Antropoloji, insanla ilgilenen birçok bilim dalından biri. Genellikle fiziksel ve kültürel antropoloji olarak ikiye ayrılır. Dünyadaki çeşitli insan topluluklarının doğalcı yaklaşımla betimlenmesi ve yorumlanması olarak tanımlanabilir, ama ne konusu ne de araştırma yöntemleri kendine özgüdür. Tarihten farklılığı, antropolojinin toplumlar, kurumlar, inanç ya da geleneklere ilişkin tarih araştırmalarını dışlamasından değil, belgelere dayanmak yerine insanları, etkinliklerini ve ürünlerini olabildiğince dolaysız gözleme yöntemini benimsemesinden doğar. Bu tür araştırmaların sonuçlarını insanlık tarihinin bir parçası sayıp insanın karmaşık biyolojik ve kültürel gelişme sürecinin daha iyi kavranmasına katkı olarak değerlendirilmesiyle de tarihten ayrılır. Benzer biçimde, insan görünüş ve zihniyetindeki çeşitlenmelerle toplu farklılıklar konusundaki yaklaşımıyla da fizyoloji ve psikolojiden ayırt edilir. Antropologlar, herhangi bir topluluğun ya da etkinliğin özgül niteliklerini, bunların insanın tarihsel gelişimi içindeki konumuna bağlı olarak araştırmayı ve yorumlamayı amaçlar.
Modern antropoloji araştırmalarının kökleri Keşifler Çağı'na kadar uzanır. Bu dönemde, teknolojik açıdan ileri Avrupa kültürleri, genellikle ayrım yapmaksızın "vahşi" ya da "ilkel" başlığı altında topladıkları birçok "geleneksel" kültürle ilişkiye girdiler. Düşünsel yaşam üzerindeki dini baskının 19. yüzyıl ortalarında gevşemesi, insanın kökenleri, insan ırklannm sınıflandırılması, karşılaştırmalı anatomi ve dünya dilleri gibi konulara geniş bir ilgi uyandırdı.
Charles Darwin'in 1859'da yayınlanan The Origin of Species ( Türlerin Kökeni, 1970) adlı yapıtıyla açıkça gündeme gelen evrim kavramı, toplumların ve kültürlerin' zaman içindeki gelişimi konusundaki araştırmalara önemli bir ivme kazandırdığı gibi, insan türünün gelişimiyle ilgili çalışmalara da hız verdi. 19. yüzyılın ikinci yansı boyunca doğrusal tarih anlayışı antropolojiye egemen oldu. Bu anlayış, tüm insan topluluklarının belirli ve zorunlu kültürel aşamalardan geçtiğini, "vahşilik" ya da "barbarlık" durumundan "uygar insan" yani "Batı Avrupalı insan" olmaya doğru ilerlediğini savunuyordu.
Karl Marx ve yandaşlarının değişik bir toplumsal gelişme kuramı ileri sürmeleri hemen hemen aynı dönemlere rastlar. Bu kurama göre, bir toplumdaki ekonomik üretim tarzı, bu tarz değişse bile, bu değişime hemen ayak uyduramayan bir dizi egemenlik biçimi ortaya çıkanyor ve sonuçta doğan çelişki yeni bir toplumsal düzene yol açıyordu. Bu bütünlüklü kuramsal çerçeve, gezginler, tüccarlar ye misyonerler tarafından toplanan ve aralarında Sir James Frazer'ın The Golden Bough (1890; Altın Dal) adlı ünlü kitabının da bulunduğu bir dizi yapıtta derlenen zengin ama dağınık bilgilere oranla, düşünsel yaşamı çok daha derinden etkiledi.
Kuzey Amerikalı ve Batı Avrupalı ilk antropologların güçlü kültürel önyargılannın yerini 20. yüzyılın başlannda çeşitli toplum ve kültürlere daha çoğulcu ve göreli bir bakış açısı aldı. Bu yeni anlayışta; her toplum fiziksel çevresinin, kültürel ilişkilerinin ve çeşitli başka öğelerin özgün bir ürütıü olarak kabul ediliyordu. Bu yönelimin sonucunda deneysel veri, alan araştırması ve belirli kültürel ve doğal çevre içindeki insan davranışının belgelenmesi yeni bir vurgu kazandı. Antropolojide kültür tarihi okulunun kurucusu olarak bilinen Alman asıllı Amerikalı bilim adamı Franz Boas, bu akımın ilk temsilcisi sayılır.
Boas ve başta Ruth Benedict, Margaret Mead, Edward Sapir olmak üzere onun izinden gidenler, 20. yüzyılın uzun bir bölümü boyunca Amerikan antropolojisine egemen oldular. Bir kültürde rastlanan çeşitli kalıplar, ayırt edici özellikler ve gelenekler arasındaki bütünlüğü inceleyen işlevselci yaklaşım, köklerini kültür tarihi okulundan aldı. Bu arada, Paris Üniversitesi Etnoloji Enstitüsü'nün kurucusu Marcel Mauss da, Fransa'da sürdürdüğü araştırmalannda, insan toplumlarının kendi kendini düzenleyen ve kültürel sisteminin bütünlüğünü korumaya yönelik yöntemlerle değişen koşullara uyan bütünsel yapılar olduğunu vurguluyordu.
Mauss, Fransa'da Claude Levi-Strauss, İngiltere'de de Bronislaw Malinowski ve A.R. Radcliffe-Brovvn gibi birbirinden çok farklı görüşlere sahip bilim adamlannı önemli ölçüde etkiledi. Malinowski, katı işlevselci bir yaklaşıma yönelirken, Radcliffe-Brown ve Levi-Strauss yapısalcılığın temellerini attılar. Bu iki okul, toplumsal tarihin toplumsal kuramın temeli olamayacağı konusunda anlaşıyordu. Buna karşılık işlevselciler toplumsal olayların çözümlen-mesindeki tek geçerli yöntemin, bu olayların toplumdaki işlevini tanımlamak olduğunu ileri sürerken, yapısalcılar tam tersine, geniş olaylar yelpazesinin altında yatan sistemin ya da yapının niteliği ile ilgili ipuçları veren olguları ya da nesneleri tanımlamaya çalıştılar. Yapısalcılara göre, toplumun üyeleri, söz konusu sistemi, mitler ve simgeler aracılığıyla ancak belli belirsiz fark edebiliyordu.
Ruth Benedict'in 1930'larda Güneybatı Amerika Yerlileri üzerinde yaptığı araştırmalar, kültürel antropolojinin bir alt dalı olan kültürel psikolojinin doğuşuna yol açtı. Benedict, kültürlerin kendi yavaş gelişimleri içinde, üyelerini belirli bir "psikolojik dizgeyi" kabule zorladığını ileri sürüyordu; böylece insanlar gerçekliği çevresel öğelerden bağımsız olarak, kültürün biçimlendirdiği çerçeve içinde yorumluyordu. Örneklerini geleneksel diye nitelenen toplumlarda olduğu kadar modern toplumlardaki değer sistemlerinde ya da kültürel "biçimlenişte" bulan kültür kişilik ilişkisi, böylece yoğun bir araştırma konusu haline geldi.
Kültürel antropoloji bağımsız bir sosyal bilim olma yolunda hızla ilerlerken; fiziksel antropoloji de insanın doğal çevresi içindeki yerini tanımlamak, insanla öteki primatlar arasındaki farklılıkları belirlemek ve değişik insan ırkları arasındaki fiziksel ayrımları sınıflandırmak yönünde araştırmalarını sürdürdü. Danvin'in evrim kuramının 19. yüzyılın ikinci yarısında genel kabul görmesi üzerine, fiziksel antropologlar insanın çok eski dönemlerini anlayabilmek için arkeolog ve paleontologlarm buluntulanndan yararlanmaya başladılar.
20. yüzyılın başında, ırklar oldukça kesin bir biçimde sınıflanmış, üst primatlar arasındaki farklılıklann geniş bir dökümü yapılmıştı. 1900'de Gregor Mendel'in genel genetik yasalarının yeniden keşfedilmesi ve AB O kan gruplarının bulunması, tür içindeki evrim kavramına yeni bir anlam kazandırdı. 20. yüzyılın sonlanna doğru fiziksel antropologlar fosillerden elde edilen verilerin ışığında, insanın yaklaşık yarım milyon yıllık evriminin şemasını çıkartmayı başardılar.
Çağdaş antropolojinin ilgi alanlarıyla yöntemleri fiziksel, biyolojik, davranışçı ve toplumsal bilimlerin uzmanlıklarına giren geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Örneğin, arkeolojik buluntuların göreli yaşları, atom fiziğinin geliştirdiği radyokarbon tarihleme yöntemiyle hesaplanmaktadır. Farklı toplumların coğrafi kökenlerini ortaya çıkarma çalışmalannda, özellikle insan kalıtımı üzerinde araştırma yapan biyologların geliştirdiği yöntemlerden yararlanılır. Kan grubu araştırmalarında genetik tekniklerinin kullanılması sonucu, örneğin Avrupalı çingenelerin Hindistan'dan geldiği ortaya çıkmıştır. Çeşitli toplumlardaki aile ilişkilerini, ensest gibi konulardaki tabuları, dinsel ve hukuksal uygulamaları anlamak isteyen antropologlar ise, psikoloji bilgisinden, özellikle de psikanalitik kuramdan yararlanmıştır.
Günümüzde kültürel antropoloji bazı çetin sorunlarla karşı karşıyadır. Bu sorunlar kurama ve uygulamaya ilişkin olmak üzere başlıca iki düzeyde ele alınabilir. Her iki düzeydeki sorunların büyük bölümü de ideolojik niteliklidir. Kuramsal açıdan, disiplinin tam bir iç tutarlılığa ulaştığını söylemek güçtür. Kültürel antropoloji henüz tek bir kavramlar bütünü oluşturamamıştır. Bir "kültür bilimi" ancak, antropologlar etnosantrizmden arındıkları, kuramsal açıdan anlamlı, evrensel ve nesnel kavramlar üretebildikleri zaman var olacaktır. Bütün toplum bilimleri için geçerli olan bu sorunun kültürel antropoloji gibi ana amacı kültürler arası karşılaştırma yapmak olan bir bilim dalı için ayrı bir önemi vardır. Öte yandan çağdaş disiplinde alan araştırmasına verilen önem, çözümlenmek, karşılaştırılmak, sınıflandırılmak ve yorumlanmak üzere bekleyen muazzam bir veriler yığınına yol açmış, ama bu kez de verilerin sistemleştirilmesi ve genelleştirilmesi güç-leşmiştir. Uygulamalı araştırmalara verilen önemin bir başka sakıncası da, genç kültürel antropologlar kuşağını genel ve kuramsal yaklaşımdan uzaklaştırması, böylelikle de disiplinin kendi gelişimini tehlikeye atmasıdır.
Uygulamada karşılaşılan sorunların başında, kültürel antropolojinin geleneksel araştırma nesnesinin, bir başka deyişle "ilkel" ya da "geleneksel" kültürlerin giderek yok olması gelmektedir. Ama bu konuda ideolojik öğe de önemlidir. İdeolojik öğe, hem araştırmayı yapan antropolog için hem de araştırılan toplum için geçerlidir. Antropolojik araştırma konusu olan toplumlar, bunu bir aşağılanma göstergesi olarak değerlendirebilir. Gerçekten de Afrikalı aydınlar, başlıca ilgi alanı toplumların "ilkelliği" olan bir bilim dalma karşı duydukları tepkiyi açıkça dile getirmiştir.
Kültürel antropologun kendi açısından bakıldığında da ideolojik boyutun iki yönü vardır. Antropolog hem parçası olduğu kültürün ideolojisinden kurtulmak hem de araştırdığı toplumun ideolojisini anlamak ve tarafsızca açıklamak zorundadır. Bu arada vardığı sonuçlar her iki tarafı da hoşnut etmeyebilir. Antropolog, geleneğin önemini vurguladığı için "gerici" olarak nitelenebileceği gibi, yaptığı araştırmaların sonuçları, sömürgeci devletler tarafından, kendisinin onaylamadığı politikaların uygulanmasında kullanılabilir.
Uygulamada karşılaşılan önemli bir sorun da araştırmalara ayrılan fonların kısıtlı olmasıdır. Bu, daha kapsamlı araştırmaların yapılmasını engellemektedir. Batılı olmayan kültürel antropologların yüz yüze geldikleri bir sorun da, disiplinde egemen olan dil sorunudur. Başka bilim dallarında olduğu gibi, antropolojide de Batı dillerinin egemen olması, Batılı olmayan antropologların çalışmalarının sonuçlarını yaygınlaştırmakta güçlük çekmelerine yol açmaktadır.
Bu sorunların tümü kültürel antropologların kendi içlerinde yoğun tartışma konusudur. Uygulamalı Antropoloji Derneği, özellikle ideolojik boyutun sorun olmaktan çıkmasını sağlayabilmek amacıyla, 1951 'de araştırmalarda uyulması gereken bir etik çerçevesi oluşturmuş ve yayınlamıştır; ama beklenebileceği gibi ikilem sürmektedir.