol kavşaklarına yerleştirilen polisler fesleri ve feslileri toplamaya başladılar.[1]

Kızılay da fes toplama kampanyasına girişerek topladığı fesleri yoksullara “terlik” yaptırdı.[2]

Türkiye Cumhuriyeti’nde bulunan Asker sınıfının, Diyanet Işleri Başkanlığına bağlı memurların, ülkedeki tüm memurların ve genel olarak sivillerin resmi törenlerde giyecekleri elbiseyi belirleyen bir yönetmelik yayınladı. Resmi merasimde giyilecek kıyafet, ceketatay, siyah yelek ve pantolon olmak üzere frak olarak belirlendi. Bunu önü sert kolalı beyaz gömlek, dik veya uçları kırık beyaz kolalı yaka, beyaz fiyonklu boyun bağı, siyah rugan ayakkabı ya da maskaratları düz rugan iskarpin, silindir şapka, beyaz eldiven, baston veya siyah şemsiye tamamladı.

Resmi gecelere veya resmi tiyatrolara ise silindir şapka ile gidilecektir.[3]

Istanbul’da bulunan şapkacılar şapka yetiştirmek için Avrupa’dan “gemiler dolulusu” şapka, (birde Antiemperyalistiz diyorlar) kasket getirdiler. Halkın şapkaya yaptığı akın karşısında (mecbur, kelle gidecek yoksa) Ankara’da şapkacılarda tek bir şapka bile kalmadı.

Bu durumu Paul Gentizon “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” kitabında şu sözleriyle betimliyordu:

“Kıtlık günlerinde, bazı saatlerde ekmek fırınlarının önünde olduğu gibi, şapka dükkânları da adeta müşteriler tarafından sarılıyor ve önünde uzun kuyruklar oluşturuluyordu.”[4]

 

**********

 

KAYNAKLAR:

[1] Cumhuriyet gazetesi, 2 Eylül 1925, sayfa 1.

[2] Orhan Koloğlu, Islamda Başlık, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1978, sayfa 95.

[3] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Diyanet Işleri Başkanlığı Katoloğu, 051.V48.13.114.45, (17 Eylül 1925).

[4] Paul Genziton, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Çeviren: Fethi Ülkü, Üçüncü basım, Ankara, Bilgi Yayınları, 1995, sayfa, 99.

 

********************

********************

********************

 

Şapka Zulmü – 6

Şapka fiyatları o denli yüksektiki, Hükümet, Bozok (Yozgat) Mebusu (Milletvekili) Ahmet Hamdi’nin önerisiyle, şapka almakta zorluk çeken memurlara “şapka avansı” adıyla bir yıl vadeli olmak ve ilerde maaşlarından taksit taksit kesilmek üzere borç vermeyi kabul etti.[1]

Öneri şöyleydi:

“Memurlarımızın ekserisi maişetine kifayet edebilecek maaşla istihdam edilmektedir. Elbise ve şapka masrafı için avans suretiyle verilen ve bil-fekk maaşattan mahsubunun icrası memurinin maduriyetini mucib olacağından birer maaş ikramiye itasını arz ve teklif ederim. (12.10.1341.Bozok (Yozgat) Mebusu (Milletvekili) Ahmet Hamdi. 26 Teşrinievvel 1341.”

Memur bile olamayanların perişanlığını varın siz düşünün.

Diyanet Işleri Başkanlığı da “şapka avansı”ndan yararlanan kurumlardandı. Müftülerinde memurlara verilen elbise avansından yararlanabilecekleri, başvurmaları halinde kendilerine ödeneceği illere gönderilen genelgeler vasıtasıyla duyuruldu.[2]

Rıfat Börekçi, kuruma gönderdiği genelgede kendi görevlilerinin de şapka almaları gerektiğini, şapka fiyatlarının, memur maaşlarına oranla pahalı olduğu gerekçesiyle memurlarına 50’şer lira “şapka avansı” verileceğini bildirdi. Şapka fiyatları yükseldiği için bu avans 80 liraya çıkarıldı.[3]

İl, ilçe ve köylerde Diyanet Işleri Başkanlığı tarafından görevlendirilen din görevlileri, baş ölçüleriyle beraber, gerekli ücreti de Istanbul Müftülüğüne göndererek şapka satın almaya çalıştılar.[4]

80 lira “şapka avansı” verilen dönemde 1 ekmeğin fiyatı ise 5 kuruş civarında idi.[5] Bu zulüm değil de nedir??

 

**********

 

KAYNAKLAR:

[1] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Diyanet Işleri Başkanlığı Katoloğu, 030.18.1.1.15.61.2.

[2] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Diyanet Işleri Başkanlığı Katoloğu, 051.V35.5.44.6.

[3] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Diyanet Işleri Başkanlığı Katoloğu, 051.V41. 8.67.20, (6.11.1926).

[4] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Diyanet Işleri Başkanlığı Katoloğu, 051.V08.2.6.15; 051.V16.3.16.13; 051.V05.2.2.17.

[5] Habervitrini.com, 02 Eylül 2002.

 
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Temmuz 2015       Mesaj #13
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
DÜŞÜNCEYE BILE TUTUKLAMA, NERDE ÖZGÜRLÜK?? NERDE DEMOKRASI?? CUMHURIYET?

Şapka kanunu başta olmak üzere M. Kemal’in din aleyhinde yaptığı devrimlere karşı halk ayaklandı… Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane gibi illerde çıkan bu ayaklanmalar sonucunda birçok insanımız Istiklal Mahkemeleri tarafından çeşitli cezalara çarptırılmışlardır.[1]

14 Kasım’da Sivas’ta Hükümet aleyhinde beyannameler duvarlara yapıştırıldı. Sivas’ta meydana gelen olaylarla ilgili hükümet, bildiriyi hazırlayan, yapıştıran ve “düşünce” birliği yapmış olanlarla (DÜŞÜNCEYE BILE TUTUKLAMA) birlikte şehrin bütün muhtarlarını tutukladı.[2]

Rize’de de şapka inkılâbı ve diğer devrimlere karşı Cami Imamı Şaban ve Muhtar Yakup Ağa’nın girişimiyle “Dinsizliğe doğru gidiyoruz. Hükümeti bu dinsizlikten men etmek gerekir” denilerek bir eylem gerçekleşti.[3]

Isyanı bastırmak üzere görevlendirilen Hamidiye Zırhlısı, kentin açıklarına demirleyerek Rize’yi iki gün boyunca bombaladı. Isyan, Rize’ye giden Istiklal Mahkemesinin olaya el koymasıyla sonuçlandı. Hatta bu olaylar sırasında bir de türkü çıkar ortaya: “Atma Hamidiye atma / Lahana tarlalarını…edeysun / Vergi de vereceğuz, serpuş da giyeceğuz…”[4]

 

**********

 

KAYNAKLAR:

[1] Mustafa Baydar, Şapka Konusunda Atıf Hoca – Süleyman Nazif Çatışması, Türk Dili, 23, Sayı 230, sayfa 135.

[2] Cumhuriyet Gazetesi, 13 Aralık 1925, sayfa 2.

– Hakimiyeti Milliye Gazetesi, 26 Kasım 1925.

– Prof. Dr. Ergun Aybars, Istiklal Mahkemeleri, 2. baskı, Istanbul Milliyet Yayınları, Eylül 1998, sayfa 343.

Ayrıca bakınız: – Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkiler 1924–1930. Ankara 1972, sayfa 157.

[3] Cumhuriyet Gazetesi, 14 Aralık 1925, sayfa 2.

[4] Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkiler 1924–1930, Ankara 1972, sayfa 157.

– Prof. Dr. Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1923-1931, Ankara Yurt Yayınları, 1981, sayfa 154.

Ayrıca bakınız: – Ersin Kalkan, O Şapkayı Torunları Giydi, Hürriyet Pazar, 19 Mart 2006, sayfa 12, 13.

– Prof. Dr. Ergun Aybars, Istiklal Mahkemeleri, 2. baskı, Istanbul Milliyet Yayınları, 1998, sayfa 347.

 

********************

********************

********************

 

Şapka Zulmü – 8

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız



(Fotoğraf: Kayseri’de Mekkeli Hacı Ahmet, Eytam müdürü iken şapka giymemek için istifa eden Hacı Abdullah ve üç arkadaşının Ankara Istiklal Mahkemesi’ne sevk kararı. Belge M. Kemal imzalıdır. 2. dipnot: [2])

22 Kasım’da Kayseri’de halkı ayaklandırmak isteyen Mekkeli Ahmet Hamdi ve dört sarıklı arkadaşının yönlendirmesiyle yapılan yürüyüşten sonra 300 sarıklı tutuklandı.[1] Şapka kanunu “çıkmadan bir gün önce” Şeyh Ahmet Efendi ve arkadaşları 25 Kasım’da Istiklal Mahkemesi’nin şehre gelmesiyle yargılanmaya başlanmıştır.

Mahkeme, Mekkeli Hacı Ahmet, Eytam müdürü iken şapka giymek istemediği için istifa ettiği iddia edilen Hacı Abdullah ve 3 arkadaşının muhakemesine Ankara’da devam edilmesine karar verdi.[2] Muhakeme sonucunda Şeyh Efendi ve dört arkadaşının idam edilmesine karar verildi.

(KANUNDAN “ÖNCE” TUTUKLANIYORLAR VE IDAM EDILIYORLAR. KANUN ÇIKMAZDAN EVVEL GERIYE DÖNÜK EYLEMLER SUÇ SAYILAMAZ, BU BIR HUKUK KAIDESIDIR… AMA IDAM EDILIYORLAR.)

“Şapka Iktisası Hakkında Kanun’un TBMM’den çıktığı gün Erzurum’da, halkın bir kısmı çarşıyı kapatıp, şapka giyilmesine, tekkelerin kapatılmasına karşı Vali’nin evi önünde; “Biz gâvur memur istemeyiz” diye bağırarak yaptıkları gösteri ile Erzurum’da ilk olaylar patlak verdi. Göstericiler silah zoruyla dağıtıldı. Ilk iş olarak da gösteriye ön ayak oldukları anlaşılan 27 kişi tutuklandı.[3]

Bu olay üzerine M. Kemal ve adamlarının borazanlığını yapan Cumhuriyet gazetesi şunları yazdı:

“Erzurum’da bir iki softa, birkaç serseri inkılâbımızın ifadesi olan Türkiyat-ı Içtimaiyemize karşı nümayişe (gösteriş) sevk etmiş. Devlet görevlilerini (Valileri), gâvur kabul etmişlerdir. Bu inkılâplar vücut bulacak değildir, vücut bulmuştur. Erzurum’da nümayişin yapıldığı gün TBMM’den şapkanın mecburiyeti hakkındaki kanunun çıkmış olması kadar kudret-i inkılâp ifade eyleyecek bir hadise olamaz. Önümüzdeki hadise bir irtica hadisesidir.”[4]

M. Kemal’in dönemi, okullarda anlatıldığı gibi “günlük gülistanlık” değilmiş meğer… Bir şapka uğruna ne ocaklar sönmüş.

 

**********

 

KAYNAKLAR:

[1] Cumhuriyet gazetesi, 13 Aralık 1925, sayfa 2.

Ayrıca bakınız: Ergun Aybars Istiklal Mahkemeleri. Ikinci baskı, Istanbul Milliyet Yayınları, Eylül 1998, sayfa 343.

– Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkiler 1924–1930. Ankara: 1972., sayfa 157.

– Cihan Aktaş, Tanzimattan Günümüze Kılık Kıyafet ve Iktidar 1, Ikinci baskı, Ankara Nehir Yayınları, 1991, sayfa 145.

[2] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), Fon kodu: 030.18.01.01, Yer no: 16.71.4. **Bakınız: Fotoğraf**

Ayrıca bakınız: Ergün Aybars, Istiklal Mahkemeleri 1923–1927, Ankara 1982, sayfa 304–305.

[3] Türk Ili gazetesi, 26 Kasım 1925, sayfa 1.

– Hakimiyeti Milliye gazetesi, 30 Kasım 1925.

Ayrıca bakınız: Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1923-1931, Ankara Yurt Yayınları, 1981, sayfa 152.

– Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkiler 1924–1930, Ankara 1972, sayfa 156.

– Ergun Aybars, Istiklal Mahkemeleri, 2. baskı, Istanbul Milliyet Yayınları, 1998, sayfa 343.

[4] Cumhuriyet gazetesi, 27 Kasım 1925.

 

********************

********************

********************

 

Şapka Zulmü – 9

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız



(Fotoğraf: Bir akrabasına yazdığı mektupta şapka [kemalistlere göre dolayısıyla rejim] aleyhinde ifadeleri olduğu anlaşılan 9. Kolordu Muharebe Bölüğü’nden Mehmet Fahri’nin Istiklal Mahkemesi’ne sevk kararı. Belge M. Kemal imzalıdır.)

Zulüm devam ediyor… Askerin bile mektubu açılıp okunuyor ve “düşüncesi” dahi Istiklal Mahkemesine sevkine neden oluyor. Ey Zalimler… Nerde demokrasi?? Nerde insan hakları?? Nerde düşünce özgürlüğü??

Dokuzuncu Kolordu Muharebe Bölüğü’nden Mehmet Fahri’nin akrabalarından birine yazdığı mektupta şapka kanunu ile ilgili olarak hükümet ve rejim aleyhinde olduğu tespit edilmiş ve Müdafaa-i Milliye Vekâleti’nin ilgisi yazısı üzerine ve Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanılarak Bakanlar Kurulunca Istiklal Mahkemesine sevkine karar verilmiştir.[1]

26 Kasım’da Maras’ta Üsküplü Ibrahim Hoca Camii Kebir etrafında topladığı bazı kimselerle “şapka istemeyiz” diye bağırarak hükümet aleyhine bir gösteri düzenledi. Bu olay gazetelerde “Yeni bir irtica olayı” olarak duyuruldu. Olaylar sırasında Maraş’ta Camii Kebir’in tam karşısındaki Halk Fırkası (CHP) binasında misafir olarak bulunan “Cumhuriyet” gazetesi muhabirinin anlatımına göre;

“Cuma namazından sonra, `Müslümanlar ne duruyorsunuz? Müslümanlık gidiyor, Allah Allah, Lailaheillallah!´ sözleriyle bir hareketlilik başlatıldı.”[2]

Bunlar kısmen mahalli mahkemelere sevk edilirken, bir kısmı da Ankara Istiklal Mahkemesine gönderildi.[3]

Rize ayaklanmasını soruşturmak üzere bu şehre gelen Istiklal Mahkemesi, 11 Aralık’ta çalışmalarına başladı. 12–13 Aralık’ta yapılan 143 kişinin yargılaması sonucunda[4] 8’i idama, 14’ü on beşer, 22’si onar, 19’u beşer sene hapse mahkûm edildi.[5]

Giresun da ise, diğer şehirlerdekine benzer olaylar oldu.[6]

Iskilipli Atıf Hoca da “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı risalesinin ayaklanmalarda rolü olduğu gerekçesiyle yargılandı.[7]

 

**********

 

KAYNAKLAR:

[1] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), Fon kodu: 030.18.01.01, Yer no: 017.89.5.

Belge için Fotoğrafa bakınız.

[2] Cumhuriyet Gazetesi, 6 Aralık 1925, sayfa 1.

[3] Cumhuriyet Gazetesi, 14 Aralık 1925, sayfa 2.

Ayrıca bakınız: Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkiler, 1924–1930, Ankara, 1972, sayfa 157.

– Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1923-1931, Ankara Yurt Yayınları, 1981, sayfa 153.

[4] Ergun Aybars, Istiklal Mahkemeleri, ikinci baskı, Istanbul Milliyet Yayınları, Eylül 1998, sayfa 346.

[5] Ergun Aybars, Istiklal Mahkemeleri, ikinci baskı, Istanbul Milliyet Yayınları, Eylül 1998, sayfa 347.

Ayrıca bakınız: Ahmet Nedim, Ankara Istiklal Mahkemesi Zabıtları 1926, birinci basım, Istanbul Işaret Yayınları, 1993, sayfa 150.

[6] Hakikat Gazetesi, 14 Aralık 1925.

[7] Hakimiyeti Milliye Gazetesi, 15 Aralık 1925.

Ayrıca bakınız: Ahmet Nedim, Ankara Istiklal Mahkemesi Zabıtları 1926, birinci basım, Istanbul Işaret Yayınları, 1993, sayfa 149.

 

********************

********************

********************

 

Şapka Zulmü – 10

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız



(Fotoğraf: Alaşehir’de Fesini çıkarmak istemeyen vatandaş Kazım’ın Ankara Istiklal Mahkemesi’ne sevk kararı. Belge M. Kemal imzalıdır.)

Rize’den Giresun’a gelen Mahkeme heyeti, 16 Aralık’ta tiyatro binasında duruşmalara başlayarak, şapka aleyhinde bulunan 60 tutukluyu yargıladı. Yargılamanın sonucuna göre Şeyh Muharrem’le Abdullah Hoca idama; Şeyh Hüseyin ile Dadak Ali ve Tekir Ali on beşer sene hapse; Hoca Hüseyin on; Dadak Mustafa, Küçük Hüseyin, Gedik Murat, Rasim ve Osman beşer yıl hapse mahkûm edildiler.[1]

Bunların hepsi şapka takmak istemediklerinden ve bunu da açıkça dile getirdiklerinden dolayı idam ediliyor veya yıllarca hapse mahkûm oluyorlar. Batsın böyle Cumhuriyet, batsın böyle Demokrasi, batsın böyle hürriyet, batsın böyle insan hakları, batsın böyle düşünce özgürlüğü. Nitekim batıyor zaten.

Istiklal Mahkemesi Istanbul’da da 28 kişinin tutuklanmasının ardından, 21 Aralık akşamı bir takım tutukluları da yanlarına alarak, Giresun’dan Istanbul’a hareket etti. Bu tutuklamaların gerekçesinde, Iskilipli Atıf Hocanın kitapçığını çoğaltmak ve dağıtmak da vardı. Bir risaleden dolayı tutuklama, işte demokrasi bu olsa gerek. Istanbul’da tutuklananlar arasında; Mısır gazeteleri muhabiri, bazı Türkçe gazetelerin Ingilizce mütercimi ve Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un damadı Ömer Rıza, Mahfel mecmuası sahibi Tahir’ül Mevlevi, Evkaf Müsteşar sabıkı Şevki ve Nuri Bey’ler de vardı.[2]

Ankara’ya gelen Istiklal Mahkemesi, 31 Aralık’tan itibaren görevine başladı.[3]

Kararını veren Mahkeme, Molla Ibrahim, Muhtar ve Bayraktar Hamdi, Müezzin Hafız Mehmet, Inşallah Maşallah lakaplı Ali ve Pekmezci Hüseyin’in idamlarına karar verdi. Bununla birlikte, Ismail oğlu Mahmut ve Müezzin Battal Mehmet’in de içlerinde bulunduğu on bir kişi on beşer sene hapse, eski Maraş Mebusu (Milletvekili) Hasib Bey’i on sene ve diğer bir sanığı üç sene hapse mahkûm etti.[4]

Bu toplu hareketlerin dışında, münferit tepkiler de olmuştur. Örneğin, Alaşehir’de ikamet eden Kazım, fesini çıkarması için yapılan uyarıyı dikkate almayıp kimlik tespiti için kendisini karakola götürmek isteyen jandarma yüzbaşısı, takım subayı ve yazıcı nefer ile tartışmış. Tartışma esnasında jandarma yüzbaşısını, takım subayını ve yazıcı neferi sustalı çakı ile bıçakladığı gerekçesiyle Dâhiliye Vekâleti’nin isteği üzerine 4 Kasım 1925 tarihinde Istiklal Mahkemesi’ne sevkine karar verilmiştir.[5] Halk artık canından bezmiştir.

 

**********

 

KAYNAKLAR:

[1] Ahmet Nedim, Ankara Istiklal Mahkemesi Zabıtları 1926, birinci basım, Istanbul Işaret Yayınları, 1993, sayfa 350-351.

Ayrıca bakınız: Hakimiyet-i Milliye Gazetesi, 20 Aralık 1925.

– Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1923-1931, Ankara Yurt Yayınları, 1981, sayfa 155.

– Ergun Aybars, Istiklal Mahkemeleri, ikinci baskı, Istanbul Milliyet Yayınları, Eylül 1998, sayfa 347.

[2] Cumhuriyet Gazetesi, 12 Aralık 1925, sayfa 1. Ve Hakikat Gazetesi, 14 Aralık 1925.

[3] Cumhuriyet Gazetesi, 25 Aralık 1925.

Ayrıca bakınız: Ahmet Nedim, Ankara Istiklal Mahkemesi Zabıtları 1926, birinci basım, Istanbul Işaret Yayınları, 1993, sayfa 350, 351.

– Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1923-1931, Ankara Yurt Yayınları, 1981, sayfa 155.

– Ergun Aybars, Istiklal Mahkemeleri, ikinci baskı, Istanbul Milliyet Yayınları, Eylül 1998, sayfa 347, 348.

[4] Ergun Aybars, Istiklal Mahkemeleri, ikinci baskı, Istanbul Milliyet Yayınları, Eylül 1998, sayfa 350;

Ayrıca bakınız: Ahmet Nedim, Ankara Istiklal Mahkemesi Zabıtları 1926, birinci basım, Istanbul Işaret Yayınları, 1993, sayfa 352.

– Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1923-1931, Ankara Yurt Yayınları, 1981, sayfa 157.

[5] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), Fon kodu: 030.18.01.01, Yer no: 016.69.1. Belge için Fotoğrafa bakınız.

 
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Temmuz 2015       Mesaj #14
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
(Fotoğraf: 7 Eylül 1925 tarihinde; “Istanbul’da Sarıklıların Miktarı Azalıyor” başlığı ile yayınlanan “Cumhuriyet” gazetesi.)

3 Şubat 1926’da yapılan son duruşmada Iskilipli Atıf Hoca ve Ali Rıza’nın idamlarına karar verildi. Diğer sanıklardan olan Süleyman ise Fatih’te sofular ve Tabyanlılar şeyhiydi.[1]

Iskilipli Atıf Hoca davasında şahidlerin “bilahare” yani “sonradan” dinlenmesine karar verildi. Yani Hocanın idamından “sonra” şahidlerin dinlenmesine karar veriliyor.

Böyle hukuk ucubesi, böyle bir saçmalık nerde görülmüş? Sadece M. Kemal’in rejiminde görebilirsiniz.

Hasankale Telgraf Müdürü Halit, Uşaklı Köseoğlu Ahmet, Salih, Yusuf Kenan onar, Saatçi Süleyman, Kamil Paşaoğlu Muhlis on beşer sene küreğe; Muharip Ali, Hoca Osman, Hacı Bey, Hoca Mehmet, Kara Sabri, Emekli Yüzbaşı Ismail yedişer sene ve Fatih türbedarı Hasan beş sene hapse mahkûm oldular. Hoca Tahir, Hacı Fettah’ın üç sene Adana’da; Hasan Fehmi’nin üç sene Isparta’da; Sami Muhsin, Sabuncuzade Mustafa ve Zühdü’nün üç sene Istanbul’da sürgün bulunmalarına karar verildi. Diğer sanıklar beraat etiler. Idam hükümleri ertesi sabah Meclis binasının önünde yerine getirildi.[2]

 

**********

 

KAYNAKLAR:

[1] Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1923-1931, Ankara Yurt Yayınları, 1981, sayfa 158.

Ayrıca bakınız: Ergun Aybars, Istiklal Mahkemeleri, ikinci baskı, Istanbul Milliyet Yayınları, Eylül 1998, sayfa 351;

– Cumhuriyet gazetesi, 12 Mayıs 1926, sayfa 2.

[2] Ahmet Nedim, Ankara Istiklal Mahkemesi Zabıtları 1926, birinci basım, Istanbul Işaret Yayınları, 1993, sayfa 356.

Ayrıca bakınız: Ergun Aybars, Istiklal Mahkemeleri, ikinci baskı, Istanbul Milliyet Yayınları, Eylül 1998, sayfa 352.

 

********************

********************

********************

 

Şapka Zulmü – 12

(Kemalist rejimin bir rezilliği daha.)

Halka zorla şapka giydirmekle kalmadılar, şapkayı nasıl kullanacaklarını, selam vereceklerini ve hatta evde nerelerde şapkayı muhafaza edeceklerini bile “Genelge” ile bildirdiler… Böyle zulüm ve komik birşey olabilir mi?

M. Kemal ve arkadaşları şapkayı “zorla” günlük hayata dahil ettikleri için şapkanın kullanma kılavuzunun da belirlenmesi gerektiğine hükmetmişler.

Bunun için 5 Ağustos 1925 tarihinde yayınlanan bir “genelge” ile bütün devlet memurlarının şapkayı nasıl kullanacakları belli kurallara bağlandı. Memurların çalışma alanlarında ve bir üst makamda bulunan görevlinin yanına girerken başlarının açık olacağı belirtildi. Baş açık iken yapılacak resmi selamlaşma bir üst makamda bulunan kimseleri baş ile beraber vücudun üst kısmını hafifçe öne eğmek şeklinde olacak. Baş açıkken elle resmi selamlama yapılmayacak, salonda ve daire içinde yapılacak törenlerde baş açık bulunulacak, hizmetliler dahi daire içinde başı açık hizmet edecekler.[1]

Şapka giyen birisi dışarıda karşılaştığı insanları, şapkasını sağ eli ile başından alarak selamlayacak. Alelade selamlarda şapkayı biraz kaldırmak, elini şapkanın kenarına dokundurmak yeterlidir. Fakat bu uygulama samimi arkadaşlar arasında yapılabilir. Şapkanın baştan alınarak kol ve göğüs hizasına ve selamlanan zatın derecesine göre vücudun öne eğilmesiyle yapılan selam usulü, resmi selamlama şeklidir. Sokakta karşılaşan kişi ile ayakta konuşulduğu takdirde, eğer bu kişi yaşça büyük veya saygın bir kişi ise şapka elde tutularak baş açık olarak konuşulacak.

Sohbet uzadığı vakit, muhatap olunan kişi `başınızı örtünüz´ dediği zaman şapka başa konacak. El sıkışmak suretiyle ayrılırken hürmet icabı yine şapka çıkarılmalıdır. Tanıdık birinin yanında eşi, kızı, kız kardeşi, annesi gibi kadınlar bulunur ise hanımefendiler resmi selam şekliyle selamlanacaktır.

Kahve, gazino, tiyatro, lokanta sinema, yazıhane, ev, oda, salon gibi kapalı mekânlarda baş açık olmalı, resmi bir makama girilirken baş açılarak şapka ele alınmalı, şapka resmi dairelerde kendileri için ayrılan yerlere, evlerde portmantolara asılmalıdır. Dairede işleri olanların odalara şapkalarını ellerine almaları gerekiyor. Boş masaya ya da sandalyenin üstüne şapka koymak doğru değildir.[2]

Eskiden kalma selamlaşma usulü olan başı hafif öne eğmenin yerini şapkayı çıkararak selamlaşma aldığı için halkın pratiğe dökmesinde acemilikler yaşandı ve selamlaşmalarda komik görüntüler oluştu.[3]

Inanılmaz ama gerçek…

 

**********

 

KAYNAKLAR:

[1] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Diyanet Işleri Başkanlığı Katoloğu, 051.V42.12.98.34, 9 Ağustos 1925.

[2] Cumhuriyet gazetesi, 8 Eylül 1925, sayfa 1.

[3] Açıksöz gazetesi, 8 Eylül 1925, sayfa 1.

 

********************

********************

********************

 

Şapka Zulmü – 13

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız



(Fotoğraf: Hatıratta geçen söz konusu sözlerin sayfa resmi.)

Moskova ve Lozan antlaşmalarına delege olarak katılan, 14 ciltlik Türk Tarihi’ni yazan, ilk Milli Eğitim Bakanı ve aynı zamanda Sağlık Bakanlığı da yapmış olan Dr. Rıza Nur, halkı nasıl cepheye sürdüklerini ve savaştan sonra M. Kemal’in halka ne yaptığını hatıralarında şöyle anlatmaktadır:

“Şimdi tuttuğumuz siyaset, elimizdeki düstur şudur:

‘Padişah, halife, hükûmet İstanbul’da düşmanlar elinde esirdir. Biz vekilleriyiz. Onları, dini, milleti, devleti kurtaracağız. Ey millet! Yunan gibi asırlardan beri kölemiz olan bir millete nasıl boyun eğeceksiniz? Bu millet buna dayanamaz. Gayrete geliniz. Din gayreti lazımdır.’

Çünkü, bütün millet adeta istisnâsız Padişah’a muti (itaatkar), dine merbut (bağlı); Padişah, din diyor, başka bir şey bilmiyor.

Harbden de yorulmuş, bitmiş, parasız, sefalette; bu haldeki bir milleti kolay kolay yeni bir harbe hazırlamak da mümkün değil. Bunun için Rumlar ile izzet-i nefislerini gıcıklıyoruz.

‘Bakkal Yorgi başınıza vali, mutasarrıf; taşcı Vasil jandarma zabıtı olacak, nasıl dayanacaksınız?’ diyoruz. Hakikaten Türk buna tahammül edemiyor. Anadolu’dan bu esnadaki seyahatlerimde bizzat böyle propaganda yaparken, bu sözlerin herşeyden müessir (etkili) olduğunu görüyordum. ‘Kur’an’ı’ apdesthane kağıdı yapacaklar. Size ‘şapka giydirecekler’ diyorduk. Bu da pek müessir (etkili) oluyordu.

Talihe bak ki, şapkayı sonunda M. Kemal’in eliyle giydiler.”

 

**********

 

KAYNAK:

Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım (Paris), Altındağ Yayınları, Istanbul 1967, cild 3, sayfa 623, 624.

 

********************

********************

********************

 

Şapka Zulmü – 14

(75’lik dede, Şapka Kanunu’na muhalefetten gözaltına alındı)

Batman Adliyesi’ne duruşmayı izlemek için gelen 75 yaşındaki Salih Boral, başındaki yerel sarık sebebiyle başsavcının talimatıyla ‘Şapka Kanunu’na muhalefetten’ gözaltına alındı.

İşlemler için yaklaşık 5 saat karakol, sağlık ocağı ve adliye arasında gidip gelen 75’lik dede çıkarıldığı mahkemece serbest bırakıldı. Gözaltı kararını veren Başsavcı Harun Yılmaz, sarık takmanın suç olduğunu ileri sürerek, Boral’ı adliyede sarıkla dolaştığı için gözaltına aldırdığını kaydetti. Hukukçular ise Şapka Kanunu’nun devlet memurları için geçerli olduğunu ve asıl şapka takmayan başsavcının suç işlediğini açıkladı.

Batman’da 3 Mayıs 2004 günü Toptancılar Sitesi’nde 3 kişinin ölümü, 22 kişinin de yaralanmasıyla sonuçlanan patlamada dükkânı zarar gören Salih Boral, site esnafınca TÜPRAŞ hakkında açılan davanın duruşmasını izlemek üzere Batman Adliyesi’ne gitti. Duruşma bitiminde adliyeden ayrılmak üzere olan Boral, neye uğradığını anlayamadan polis tarafından gözaltına alındı. Başsavcı Harun Yılmaz’ın talimatı üzerine yakalanan ve hakkında Şapka Kanunu’na muhalefetten hazırlık soruşturması başlatılan Boral’ın sarığına mahkemece el konuldu. Bir buçuk metre uzunluğundaki sarık suç delili olarak zabıtlara geçti. Hakkında hazırlık dosyası oluşturulan Boral ile ilgili dava açılıp açılmayacağına nöbetçi savcılık karar verecek.

Duruşma salonunda ve adliye koridorlarında sarığının cebinde olduğunu söyleyen Boral, olayın kendisini çok üzdüğünü söyledi. Adliye polisinin uyarısı üzerine sarığını cebine koyduğunu ve duruşma sonuna kadar çıkartmadığını dile getiren Boral, başına gelenleri, “İçeri girerken bir polis beni uyardı. Polisin uyarısı üzerine sarığımı cebime koydum. Duruşma bitiminde bahçeye çıktık. Basın mensupları diğer arkadaşlara bir şeyler soruyordu. Fotoğraf çektik, daha sonra bahçede sarığımı taktım, adliyeden çıkmaya hazırlanırken, bir polis geldi `Amca bizimle geleceksin.´ dedi.” cümleleriyle anlattı.

“(…) Polislerin beni suçlu gibi götürüp getirmesine çok şaşırdım ve üzüldüm. Yaşadığım heyecan nedeniyle tansiyonum 18’e kadar çıktı. Herkes üzüldü, beni götüren polislerden biri bile `Amca benim de babam böyle sarık takıyor. Üzülüyoruz; ama ne yapalım elimizde bir şey yok.´ dediler. Bu nasıl bir uygulama anlayamadık.” (…)

 

**********

 

KAYNAK: Zaman gazetesi, “75’lik dede, Şapka Kanunu’na muhalefetten gözaltına alındı”, 8 Mart 2005.

 

********************

********************

********************

 

Şapka Zulmü – 15 ve SON

Şapka İdamlarında Bir Kadın: Şalcı Bacı

Şapka Kanunu’na muhalefet ettiği gerekçesiyle idama mahkum olanlar arasında bir kadından da söz edilir. Bu, bohçacılık yaparak hayatını kazanan ve “Şalcı Bacı” diye tanınan bir kadındır. Gazeteci Nimet Arzık, bu olayı duyduğunda bir hikaye yazdığını ve adını “Şalcı Bacı Asılmağa Gidiyordu” koyduğunu anlatır. Nimet Arzık, Şalcı Bacı’nın “Şapka Kanunu’na Muhalefet suçundan asılacağı” kararına şaşırdığını, “candarmalar” onu iterek götürürlerken “Kadın şapka giye ki asıla?” diye sorarak geçtiği yollardaki “donuklaşmış” insanların içlerini kabarttığını da ifade eder.

Şalcı Bacı’nın “Kadın şapka giye ki asıla?” şeklindeki safça şaşkınlığı yansıtan sorusunu Nimet Arzık şöyle cevaplandırır:

Giyer, giymez, ama “icaplar” vardı. Görev icapları, ödev icapları, ibret icapları, gösteri icapları. Şalcı Bacı’yı iki metre boyuyla, “isli” yüzüyle, yılan yılan incelmiş örgüleriyle, siyah puşusuyla ve bütün sabır felsefesiyle darağacına vardırıyordu bu icaplar. Bildik evler arkasında kalıyordu, hükümet meydanına dek. Erkek adımlarla, bilmedik bir dünyaya doğru yürüyordu. Donuklaşmış halkın arasından, koşuşanlar vardı ağlayarak, onu o bilmedik dünyanın eşiğine kadar uğurlayan.

“Şapka Kanunu’na Muhalefet” suçundan Şalcı Bacı’yı idama gönderenlerden biri, gazeteci-yazar Çetin Altan’ın dedesi Kumandan Tatar Hasan Paşa’ydı. Altan bir kitabında bu olayın kendisini nasıl etkilediğini şöyle anlatmıştı:

Dedem Hasan Paşa çok sert bir askerdi. İsmet Paşa topçu okulunda öğrenci iken, Hasan Paşa okul müdürüydü. Sonrası ünlü komutanlar olan o dönemin öğrencileri, anlatıp dururlar Hasan Paşa’nın sertliğini. Bir şapka isyanını bastırmakla görevlendirildiği bir kentte, hızını alamayıp bir de kadın asmıştı. Sanırsam siyasal duçtan ilk asılan kadın odur tarihimizde. Kadın sehpaya çıkmadan önce “Ben bir hatun kişiyim. Şapka ile ne derdim ola ki” demiş galiba. Ben o tarihte henüz doğmamıştım. Çok ama çok sonradan öğrendim bunları. Ve inanın ince sızı gibi tatsız bir burukluk kaldı içimde.

Erzurum’da halk içinde Şapka Kanunu’na gösterilen muhalefet üzerine Vali Paşa’yla Kumandan Tatar Hasan Paşa kafa kafaya vererek bu muhalefeti kırmak için “daha kestirmeden” bir çözüm arayışına düşmüşlerdi. İşte Şalcı Bacı’yı idama götüren gelişmeler böyle başlamıştı. Nimet Arzık’ın anlattığına göre Vali ve Kumandan Paşa şöyle demişlerdi:

Ne yapalım, muhayyelelere dehşet salmak için kimse hükümetin emrinden dışarı çıkmaın diye. N’apalım? Bir kadın asalım, inkılaplara karşı geldi diye.

Sonrası da şöyle: İnkılaba karşı, gösterişli boyundan ötürü Şalcı Bacı’yı bulmuşlardı. Bohçacıydı yazık. Evden eve gezer, çarşaflar, yatak örtüleri, puşu’lar satardı, dolaştıkça yassılaşan bohçasına sarılı.

Ve evlerinde rahat oturan kadınların şikayetlerini dinlerdi, “izli” yüzünün huzuru bozulmadan bazan bir “kitaplık” laf ederdi, yerini bulan. Şalcı Bacı’nın ne şapka’dan, ne de inkılaptan haberi vardı. Ama “ihbar” diye bir müessese ardır, hala acı acı işler Türkiye’de. İşte o müessese işlemişti.

Böylece Şalcı Bacı’nın yüzü inanamazlık ve şaşkınlıkla karışmıştı. İkide bir de duralarken “Kadın şapka giye ki asıla?” diye sorarak direnmişti. Arzık hikayesinde diyor ki:

Ve asıldı. Sarkmış bücudu ne kadar, ne kadar uzandı, Türkiye’nin her tarafına gölgeler salacak kadar uzun.

İşte Tatar Hasan Paşa’ların ve Vali Paşa’ların işine öyle geliyor diye, kendi halinde zavallı bir bohçacı kadın, şapka giymesi mümkün olmayan savunmasız Şalcı Bacı bir çırpıda Şapka Kanunu’na muhalefetten idam edilenler kervanına katılmıştı.

 

**********

 

KAYNAK: Cihan Aktaş, Tanzimat’tan 12 Mart’a Kılık-Kıyafet ve İktidar.

 

**********

NOT: Şüphesiz yapılan zulümler burada zikrettiklerimizden çok ama çok daha fazladır. Ancak elimizden yalnızca bu kadar geldi. Inşaallah bizden sonrakiler daha fazlasını insanların istifadesine sunacaklardır.

 

**********

 

`K. Çandarlıoğlu´

 

**********

 

“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:

Belgelerle Gercek Tarih, Kadir Candarlioglu

*
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Temmuz 2015       Mesaj #15
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Atatürk ile ilgili bilinmeyenler


Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: “Atatürk’ü hâlâ bilmiyoruz”, Habertürk Gazetesi

***

Belkıs Kılıçkaya’nın HABERTÜRK TV’de ekranlara gelen ‘Doğru Açı’ programının konuğu Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu oldu.  “Atatürk: Entelektüel bir biyografi” adlı kuşatıcı bir çalışmaya imza atan Hanioğlu, Kılıçkaya’nın sorularını yanıtladı.

Kılıçkaya’nın sorularına Hanioğlu’nun verdiği yanıtlar şöyle:

Kılıçkaya: – Atatürk’ü biliyor muyuz?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Hayır aslında hakkında son derece fazla eser olduğu halde bilmiyoruz. Yayınevi benden böyle bir kitap yazmamı istediğinde zaten dehşetengiz bir literatür olduğunu söyledim, ama onlar yeni bir kitaba ihtiyaç olduğunda israr ettiler. Şerafettin Turan, Kinros, Mango gibi çok ciddi yazılmış Atatürk biyogrofileri var, ama onlar da Atatürk’ün düşünce entellektüel birikimi üzerinde çok az duruyorlardı. Ve ben öyle yazmaya başladım Atatürk’ün entellektüel biyogrofisine. Ama tabii kelimenin gerçek anlamında bir entellektüel değil tabii Atatürk, neticede asker ve siyasetçi. Batıda Literatüs dedikleri belli konuları takip eden, bunları kendi toplumuna uygulamak isteyen biri. Ama netice itibariyle bir Durkheim değil, teori geliştirmiş bir sosyalbilimci, felsefeci değil.

Kılıçkaya: – Atatürk’ün bugün hala sır veya tabu olduğunu söyleyebilir miyiz?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Etrafında kişisel bir lider kültü var. Sonra kurucu lider kültü de var. 80 sonrası bu duruma daha da hız ve ivme kazandırıldı ve işte artık Atatürk’ün kendi fikirlerini kendi bağlamında analiz edemiyoruz. Atatürk’e yanılmazlık atfediliyor, fikirlerini sadece kendisi üretmiş ve bu arada yarı bir tanrı diyebiliriz, böyle bir pozisyona getirilmiş. Ciddi bir düşünce analizi bu nedenle yapılamıyor. Mesela Abdullah Cevdet üzerine biyografi çalışması yaptım. Bir tabuyla rastlaşmadım, rahat rahat fikir analizi yaptım, erken cumhuriyet ideolojisinde çok etkili bir isim Abdullah Cevdet.. Ama Atatürk Türk toplumunda çok hassas ve çok kolay yanlış anlamalara yol açıyor, tabulaştırdığımız için tartışıp, analiz edemiyoruz.

Kılıçkaya: – Fikri planda muhtelif Atatürkler var. Ve bugüne kadar Türkiye’de siyasi sınıf ve elitlerde fikir ve eylemlerine meşruiyet ararken Atatürk’ten bir malzeme çıkarabildiler. Aslında fikri planda hangi Atatürk’ten söz edebiliriz, hangisi gerçek?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Bu soru biliyorsunuz çok sorulur, Atilla İlhan da sorardı, Taha Akyol çok güzel bir kitap yazdı.. Atatürk değişik dönemlerde liderlik yapmış biri. 1915’ten ölümüne kadar liderdi, bu uzunca bir zaman ama yeknesak bir süre değil. İstiklal harbi dediğimiz bir harbin yöneticisi, ulus-devletin kurucusu, sonra da bir toplumsal dönüşüm ve mühendislik uygulayıcısı bir lider. Dolayısıyla 3 farklı eylemde görüyoruz, hatta liderlik öncesine de giderseniz Osmanlı subayı olarak değişik mevkilerde görürsünüz. Burada 2 şeye dikkat etmek lazım: Birincisi Atatürk’ün içinde yaşadığı ortam değişmiştir, imparatorluk subayıyken, ulus-devlet kurucusu olmuştur.

Kılıçkaya: – Bu arada yaşadığı mekan, mahal çevre de tamamen de değişiyor…

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Elbette, 1912’de Selanik’in kaybedilmesiyle Atatürk hiçbir zaman evine dönemeyecek bir insan. 1910’larda çok anlamlı olan bir fikrin yani Türklüğün Osmanlıcılıkla bağdaşlaştırılması çabasına ulus-devletin kurulmasıyla artık gerek kalmıyor. İkinci dikkat edilmesi gereken mevzuu da, bu dönemde bir siyasetçi olarak pek de benimsemediği fikirleri dile getiriyor.

Kılıçkaya: – Şimdi onları dönem dönem ele alırsak, Kurtuluş Savaşı söylemi mesela Sultan Galiyev gibi diyorsunuz…

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Evet bir yandan Müslüman Bolşevikler gibi konuşuyor, bir yandan da Islami bir söylemi dile getiriyor. Bu tarihten evvel çok az metin var Atatürk’ün kaleme aldığı. Ve sadece bu yazdıklarına bakarak da bu söylediklerine inanmadığı ve siyaseten böyle konuştuğunu anlıyoruz. Atatürk Bolşevizmden hoşlanmazdı, bunu kurtuluş savaşı öncesinde yazdıklarından da sonrasında da izliyor ve görüyoruz, yazdıkları üzerinden. Yine daha evvel dinlerin oluşumuyla ilgili bir takım fikirleri var ve bunlar son derece seküler bir dünya görüşünü dile getiriyor sahiden de…

Kılıçkaya: – Atatürk genel olarak bilindiği gibi en çok ve sadece Fransızlar’dan mı etkilendi?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Hayır, mesela Alman popüler bilimcilerinden çok etkileniyor. Atatürk 1925’ten önce batıdaki fikir akımlarını ve tartışmaları türk dergi ve tercüme yayınlar üzerinden izliyor. Zira bir ordu komutanı, Trablusgarp’ta savaşıyor, Balkan savaşı sonra Birinci Dünya Savaşı var. Batıdaki entellektüel tartışmaları yakınen izlemesini beklemek pek anlamlı olmaz. Aynı dönemde ayrıca Osmanlı’da da batıdaki fikirler eş zamanlı olarak tartışılıyor.

Kılıçkaya: – Atatürk’ün Kurtuluş savaşı’ndaki Müslüman-Bolşevik kimliğini bir kenara bırakırsak samimiyetle inanıp dile getirdiği fikri hayatında kimlerden etkilendi?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Bir konu üzerinde derinlemesine okumaktan çok dediğim gibi tercüme dergilere yansıyan yayınları izliyor. 1925’e kadar daha popüler bir bilimi izliyor. Ve Türkiye’ye yansıyan şeklinden de ciddi biçimde etkileniyor, mesela Ludwig Büchner’in “Madde ve Kuvvet” kitabından yahut Draper’in “Din ve bilim” çatışması ki Abdullah Cevdet çevirisiyle bu kitap aynı zamanda çok ciddi bir İslam eleştirisidir. Gökalp üzerinden Durkheim’den etkilenmiştir, sosyal darwinizmden çok ciddi etkilenmiştir. Yani Darwin’in kuramının toplum hayatında geçerli olacağı görüşünden, zayıfın daima güçlüye karşı mağlup olacağı fikri. Ve tabii çevreye daha fazla uyum sağlayanın daha kalıcı olacağı inancı. Savaş için de, toplumsal hayat için de geçerli olan bu diye inanyorlar. Bu fikir batıda da savaşın meşrulaştırılmasında etkili oldu. Atatürk bu saydığımız kitapların Türkçe tercümelerini okuyor. Ancak 1930’dan sonra çok ciddi bir okumaya girişiyor. Özellikle antropolojik çalışmalar üzerine çok okuyor. Sonunda şunu söyleyebiliriz, Fransa’da ”Asır sonu dünyası” denen ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar uzanan dönemin ve bu dönemin bu dünyanın ürünü olan pekçok fikri benimsemiş biri Atatürk.

Kılıçkaya: – Yine o dünyanın ürünlerinden etkilenmiş fikir adamları var Osmanlı’da da. Atatürk onlardan da etkileniyor mu?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Tabii Garpçılar var, Türkçüler var ve bunlardan fazlasıyla etkilendi… Ancak yazdıklarına bakacak olursak, aslında Atatürk ilk defa Mısır’da Kahire’de çıkan Türk dergilerinde dile getirilen seküler ve İslamiyetin Türkleri gerilettiğini öne süren bir milliyetçilik tezine inanıyor. İkinci meşrutiyet döneminde bu milliyetçilik egemen değil ama Atatürk üzerinde ciddi bir etki bıraktığını görüyoruz. Nitekim Atatürk’ü iktidarda da görüyoruz, Atatürk seküler ve İslamiyeti bir parantez içine alan bir milliyetçilik geliştirmeye çalıştı Türkiye’de…

Kılıçkaya: – Garpçıların önemli isimleri Atatürk’e gelip ‘biz yazdık siz gerçekleştirdiniz’ diyor. Bunlar o devirde hakikaten kolay kabul edilebilecek fikirler değil. Hatta yazanlar da gerçekleşmesinden şaşırmış görünüyor galiba…

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Biraz marjinal fikirler bunlar. Şunu unutmamak lazım, çok büyük bir değişim ve dönüşüm dönemi ve siyasetçiler buna ”Kabuk değiştirme dönemi” diyorlar, 1918’den sonrasına bakacak olursak çok büyük bir değişim ve dönüşüm sözkonusu. Çok uluslu bir imparatorluktan bir sürü ulus-devlet çıkıyor, bunlardan biri de Türkiye cumhuriyeti. Ve bir imparatorluk için kabul şansı olmayan fikirler resmi ideolojinin ayrılmaz bir parçası haline getiriliyor. Bunu pekçok kez de yazdım, eğer Birinci Dünya Savaşı gibi bir savaş olmasaydı Garpçılar’ın fıkirlerinin gerçekleştirilmesi ve resmi ideolojinin bir parçası haline gelmesi son derece zor olurdu.

Kılıçkaya: – Garpçılardan söz etmişken, onlar tarafından kaleme alınan kılık kıyafet devrimi, harf inkılabı var, başka neler var?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Tekke ve zaviyelerin kapatılması, medereseler yerine Fransa’daki College de France gibi üniversitelerin açılması, fesin yerine şapka, latin alfabesine geçiş, kadının toplumsal hayattaki yerini daha önemli hale getiren yasal düzenlemeler.

Kılıçkaya: – Yani Kılıçzade Hakkı’nın ”Pek uyanık bir uyku” adlı makale gerçeğe dönüşüyor.

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Evet, bütün bu fikirler daha evvel Osmanlı entellektüel çevrelerinde tartışılan fikirlerdi. Dolayısıyla Atatürk’u bu fikirleri kendisi üreten biri gibi görmemek lazım.

Kılıçkaya: – Bunun elbette bir önemi yok ama sanki daha evvel vardı denildiğinde onu adeta bir tenzili rütbeye uğratıyormuş gibi yorumlanıyor Türkiye’de..

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Tabiki önemi yok. Evet ama bunu dersek Atatürk’ün Türk toplumunun dönüşmesinde oynadığı rolü küçültmüşüz gibi algılanıyor. Ama şöyle de bir uç noktaya gitmemek lazım, ”sonunda Atatürk de başkalarının fikirlerini gündeme getirdi, kendisinin bir katkısı olmadı”! Hayır, bu doğru değil, bunlara kendi yorumlarını getirmiştir ve çok büyük bir inançla gerçekleştirmiştir. Mesela Latin alfabesine bir anda geçmiştir. Ya da bir takım hukuki reformları medeni kanunun yani ittihatçıların hukuki aile gibi değil de direkt batıdan alınması hadisesi çok çabuk olmuştur.

Kılıçkaya: – Bilinip bilinmediğine dair bir emare midir, mesela Atatürk’ün kuvvetler ayrılığına kesinlikle karşı olduğunu daha yeni yeni konuşuyoruz.

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Evet Taha Akyol kitabında bunu çok güzel yazdı, ki bu çok açık bir durum, Atatürk kuvvetler ayrılığına değil birliğine inanıyordu. Nitekim Birinci Meclis Fransa’da ihtilal sonrası meclisi andıran konvansiyonel bir meclis, yürütme yasama ve hatta onun ötesinde Istiklal mahkemeleri araclığıyla yargıyı da tek elde toplayan bir meclis.

Kılıçkaya: – Bütün bu anlattığınız değişimleri Atatürk’ün gerçekleştirmesinde sosyal darwnizme inancının rol oyandığını ve kolaylıkla gerçekleştirebildiğini söyeleyebilir miyiz?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Tabiki, darwinizmin ve özellikle de sosyal darwinizmin Atatürk’ün üzerinde çok ciddi etkileri var. Kendisinin ilginç fikirleri var mesela atalarımızın balık olduğuna, insanların onlardan türediği yolunda. Yani Atatürk’de genel anlamda bir Darwinizm, özel anlamda da sosyal darwninizmin çok etkili olduğunu görüyoruz. Bunun darwinist düşüncenin toplumsal hayata uygulanmasının gerekliliği fikrini görüyoruz. Ki yani bu Atatürk’ün bir takım politikaları uygulamasında ve uygulama biçiminde bunlara ve duyduğu inançta çok önemli bir rol oynamıştır. Darwnizm şöyle bir inanç getiriyor, sonunda evrimi ve bunun nasıl bir yol izleyeceğini anlayabilmek mümkündür, sosyal darwnizme inananlara bilimsel bir güvence ve bilimsel meşruiyet sağlıyor. Bu güçlünün zayıfı mağlup etmesi ve güçlü olunması gerektiği…

Kılıçkaya: – Atatürk üzerinde ”Bilimcilik” ne kadar etkili oldu?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Bu çok derin ve önemli bir etki. Biz bugün Atatürk’ün birçok vecizesine baktığımızda eski deyimle kelamı kibarına baktığımızda onları kendi bağlamında değerlendirmiyoruz. Bugün o sözler ne manaya geliyorsa, bugün ne anlaşılıyorsa o sonucu çıkarıyoruz. Mesela Atatürk’ün en meşhur vecizelerinden biri ”Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” sözü. Bu sözün öncesi de var ama devamında başka bir yol göstericiye inanmanın çok kötü olacağı belirtiliyor. Burada ifade edilen bilimin önemi değil, sonunda bilimin dinin yerini alacağı bir geleceğin toplumunun doğacağına dair bir fikir var. Ki bu ”Asır Sonrası Dünya” dediğimiz o dönemde Bilimciler’in temel düşüncelerinden biridir bu. Yani geleceğin dünyasının toplumunda din olmayacak yahut çok az insan için geçerli -ki bunlar da tamamen entellektüel olmaktan uzak cahillerle kendini gösteren bir taassup inancı olarak var olacak. Bu o dönemde dünyayı kasıp kavuran bir fikir.

Kılıçkaya: – Atatürk’ün Bilimcilik inancının halktaki tezahürü nedir, ona nasıl yansıyor?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Bu enteresan birşey Atatürk ve o dönem entellektüelleri Gustave Le Bon’un etkisiyle çok ciddi manada ”Elitizm’e, seçkinciliğe yönelir. Atatürk Gustave Le Bon’un pekçok kitabını okumuştur, Gustave Le Bon da Atatürk’ten ”Dahi general” diye övgüyle söz etmiştir. O dönemin Garpçılar’ı ”Din avamın bilimidir, Bilim ise seçkinlerin dinidir” derlerdi. Dolayısıyla dinin kitleleri modernleştirmede etkileyici bir silah olacağı düşünülüyor ve adeta protestanlık reformu gibi bir dinde de bir reform yapılması yönünde bir tezleri vardı.

Kılıçkaya: – Ve sonuçta elitler için Atatürkçülük bir din, kült haline mi dönüştü?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Evet bilim ve Atatürk seçkinlerin dini haline geldi. Buna karşılık kitleler için Islam ehemmiyetini korudu. Erken cumhuriyetin bu alandaki projesi sonunda başarısız oldu, kitleler kendilerine verilmeye çalışılan modernleştirilen o protestanlık benzeri reforma tabi tutulan dini kabul etmediler
DEVAMİ EDİYOR..
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Temmuz 2015       Mesaj #16
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Atatürk Ulusdevlet ve Kimlik Meselesi

Kılıçkaya: – Biz kimiz, kim olmamız tasavvur edildi, kim olduk?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Çok geniş bir konu tabii bu. Cumhuriyetin bir kimlik projesi vardı, daha doğrusu Cumhuriyet bir kimlik yaratma projesiydi. İmparatorluk mirası olan kimliklerin ulus-devlet kurma projesi dahilinde Türkiye bölgedeki tek ülke de değildi. Daha önce Osmanlıcılıkla bağdaşlaştırılmaya çalışılan bir ideoloji de yeni dönemde başlı başına resmi ideoloji haline getirildi ve sonra da bunun üzerinden bir kimlik projesi oluşturuldu. Osmanlının son dönemlerinde geliştirilen Türkçülük ilk başta kültürel bir hareketti daha sonra siyasi milliyetçiliğe dönüştü. Bütün bu gelişime rağmen ama bu anlayış ittihat Terakki üzerinde Balkan Harbi sonrasında 1912-1913 sonrasındaki etkisine rağmen ”Osmanlılık” sınırları içinde tutulmaya çalışıldı. Bu Türkçülüğü Osmanlılıkla bağdaştırma zorunluğu vardı. Bu Türkçülük erken cumhuriyet Türkçülüğü gibi milliyetçilikten başka bir sınır tanımayan, istediğini söyleyebilen bir ideolojiye çeviremezdiniz. Çok uluslu bir imparatorlukta bunları yönetmek istiyorsanız, sınırsız erken cumhuriyetin yöneldiği gibi bir milliyetçiliğin imparatorluğu çökerteceği varsayılıyordu ki, bu doğruydu. Bu ideoloji Cumhuriyetle beraber zincirlerinden kurtuldu. Artık Osmanlı ideolojisiyle Türkçülüğün bağdaştırılması gibi bir takım sınırlar gerekmiyordu, hatta Osmanlı geçmişi reddedildi bir anlamda. ”Türkler’in parlak geçmişi” tabiri caizse Osmanlı dönemini by-pass etti. Türkler’in geçmişi 9 bin yıl evveline neolitik çağa dayandırıldı, ilk uygarlığın Türkler’e ait olduğu hatta ilk lisanı da onların konuştuğu.. Böylece Osmanlı geçmişi de parenteze alındı, bu parlak geçmişin en kötü dönemi haline getirilip böyle kavramsallaştırıldı. Bu milliyetçiliğin Osmanlı döneminden farklı olarak seküler vurguları çok güçlüydü.

Kılıçkaya: – Bu milliyetçilikteki seküler vurgularda Osmanlı impartorluğunun çok uluslu olması mı yoksa İslamla ilişkisi mi etkili? Bu tercihte ne rol oynuyor?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Hayır, çokuluslu bir imparatorlukta da seküler milli hareket olabilir. Sorun Osmanlı’nın son dönemde bir Türk-Islam sentezi milliyetçiliğe yönelmesidir, Ziya Gökalp’te mesela bunu görürüz.

Kılıçkaya: – Kurtuluş Savaşı’ndaki milliyetçilik anlayışını bir yana bırakırsak, ki orada söylemiyle çokuluslu bir toplumu harekete geçiren başarılı bir kumandan siyaset adamı Atatürk- bu milliyetçiliğin evrimi nasıl oldu, safha safha…

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Eric Jan Zürcher’in çok kullandığı bir deyim var bu dönem için, ”İslam Milliyetçiliği” diyor. Atatürk mecliste sadece Türk değil Kürtler’e Çerkezler’e de sesleniyor, İstiklal harbinde de bu söylem var. Islamın son hilafet merkezini kurtarmaya çalışıyoruz, Endülüs’te olanlar olmasın, Islamı temsil, hilafetin son merkezini koruma gibi. Atatürk açıkça Kürtler’e Çerkezler’e vurgu yapıyor müslüman mülliyetçilik yapıyor. Bazen de ortak bir camia olunduğunu ve bunun ortak bir savaş olduğunu ve bir taraftan da bunun Türkçü bir hareket olmadığını vurguluyor. Bu tabi siyasi bir pozisyon. Daha evvel yazdıklarıyla da daha sonrakilerle de uyuşmuyor. Mesela içinde kadınların da olduğu Paris önlerine dayanan Türk cengaverler ifadesi var bu yazılarında Atatürk’ün. Bu çok seküler bir Türk milliyetçiliği. Ancak bu retoriği Kurtuluş Savaşı’nda tamamen bir kenara koyuyor. Bu şayet yapılmasaydı zaten bir Türkçülük hareketine dönüşseydi, başarı şansı çok azalırdı. Ayrıca bu harekete Hint müslümanlarından çok büyük destek geliyor, yani Atatürk’ün bu söylemi kullanmasının bir nedeni var, durup dururken bu dili kullanıyor değil.

Kılıçkaya: – Kurtuluş Savaşı sonrasında varolan milliyetçilikde Ziya Gökalp etkisi ne kadardır?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Atatürk üzerinde bir Ziya Gökalp etkisi var. Cavit Orhan Tütengil bunun çalışmasını yaptı. Tabii tesiri var ama Ziya Gökalp’in fikirleri erken cumhuriyet üzerinde bile çok etkili revaçta fikirler değil. Bu anlamda savaş sırasında çıkan İslam mecmuasında savunduğu bir Türk Islam sentezi ortaya çıkartan Islamın çok önemli rol oyanadığı bir milliyetçilik. Cumhuriyetin geliştirdiği ise seküler laik bir milliyetçilik, bu ikisi uyuşmuyor. Zaten cumhuriyetle beraber yeni bir milliyetçilik ve yeni bir kimlik tanımı görünüyor. Bu milliyetçilik 2 temel zincirden de kurtuluyor. Osmanlılık zincirinden ve İslamdan.. Bu milliyetçilik kendisini seküler parametrelerle tanımlıyor, ve bu parametrelerle yeni bir ulus yaratılmak isteniyordu.

Kılıçkaya: – Sosyolojik milliyetçilik sonra seküler sonra antropolojik milliyetçiliğe geçiş nasıl seyretti?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Erken cumhuriyet 1930’lar öncesinde de sosyolojik milliyetçilikde seküler ve laik parametreler geçerliydi. Hiçbir zaman Ziya Gökalp’in düşündüğü biçimde bir sentezi üretmeyen bir milliyetçilikti bu. Ancak daha sonra bu da bir kenara atılıp antropolojik milliyetçiliğe geçildi..

Kılıçkaya: – Yani sosyolojik derken bugün de ara ara sözünü ettiğimiz Türkiyelilik gibi ama sonrasında da en vahim şekline mi?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Antropolojik milliyetçilik daha ziyade ırk temelli bir milliyetçilikten söz ediyoruz. Türk tarih tezi ciddi anlamda fiziki antropolojiye dayanan hatta diffiyonist yani yayılmacı antropolojik fikirler etrafında şekillenen bir kuramdı. Buna göre Türklerin tarihi neolitik çağa 9 bin yıl öncesine gidiyordu, ilk lisanı kullanan da onlardı.

Kılıçkaya: – Atatürk bir millet tasavvur edip buna uygun bir tarih yazmayı mı seçti, yoksa eldekiyle ancak bu mu çıkar dedi? Aynı dönemde batıda da antropolojik milliyetçilik zirvede…

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Ben şuna katılmıyorum bazı akademisyenler bizdeki fiziki milliyetçilik kaçınılmazdı, fiziki antropolojik bir milliyetçilik ve kimlik yaratma zorunluluğu vardı diyorlar. Hayır, böyle bir zorunluluk yoktu, bu bize dönemin dayattığı bir zorunluuk değildi..

Kılıçkaya: – Bu dönemde Kürt yok, Çerkez yok…Türk de henüz üzerinde çalışılan yeni icad edilecek bir kimlik mi?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Tabii yeni bir kimlik yaratılacak, Türkler’e ”siz ne olduğunuzun farkında değilsiniz, siz kendinizi Müslüman gibi bir kimlik tanımı yapıyorsunuz, yanlış yoldasınız” deniyor.. Hatta Türk tarihinin anahatları kitabı yani Afet inan ve diğer tarihçilerin çalışmalarının yayımlandığı bu çalışma daha sonra 4 ciltilik lise tarih kitabına temel teşkil edecek.

Türkler’in ne kadar üstün bır ırktan geldiğinin farkında olmadıkları ve Yahudilere ait bir takım safsatalara kaptırmış durumda oldukları vurgulanıyor ve sizin gerçek bir kimliğiniz var, farkında değilsiniz ve şimdi bunu yapma zamanı ve biz bunu yapacağız deniyor. Sizin parlak bir geçmişiniz var neolitik çağa giden, İslam ve Osmanlı geçmişiniz değil parlak olan bu onun en kötü dönemi.. Neolitik çağda 9 bin yıl önce Ortaasya’da ilk medeniyet üretenler Türk deniyor.

Kılıçkaya: – Bunu yaparken nasıl bir yöntem izlendi, Atatürk şöyle şöyle birşey mi yazın dedi?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Hayır, şöyle birşey yazın demedi. 31-41 arası bu 4 ciltlik tarih kitabı tamamen böyle bir tarih anlatır. Ayrıca materyalist bir tarih yaklaşımı sözkonusudur. Wels’in çok etkisi var bu yorumda. Dünya Tarihi kitabı var, aslında tarihçi değil Wels, tabii bilimlerle uğraşıyor ama kozmozun ortaya çıkışı ilk canlılar ve Darwinist bir yorum söz konusu.

Kılıçkaya: – Atatürk okuduklarından mı etkileniyor yoksa tasavvur ettiğine uygun fikri temeller mi arıyor?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – İkincisi daha doğru. Atatürk’ün bu konuya ilgisini arttıran şey Türkler’in bir takım kitaplarda sarı ırka mensup olduğu bunun da ırk hiyerarşisine göre alt tabaka ırk manasına geldiği yönündeki görüşler. Atatürk Afet İnan’a ”Bunu araştır ve doğru olmadığını ispatla” der. Afet İnan ilk çalışmalarını yapar sonra meşhur antropolog Eugene Pitard’ın yanında çalışır, tez yazar. Atatürk’ün ölümünden hemen sonra devlet bütçesiyle 64 bin kişi üzerinde kafatası ve kemik ölçümü yapar. Antropometrik harita çıkartılır. Pitard önsözde tezi yönetenin kendisi olduğunu ama fikir babasının Atatürk olduğunu belirtir.

Kılıçkaya: – Aynı dönemde Ne Mutlu Türk’üm tezi de geçerli mi? Nasıl yorumlanıyor?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Osmanlı’nın son döneminde de Namık Kemal’in yazılarında da bu anlayış Osmanlılık üzerinden var. Ne mutlu Türk’üme benzer bir söylem.. Antropolojik milliyetçilik döneminde de geçerli. Ancak kapsayıcı milliyetçilik insanlar kabul edince iyi bir şeydir ama kabul etmeyince ne diyeceksin?

Kılıçkaya: – Atatürk öyle hissetmeyip kabul etmeyenlere karşı nasıl bir politika izliyor?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Tek parti dönemi baskıcı politikalar izledi, ancak sonrasında çoğulcu siyaset başladıktan sonra da toplum o kadar içselleştirdi ki devam etti. Son dönemde Türkiye’de apolojetik bir tarihçilik türedi, 30’larda, 40’lardaki uygulamanın orada kaldığı yazılıyor, hayır öyle olmadı, bugün de hala çok ciddi bir tortusu var.

Kılıçkaya: – Bugün Türkiye’de cumhuriyetin 30’lu yıllarını çok sert eleştirenlerin bile özellikle yönetici sınıf için soruyorum, farkında olarak ya da olmayarak aynı nizamda düşündüklerini söyleyebilir miyiz?

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu: – Bu anlamda tek parti iktidarının ideolojisini red ettiğini sananlar bile onun parametrelerinin dışına çıkamıyorlar, alternatif geliştirdiklerini düşündüklerinde dahi…

 

**********

 

KAYNAK: Habertürk Gazetesi, “Atatürk’ü hâlâ bilmiyoruz”, 17 Ağustos 2012.

 

**********

 

Kadir Çandarlıoğlu

 

**********

 

“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:

Benzer Konular

16 Ocak 2012 / Misafir Cevaplanmış
16 Mart 2015 / Ziyaretçi Cevaplanmış
2 Ekim 2006 / Misafir Din/İlahiyat
20 Mart 2015 / erkan Soru-Cevap
26 Ocak 2007 / Misafir Din/İlahiyat