Ziyaretçi
1991 yılında meydana gelen Birinci Körfez Savaşından bu yana, Irak ve Irak'ın geleceği üzerinde hesap yapmayan ülke kalmamış gibidir. Bunların en başında da ABD ve İsrail ile onların batılı müttefikleri gelmektedir. İkinci olarak da, Irak'ın komşuları olan ülkeler, İran, Suriye ve diğer bölge ülkeleri sayılabilir. Peki Türkiye'yi de bu ikinci gruba dahil edebilir miyiz? Türkiye'nin bir Irak politikası var mıdır? Varsa nedir? Bu soruların ne yazık ki açık ve belirgin bir cevabı yoktur. Neden yoktur diye sorgulayacak olursanız, karşınıza daha da iç karartıcı bir tablo çıkar ki o da şudur: Kelimenin gerçek anlamıyla Türk olan bir dışişlerimiz olmadığı için, Türkiye’nin uyguladığından söz edebileceğimiz bir Türk dış politikası da yoktur.
Bu yargımızın sebepsiz olmadığını göstermek için, Yeni Hayat dergisinin 1995/Nisan sayısında yani bundan yaklaşık on iki yıl kadar önce yayınladığımız Mehmet Osmanoğlu imzalı, "Türkiye’de Dış Politika Çıkmazı" başlıklı yazının girişini dikkatinize sunuyorum:
"Türkiye değişen dünyada yeni sorunlarla karşılaşıyor veya eski sorunları yeni şekiller alıyor. Bu sorunların ilk grubu, Kıbrıs sorunu, Azerbaycan sorunu ve Bosna-Hersek sorunudur. Bu gruba Avrupa'yla Gümrük Birliği sorunu da dahil olmuştur. Türkiye bu sorunların hiç birinde başarı elde etmiş değildir. Bu başarısızlığın genel sebebini Türk dışişlerinin yapısında aramalıyız; bu yapının adı Türk, kendisinin ise Türk olma iddiası yoktur. Türk dışişleri yetkililerinin Türk ulusuna nispeti ile İngiliz veya Fransız ulusuna nispeti arasındaki farkları bulmaya çalışanların önemli bir sayı elde etmeleri çok zor görünüyor. Hatta Türk dışişlerinin faaliyetleri, başka bir devlete ihale edilmiş olsaydı, su andakinden daha değişik olmayacağını düşünenler az değildir. O halde, Türk dışişleri yetkilileri, Türk ulusuna yabancılaşmıştır ve Türk ulusunun dışında bir gruptur. Böyle bir grup, dışişlerinde Türk ulusunu temsil edebilir mi? Türk dış politikasının olaylar karşısındaki başarısızlık sebeplerinde, onun sahip olduğu bu yapının büyük etkisi vardır. Mesela risk almamanın özeldeki sebepleri çok farklı olabilir; ancak her türlü sebebin arkasındaki nihai sebep, yani ortak payda halindeki genel sebep, Türk olup olmamakla ilgilidir. Risk almadan yürütülen faaliyetler, devleti "vesayet" batağına sürükler. Türk dışişleri risk alıyor mu? Vesayet tuzaklarına karşı bağımsızlık iradesini yürütecek dirayette mi? Türk dış politikasının en büyük eksiği, risk alma boyutunun olmayışıdır. Risk almanın, devlet düzeyindeki en son örneklerinden biri, henüz iki yüz yıllık bir tarihe sahip olmasına rağmen, bugün dünyada alınan her büyük kararda nihai söz sahibi bir süper güç olan Amerika Birleşik Devletleri'dir. Bir avuç insanın devlet kurucu iradesi olmasaydı, bugün Amerika Birleşik Devletleri de olmazdı. Bu durum, dünyadaki her devlet için geçerlidir ve devlet olmanın doğasının gereğidir. Türk dış politikası, devlet olmanın en temel ilkesini bile ihmal edebilmektedir. O nedenle, böyle bir politikanın, başarısızlığı değişmez bir çizgi olarak bünyesinde taşımasına şaşmamak gerekir."
Peki ama geçen on iki yılda yukarıdaki yargıyı değiştirecek en ufak bir olumlu gelişmeden söz edebilir miyiz? Hayır! Aksine Türk Dışişleri, "başarısızlığı değişmez bir çizgi olarak bünyesinde taşımaya devam etmiştir." Irak konusunda sergilenen dış politika da, bu başarısızlığın en son ve en somut örneklerinden biridir. Öyle ki, Türkiye, bu politikasızlığı yüzünden, Irak konusunda herkesten önce söz söylemesi ve sözünü yürütmesi gereken bir ülke ve devlet konumunda iken, İran'dan, Suriye'den, Körfez emirliklerinden ve diğer Arap devletlerinden sonra adı anılan yani kaale bile alınmayan bir konuma düşürülmüştür. Türkiye bugün kendi çöplüğünde ötemeyen bir horozdur. O sebeple de, dünkü uşaklarımız olan Kürt eşkıyabaşları Barzani ve Talabani, Irak'ın işgalinden bu yana Amerika ve İsrail'i arkalarına alarak Türkiye’ye horozlanır olmuşlardır.
Biz şahsen bu olacakları, İkinci Körfez Savaşının başlamasından üç ay önce Yeni Hayat dergisinin 2003 yılı Ocak sayısında "Savaş ve Savaş Karşıtlığı Üzerine" başlıklı makalemizde ve bilahare savaş sırasında internet ortamında yazdığımız çeşitli yazılarımızda dile getirmiştik. Sözgelimi savaşın başlamasından yirmi dört saat geçtikten sonra kaleme aldığımız, "Sürek Avı, Çakallar ve Biz!" başlıklı yazıda öngördüklerimiz bir bir gerçekleşti ve ABD ile onun Kürt müttefikleri tarafından adım adım uygulamaya konuldu.
Peki Türkiye ne yaptı? Türkiye olan bitene bir süre yalnızca seyirci kaldı. Ama sonuç itibariyle kendi düşleri bulunmadığı için başkalarının düşleri peşinde sürüklenmeye mahkum oldu. Bir yandan Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti ilan edilmesini savaş sebebi sayacağı yolunda açık bildirimde bulunurken, TSK’nin en yetkili ağızlarından "Irak'ta kırmızı çizgilerimizin var olduğundan" söz edilirken; öte yandan Kuzey Irak'taki bağımsız Kürt devleti oluşumuna katkı sağlamaktan başka hiçbir anlamı bulunmayan işlere girildi. Barzani ve Talabani ile bizim Hükümete pek yakın isimler arasında ticari ortaklıklar kuruldu. Süleymaniye'de Türk askerinin başına çuval geçirilmesinden sorumlu olan emekli generallerin o bölgede faaliyet göstermek üzere Amerikalılarla birlikte "güvenlik şirketi" kurmasını bir yana bırakalım, OYAK İnşaat Kürt bölgesinde ihale alıp yapmakta bir sakınca görmedi. Bütün bu saydıklarımız karşısında, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kuzey Irak'taki bağımsız Kürt devleti oluşumuna gösterdiği veya göstereceği tepkileri kim ciddiye alır?
Büyük hesapları olmayanların kaçınılmaz sonu küçük hesaplarda boğulmaktır. Ama ne yazık ki, bu küçük hesaplar bile şahsidir; Türkiye Cumhuriyeti namına yapılmış değildir!
YANLIŞ HESAP BAĞDAT'A KADAR DA GİTMEZ, KERKÜK'TEN DÖNER!
Irak üzerine büyük hesapları dışarıda ABD, içeride ise Kürtler yaptı. İlk başta her şey planlandığı gibi yürüyordu. Amerikalılar da, Kürtler de durumdan memnun görünüyorlardı. Ama ne zaman ki ABD'nin Irak'ta verdiği asker kaybı binlerle ifade edilir hale geldi; işte o zaman ABD aklını başına devşirir gibi oldu. Bunun somut bir yansıması olarak, Amerika’nın derin devletini temsil eden James Baker ve Lee Hamilton önderliğinde Irak'ta yapılan yanlışlıkların düzeltilmesini içeren Irak Çalışma Gurubu Raporu 6 Aralık günü Washington’da açıklandı. Bu raporun bizi ve konumuzu ilgilendiren en önemli tespitlerinden biri Irak'ın üçe bölünmesi planının yanlışlığı üzerinde durulması, diğeri de Kerkük’ün statüsüne ilişkin değerlendirmesidir. Raporda, "2007 yıl sonundan önce, Irak anayasasında öngörüldüğü gibi Kerkük'ün geleceğiyle ilgili bir referandum patlama etkisi yaratabilir ve ertelenmelidir" denildi. Kerkük kentindeki mücadelenin, Kürtler, Araplar ve Türkmenler arasında olduğu belirtilen raporda, Kürtler'in Kerkük'ü kendi topraklarında görmek istediği ancak yapılacak bir referandumla şiddetin artma riskinin çok yükseleceği" vurgulanmaktaydı.
Raporun önemi, açıklanmasıyla birlikte ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in görevini Robert Gates'e bırakması ve yeni Savunma Bakanının bu raporu hazırlayanlar arasında yer almasıyla da sınırlı değildir. Bizzat Amerikan Başkanı Bush'un; "raporun Irak'taki durum hakkında çok sağlam değerlendirmelerde bulunduğunu belirterek, raporu çok ciddiye alacaklarını ve gerekeni yapacaklarını" söylemiş olmasıdır. Demek oluyor ki, ABD yönetimi artık aklını başına devşirme vaktinin geldiğini anlamış ve bunu kabullenmiştir.
Bu rapora ilk ve en sert tepkinin Mesut Barzani’den gelmiş olması elbette tesadüfi ve sebepsiz değildir. Türkçede "işkilli büzük dingilder" diye bir atasözü vardır. Barzani'nin bu rapordan ötürü fena halde işkillendiği anlaşılıyor. Ama unuttuğu bir şey var: ABD İran şahını bile sonuna kadar destekleyip koruyamamıştır. Şah devrilirken de kılını kıpırdatmamıştır. Amerika uşaklarına yalnızca emir verir; ama söz vermez.
KÜRTLERLE DANS EDEN ADAM!
Kevin Costner'in başrolünü oynadığı Amerikan yapımı bir filmin adıdır, "Kurtlarla Dans Eden Adam". O filmde, Kuzey-Güney savaşının kahraman subaylarından birinin, iç savaşın bitmesi üzerine Kızılderililerin yaşadıkları toprakların hemen sınırında yeralan bir karakola atanması ile gelişir olaylar. Kahramanımız bu yeni görev yerinde yapayalnızdır ve vahşi doğanın ortasında yalnızlığını ona unutturacak tek uğraşı da kurtlarla oynaşmaktır. O sebeple de, onun bu tuhaf yalnızlığını uzaktan uzağa gözleyen Kızılderililer kendisine "Kurtlarla Dans Eden Adam" adını takarlar.
Filmi izleyeli neredeyse on yıl kadar oluyor. Fakat o günden beri ne zaman Kuzey Irak konusu açılsa bu film aklıma gelir ve artık Türk dilinin zengin çağrışımlar yaratmaya çok yatkın olan yapısından mıdır nedir bilmiyorum, filmin adını bu kez "Kürtlerle Dans Eden Adam" olarak değiştiririm.
Tabii Amerikalılardan önce bir de "Kürtlerle Dans Eden Madam" vardı: Madam Mitterand! Fakat Madam ve onun şahsında Fransa'nın rolü çoktandır ikinci üçüncü sıraya düştüğü için şimdi bizi ve bütün dünyayı ilgilendiren baş aktör Amerika'dır. Amerika on iki yıldır bu bölgede "Kürtlerle dans eden adam"ı oynamaktadır. Ne var ki, bu, her iki taraf açısından da çok tehlikeli bir danstır.
Amerika bu rolü oynamaya devam ettiği sürece, bu durumdan en çok rahatsızlık duyacak ülkenin Türkiye olacağı besbelli birşeydir. Türkiye'nin, Kürt kartını pek matah birşey zanneden ve bunu sürekli bir biçimde gözüne sokan Amerika ile arasındaki "stratejik müttefik"lik ilişkisinin aslında kocaman bir palavradan başka birşey olmadığını görmemesine, bunu fark etmemesine imkan yoktur. Amerika'nın Türkiye üzerinden kuzey cephesini açamamış olmasının gerisinde yatan en temel etkenlerden biri işte budur. Türkiye on iki yıldan bu yana sürekli olarak Kürtlerle yatıp kalkan Amerika'ya güvenmemiştir ve güvenmemekte de yerden göğe kadar haklıdır. Demek ki, bu tehlikeli dansı bundan sonra da sürdürmenin Amerika'ya maliyeti Türkiye'yi temelli kaybetmek noktasına kadar varabilir. Türkiye çoktandır bunun farkındadır ve maliyet hesaplarını bu ihtimale göre yapmakta olduğunda da hiç kuşku yoktur.
Kürtlerin Kuzey Irak'ta Amerikan bayrağının ve askeri varlığının gölgesi altında "Musul ve Kerkük"ü işgal ile buradaki petroller üzerinden pay kaparak bağımsız bir Kürt Devleti kurmalarına Türkiye asla seyirci kalamaz ve kalmayacaktır. Bu duruma seyirci kalmayacak olan yalnızca Türkiye de değildir. İran ve Suriye de böyle bir emrivakiyi asla kabullenmeyecektir. Şu anda Kürtlerin bölge üzerindeki çok iyi bilinen emellerinden ötürü, Kuzey Irak'taki Türkmenler ise bugüne kadar Saddam'ın zulmüne en çok maruz kalanlar kendileri oldukları halde, Kürtlerle Saddam arasında bir tercih söz konusu olduğu zaman Saddam'ı tercih etmekte hiç tereddüt etmeyeceklerdir. Güneydeki Şii olanları da dahil olmak üzere, Irak'taki ve hatta o bölgedeki bütün Arapların gözünde Kürtler yegane hain durumuna düşeceklerdir. Sonuç ise bölgede Amerika'nın ve Irak'ta Kürtlerin yalnızlaşmasıdır. Amerika ne bölgede, ne de Irak'ta Kürtlerden başka dansedecek "partner" bulamayacaktır.
Bu tehlikeli dansın bölgede Türkiye, İran ve Suriye'yi birbirine yaklaştırması ve hatta birlikte hareket etmeye sevketmesi hiç de uzak bir ihtimal olarak görülemez. Yalnızca şu üç ülkenin ittifak yaparak Amerika'nın bütün planlarını bozması işten bile değildir. Tabii böyle bir ittifaka bölgedeki diğer Arap ülkelerinin destek verecek oldukları da muhakkaktır. Amerika, İngiltere ve diğer yancılarının bu bölgedeki değirmenlerini taşıma suyla döndürmelerine ise asla imkan ve ihtimal yoktur. Fakat değirmen dönse de, dönmese de arada un ufak olacakların Kuzey Irak'taki Kürtler olacağı kuşkusuzdur.
Amerikalıların "yığınakta yaptıkları hata" sonuna kadar gidecek ve kendi kaderleri üzerinde belirleyici olmaya devam edecektir. Tamamen kendi gücüne dayanmak yerine Irak'ın güneyinde Şii'lerin, kuzeyinde Kürtlerin gölgesine sığınmak hülyasıyla hareket eden Amerika'nın güneydeki hayali çölün serabına gömüldüğü gibi, Kuzeydeki Kürtlerin de Amerika'ya bir hayrının dokunamayacağı çok geçmeden anlaşılacaktır. Aşık Veysel'in dillendirdiği şu yalın ve bilgece gerçeğin Amerikalılar geç de olsa farkına varacaklardır ve fakat o zaman da iş işten geçmiş olacaktır:
"Tilki gölgesine arslan gizlenmez
Yiğidin gölgesi kendinden olur"
Yığınaktaki hata "sığınaktaki hata"ya dönüşmüştür. Amerika da; Kürtler de birbirlerinin gölgesine sığınmaya çalışan zavallılar konumuna düşmüşlerdir.
Amerika yarın birgün bu hatayı daha fazla devam ettirmenin yalnızca Orta Doğu'da değil, dünyanın geri kalan bütün bölgelerindeki varlığını ve etkinliğini çok ciddi bir biçimde tehdit ettiğini algılayarak, yaptığı hatadan mümkün olduğunca çabuk dönmeyi düşünebilir. Düşünmese bile bu bölgede kalıcı olamayacağı gün gibi aşikardır. Dolayısıyla Amerika'nın bu bölgeden şöyle veya böyle birgün yolcu edileceği muhakkaktır. Peki ama bölgedeki bütün devletleri ve bütün bir Arap dünyasını karşısına almak pahasına "Amerika'nın en stratejik(!) müttefiki" payesini elde eden Kuzey Irak'taki Kürtler o takdirde nereye "yollanacaklarını" düşünüyorlar? Türkiye'de kendilerine kucak açacak bir Özal da bulamayacaklarına göre nereye?
Yine Guam adasına mı, yoksa bu kez CIA Peşmergeleri de dahil olmak üzere toptan "cüzzamlılar adası"na mı?
Sponsorlu Bağlantılar
"Türkiye değişen dünyada yeni sorunlarla karşılaşıyor veya eski sorunları yeni şekiller alıyor. Bu sorunların ilk grubu, Kıbrıs sorunu, Azerbaycan sorunu ve Bosna-Hersek sorunudur. Bu gruba Avrupa'yla Gümrük Birliği sorunu da dahil olmuştur. Türkiye bu sorunların hiç birinde başarı elde etmiş değildir. Bu başarısızlığın genel sebebini Türk dışişlerinin yapısında aramalıyız; bu yapının adı Türk, kendisinin ise Türk olma iddiası yoktur. Türk dışişleri yetkililerinin Türk ulusuna nispeti ile İngiliz veya Fransız ulusuna nispeti arasındaki farkları bulmaya çalışanların önemli bir sayı elde etmeleri çok zor görünüyor. Hatta Türk dışişlerinin faaliyetleri, başka bir devlete ihale edilmiş olsaydı, su andakinden daha değişik olmayacağını düşünenler az değildir. O halde, Türk dışişleri yetkilileri, Türk ulusuna yabancılaşmıştır ve Türk ulusunun dışında bir gruptur. Böyle bir grup, dışişlerinde Türk ulusunu temsil edebilir mi? Türk dış politikasının olaylar karşısındaki başarısızlık sebeplerinde, onun sahip olduğu bu yapının büyük etkisi vardır. Mesela risk almamanın özeldeki sebepleri çok farklı olabilir; ancak her türlü sebebin arkasındaki nihai sebep, yani ortak payda halindeki genel sebep, Türk olup olmamakla ilgilidir. Risk almadan yürütülen faaliyetler, devleti "vesayet" batağına sürükler. Türk dışişleri risk alıyor mu? Vesayet tuzaklarına karşı bağımsızlık iradesini yürütecek dirayette mi? Türk dış politikasının en büyük eksiği, risk alma boyutunun olmayışıdır. Risk almanın, devlet düzeyindeki en son örneklerinden biri, henüz iki yüz yıllık bir tarihe sahip olmasına rağmen, bugün dünyada alınan her büyük kararda nihai söz sahibi bir süper güç olan Amerika Birleşik Devletleri'dir. Bir avuç insanın devlet kurucu iradesi olmasaydı, bugün Amerika Birleşik Devletleri de olmazdı. Bu durum, dünyadaki her devlet için geçerlidir ve devlet olmanın doğasının gereğidir. Türk dış politikası, devlet olmanın en temel ilkesini bile ihmal edebilmektedir. O nedenle, böyle bir politikanın, başarısızlığı değişmez bir çizgi olarak bünyesinde taşımasına şaşmamak gerekir."
Peki ama geçen on iki yılda yukarıdaki yargıyı değiştirecek en ufak bir olumlu gelişmeden söz edebilir miyiz? Hayır! Aksine Türk Dışişleri, "başarısızlığı değişmez bir çizgi olarak bünyesinde taşımaya devam etmiştir." Irak konusunda sergilenen dış politika da, bu başarısızlığın en son ve en somut örneklerinden biridir. Öyle ki, Türkiye, bu politikasızlığı yüzünden, Irak konusunda herkesten önce söz söylemesi ve sözünü yürütmesi gereken bir ülke ve devlet konumunda iken, İran'dan, Suriye'den, Körfez emirliklerinden ve diğer Arap devletlerinden sonra adı anılan yani kaale bile alınmayan bir konuma düşürülmüştür. Türkiye bugün kendi çöplüğünde ötemeyen bir horozdur. O sebeple de, dünkü uşaklarımız olan Kürt eşkıyabaşları Barzani ve Talabani, Irak'ın işgalinden bu yana Amerika ve İsrail'i arkalarına alarak Türkiye’ye horozlanır olmuşlardır.
Biz şahsen bu olacakları, İkinci Körfez Savaşının başlamasından üç ay önce Yeni Hayat dergisinin 2003 yılı Ocak sayısında "Savaş ve Savaş Karşıtlığı Üzerine" başlıklı makalemizde ve bilahare savaş sırasında internet ortamında yazdığımız çeşitli yazılarımızda dile getirmiştik. Sözgelimi savaşın başlamasından yirmi dört saat geçtikten sonra kaleme aldığımız, "Sürek Avı, Çakallar ve Biz!" başlıklı yazıda öngördüklerimiz bir bir gerçekleşti ve ABD ile onun Kürt müttefikleri tarafından adım adım uygulamaya konuldu.
Peki Türkiye ne yaptı? Türkiye olan bitene bir süre yalnızca seyirci kaldı. Ama sonuç itibariyle kendi düşleri bulunmadığı için başkalarının düşleri peşinde sürüklenmeye mahkum oldu. Bir yandan Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti ilan edilmesini savaş sebebi sayacağı yolunda açık bildirimde bulunurken, TSK’nin en yetkili ağızlarından "Irak'ta kırmızı çizgilerimizin var olduğundan" söz edilirken; öte yandan Kuzey Irak'taki bağımsız Kürt devleti oluşumuna katkı sağlamaktan başka hiçbir anlamı bulunmayan işlere girildi. Barzani ve Talabani ile bizim Hükümete pek yakın isimler arasında ticari ortaklıklar kuruldu. Süleymaniye'de Türk askerinin başına çuval geçirilmesinden sorumlu olan emekli generallerin o bölgede faaliyet göstermek üzere Amerikalılarla birlikte "güvenlik şirketi" kurmasını bir yana bırakalım, OYAK İnşaat Kürt bölgesinde ihale alıp yapmakta bir sakınca görmedi. Bütün bu saydıklarımız karşısında, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kuzey Irak'taki bağımsız Kürt devleti oluşumuna gösterdiği veya göstereceği tepkileri kim ciddiye alır?
Büyük hesapları olmayanların kaçınılmaz sonu küçük hesaplarda boğulmaktır. Ama ne yazık ki, bu küçük hesaplar bile şahsidir; Türkiye Cumhuriyeti namına yapılmış değildir!
YANLIŞ HESAP BAĞDAT'A KADAR DA GİTMEZ, KERKÜK'TEN DÖNER!
Irak üzerine büyük hesapları dışarıda ABD, içeride ise Kürtler yaptı. İlk başta her şey planlandığı gibi yürüyordu. Amerikalılar da, Kürtler de durumdan memnun görünüyorlardı. Ama ne zaman ki ABD'nin Irak'ta verdiği asker kaybı binlerle ifade edilir hale geldi; işte o zaman ABD aklını başına devşirir gibi oldu. Bunun somut bir yansıması olarak, Amerika’nın derin devletini temsil eden James Baker ve Lee Hamilton önderliğinde Irak'ta yapılan yanlışlıkların düzeltilmesini içeren Irak Çalışma Gurubu Raporu 6 Aralık günü Washington’da açıklandı. Bu raporun bizi ve konumuzu ilgilendiren en önemli tespitlerinden biri Irak'ın üçe bölünmesi planının yanlışlığı üzerinde durulması, diğeri de Kerkük’ün statüsüne ilişkin değerlendirmesidir. Raporda, "2007 yıl sonundan önce, Irak anayasasında öngörüldüğü gibi Kerkük'ün geleceğiyle ilgili bir referandum patlama etkisi yaratabilir ve ertelenmelidir" denildi. Kerkük kentindeki mücadelenin, Kürtler, Araplar ve Türkmenler arasında olduğu belirtilen raporda, Kürtler'in Kerkük'ü kendi topraklarında görmek istediği ancak yapılacak bir referandumla şiddetin artma riskinin çok yükseleceği" vurgulanmaktaydı.
Raporun önemi, açıklanmasıyla birlikte ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in görevini Robert Gates'e bırakması ve yeni Savunma Bakanının bu raporu hazırlayanlar arasında yer almasıyla da sınırlı değildir. Bizzat Amerikan Başkanı Bush'un; "raporun Irak'taki durum hakkında çok sağlam değerlendirmelerde bulunduğunu belirterek, raporu çok ciddiye alacaklarını ve gerekeni yapacaklarını" söylemiş olmasıdır. Demek oluyor ki, ABD yönetimi artık aklını başına devşirme vaktinin geldiğini anlamış ve bunu kabullenmiştir.
Bu rapora ilk ve en sert tepkinin Mesut Barzani’den gelmiş olması elbette tesadüfi ve sebepsiz değildir. Türkçede "işkilli büzük dingilder" diye bir atasözü vardır. Barzani'nin bu rapordan ötürü fena halde işkillendiği anlaşılıyor. Ama unuttuğu bir şey var: ABD İran şahını bile sonuna kadar destekleyip koruyamamıştır. Şah devrilirken de kılını kıpırdatmamıştır. Amerika uşaklarına yalnızca emir verir; ama söz vermez.
KÜRTLERLE DANS EDEN ADAM!
Kevin Costner'in başrolünü oynadığı Amerikan yapımı bir filmin adıdır, "Kurtlarla Dans Eden Adam". O filmde, Kuzey-Güney savaşının kahraman subaylarından birinin, iç savaşın bitmesi üzerine Kızılderililerin yaşadıkları toprakların hemen sınırında yeralan bir karakola atanması ile gelişir olaylar. Kahramanımız bu yeni görev yerinde yapayalnızdır ve vahşi doğanın ortasında yalnızlığını ona unutturacak tek uğraşı da kurtlarla oynaşmaktır. O sebeple de, onun bu tuhaf yalnızlığını uzaktan uzağa gözleyen Kızılderililer kendisine "Kurtlarla Dans Eden Adam" adını takarlar.
Filmi izleyeli neredeyse on yıl kadar oluyor. Fakat o günden beri ne zaman Kuzey Irak konusu açılsa bu film aklıma gelir ve artık Türk dilinin zengin çağrışımlar yaratmaya çok yatkın olan yapısından mıdır nedir bilmiyorum, filmin adını bu kez "Kürtlerle Dans Eden Adam" olarak değiştiririm.
Tabii Amerikalılardan önce bir de "Kürtlerle Dans Eden Madam" vardı: Madam Mitterand! Fakat Madam ve onun şahsında Fransa'nın rolü çoktandır ikinci üçüncü sıraya düştüğü için şimdi bizi ve bütün dünyayı ilgilendiren baş aktör Amerika'dır. Amerika on iki yıldır bu bölgede "Kürtlerle dans eden adam"ı oynamaktadır. Ne var ki, bu, her iki taraf açısından da çok tehlikeli bir danstır.
Amerika bu rolü oynamaya devam ettiği sürece, bu durumdan en çok rahatsızlık duyacak ülkenin Türkiye olacağı besbelli birşeydir. Türkiye'nin, Kürt kartını pek matah birşey zanneden ve bunu sürekli bir biçimde gözüne sokan Amerika ile arasındaki "stratejik müttefik"lik ilişkisinin aslında kocaman bir palavradan başka birşey olmadığını görmemesine, bunu fark etmemesine imkan yoktur. Amerika'nın Türkiye üzerinden kuzey cephesini açamamış olmasının gerisinde yatan en temel etkenlerden biri işte budur. Türkiye on iki yıldan bu yana sürekli olarak Kürtlerle yatıp kalkan Amerika'ya güvenmemiştir ve güvenmemekte de yerden göğe kadar haklıdır. Demek ki, bu tehlikeli dansı bundan sonra da sürdürmenin Amerika'ya maliyeti Türkiye'yi temelli kaybetmek noktasına kadar varabilir. Türkiye çoktandır bunun farkındadır ve maliyet hesaplarını bu ihtimale göre yapmakta olduğunda da hiç kuşku yoktur.
Kürtlerin Kuzey Irak'ta Amerikan bayrağının ve askeri varlığının gölgesi altında "Musul ve Kerkük"ü işgal ile buradaki petroller üzerinden pay kaparak bağımsız bir Kürt Devleti kurmalarına Türkiye asla seyirci kalamaz ve kalmayacaktır. Bu duruma seyirci kalmayacak olan yalnızca Türkiye de değildir. İran ve Suriye de böyle bir emrivakiyi asla kabullenmeyecektir. Şu anda Kürtlerin bölge üzerindeki çok iyi bilinen emellerinden ötürü, Kuzey Irak'taki Türkmenler ise bugüne kadar Saddam'ın zulmüne en çok maruz kalanlar kendileri oldukları halde, Kürtlerle Saddam arasında bir tercih söz konusu olduğu zaman Saddam'ı tercih etmekte hiç tereddüt etmeyeceklerdir. Güneydeki Şii olanları da dahil olmak üzere, Irak'taki ve hatta o bölgedeki bütün Arapların gözünde Kürtler yegane hain durumuna düşeceklerdir. Sonuç ise bölgede Amerika'nın ve Irak'ta Kürtlerin yalnızlaşmasıdır. Amerika ne bölgede, ne de Irak'ta Kürtlerden başka dansedecek "partner" bulamayacaktır.
Bu tehlikeli dansın bölgede Türkiye, İran ve Suriye'yi birbirine yaklaştırması ve hatta birlikte hareket etmeye sevketmesi hiç de uzak bir ihtimal olarak görülemez. Yalnızca şu üç ülkenin ittifak yaparak Amerika'nın bütün planlarını bozması işten bile değildir. Tabii böyle bir ittifaka bölgedeki diğer Arap ülkelerinin destek verecek oldukları da muhakkaktır. Amerika, İngiltere ve diğer yancılarının bu bölgedeki değirmenlerini taşıma suyla döndürmelerine ise asla imkan ve ihtimal yoktur. Fakat değirmen dönse de, dönmese de arada un ufak olacakların Kuzey Irak'taki Kürtler olacağı kuşkusuzdur.
Amerikalıların "yığınakta yaptıkları hata" sonuna kadar gidecek ve kendi kaderleri üzerinde belirleyici olmaya devam edecektir. Tamamen kendi gücüne dayanmak yerine Irak'ın güneyinde Şii'lerin, kuzeyinde Kürtlerin gölgesine sığınmak hülyasıyla hareket eden Amerika'nın güneydeki hayali çölün serabına gömüldüğü gibi, Kuzeydeki Kürtlerin de Amerika'ya bir hayrının dokunamayacağı çok geçmeden anlaşılacaktır. Aşık Veysel'in dillendirdiği şu yalın ve bilgece gerçeğin Amerikalılar geç de olsa farkına varacaklardır ve fakat o zaman da iş işten geçmiş olacaktır:
"Tilki gölgesine arslan gizlenmez
Yiğidin gölgesi kendinden olur"
Yığınaktaki hata "sığınaktaki hata"ya dönüşmüştür. Amerika da; Kürtler de birbirlerinin gölgesine sığınmaya çalışan zavallılar konumuna düşmüşlerdir.
Amerika yarın birgün bu hatayı daha fazla devam ettirmenin yalnızca Orta Doğu'da değil, dünyanın geri kalan bütün bölgelerindeki varlığını ve etkinliğini çok ciddi bir biçimde tehdit ettiğini algılayarak, yaptığı hatadan mümkün olduğunca çabuk dönmeyi düşünebilir. Düşünmese bile bu bölgede kalıcı olamayacağı gün gibi aşikardır. Dolayısıyla Amerika'nın bu bölgeden şöyle veya böyle birgün yolcu edileceği muhakkaktır. Peki ama bölgedeki bütün devletleri ve bütün bir Arap dünyasını karşısına almak pahasına "Amerika'nın en stratejik(!) müttefiki" payesini elde eden Kuzey Irak'taki Kürtler o takdirde nereye "yollanacaklarını" düşünüyorlar? Türkiye'de kendilerine kucak açacak bir Özal da bulamayacaklarına göre nereye?
Yine Guam adasına mı, yoksa bu kez CIA Peşmergeleri de dahil olmak üzere toptan "cüzzamlılar adası"na mı?