
Ziyaretçi
Kazakistan’da Tarihi Canlandıran ve
Milli Kimliği İnşa Eden Müzeler
Yard.Doç.Dr. Ayşegül AYDINGÜN
Milli Kimliği İnşa Eden Müzeler
Sponsorlu Bağlantılar
Yard.Doç.Dr. Ayşegül AYDINGÜN
Özet: Günümüzde müzeler, sadece değerli sanat eserlerinin sergilendiği mekanlar olmaktan çıkmış, aynı zamanda toplumların tarihlerinin yeniden yazıldığı ve milli kimliklerinin yeniden inşa edildiği mekanlar haline gelmiştir. Dolayısıyla, toplumsal tarih müzeleri sosyal bilimciler için bir araştırma alanı olmuştur. Bu makalede, Kazakistan’ın bağımsızlığı sonrasında Almatı ve Çimkent’te kurulmuş iki müzeden hareketle, Kazak milli kimliğinin nasıl yeniden üretildiği ve Kazakistan tarihinin nasıl yeniden yazıldığı incelenmektedir. Ayrıca, bu makale müzecilik, ulus-devlet ve ideoloji ilişkisini hem kurumsal hem de sembolik açıdan irdelemektedir.
Milli kimliği, sosyalist bir içeriğe kavuşturarak bir Sovyet kimliği yaratma çabasıyla dünya tarihine adını yazdıran eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin bir üyesi olan Kazakistan’da müzecilik, bağımsızlıkla birlikte güçlenen ve milli kimliğin sosyalist içeriğini de millileştirmek isteyen milliyetçi bir anlayışla gelişmektedir. Müzeciliğin, sosyo-kültürel ve siyasi yönleri irdelendiğinde, Kazakistan’ın, bağımsızlık sonrasında milli kimliğini yeniden kurgularken izlediği kültürel canlanma politikasının temel kurumsal araçlarından biri olduğu görülmektedir. Müzeciliğin kurumsal temelde gelişmesinde, 19. yüzyılda güçlü bir biçimde gündeme gelen milliyetçilik ya da ata-köken probleminin itici bir etmen olduğuna kuşku yoktur (Kundakçı 1999: 1083-1084; Arsebük 1983: 66). Müzeciliğin, kültürel olduğu kadar ideolojik ve siyasi bir boyut taşıdığı da yadsınamaz bir gerçektir (Anderson 1983; Hall 1997; Skrypnyk 2004; Ditchev 2001). Müzeciliğin bu boyutlarıyla gerek teorik,
gerekse pratik olarak kendine zemin bulduğu ülkelerden biri de Kazakistan’dır. Kazakistan’da müzecilik-siyaset ilişkisinin sürekliliği ve dönüşümü, Sovyet dönemi müzeleri ve bağımsızlık sonrası müzecilik anlayışı karşılaştırıldığında açık bir şekilde gözlemlenmektedir. Kazakistan’da yapılan araştırma,2 ülkedeki müzecilik tarihi, sergilenen malzeme türleri ve yürütülen arkeolojik kazıların niteliği ve finansmanı dikkate alındığında, müzeciliğe gösterilen kamusal ilgi ve devlet desteğinin, gerek Sovyet döneminde, gerekse bağımsızlık döneminde oldukça güçlü olduğunu göstermiştir. Bu makalede iki müzeden hareketle, çokkültürlülük ile tekkültürlülük arasında bir denge kurma çabası içerisindeki Kazakistan’da, Kazak milli kimliğinin nasıl yeniden üretildiği ve yakın tarihin nasıl yeniden yazıldığı incelenecektir. Söz konusu müzelerden biri, Almatı’da bulunan ‘Siyasi Baskı-Sürgün Tarihi Müzesi’ (Muzei İstorii Palitiçeskih Represii- Siyasi Kurgın-Surgin Tarihi Müzesi); diğeri ise Çimkent’te bulunan ‘Siyasi Baskı-Sürgün Kurbanları Müzesi’dir (Siyasi Kurgın-Surgın Kurbanları Müzesi). Ancak bu iki müzeyi ele almadan önce müzecilik, ulus-devlet ve tarih ilişkisi üzerinde durmak faydalı olacaktır.
Müzelerin İdeolojik ve Siyasi Boyutu
Çağımızda müze sayıları sadece artmakla kalmayıp, biçim ve içerik olarak da çeşitlenmiştir. Müzelerin, çeşitliliğini göz önünde bulundurduğumuzda, sanat müzelerinin ve toplumsal tarih müzelerinin farklı kategoriler olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Aslında müzelerin sadece kıymetli sanat eserlerinin ve koleksiyonların sergilendiği mekanlar olmadığı anlayışı çok eskiye uzanmamaktadır.
Müzelerin tarihle 19. yüzyılda, özellikle de 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra tanıştıklarını söyleyebiliriz. Bu tarihe kadar, sergilenen eserlerle tarih ve toplum arasında bir ilişki kurulmuyordu. 20. yüzyılda ise, sıradan insanların tarihine duyulan ilginin yüzyılın özellikle ikinci yarısından sonra giderek artması, toplumsal tarih müzelerinin kurulmasını sağlamıştır. O nedenle, günümüzde anlaşıldığı anlamı ile müze terimi, aslında yeni bir terimdir ve sadece sanat ile sınırlı kalmayıp birçok konuyu içeren, birçok disiplini ve insanı ilgilendiren önemli bir kurumdur. Günümüzde müzeler yerel tarih, sosyal tarih, etnik veya dinsel grupların tarihi, bilim, teknoloji, endüstri veya savaş tarihi, tarihsel şahsiyetler veya olaylar ve bunlarla ilgili günlük yaşama dair olabilmektedir.
Toplumsal tarih müzelerinin incelenmesi ve verdiği mesajların anlaşılması, sosyal bilimler açısından son derece önemlidir; çünkü müzelerin birçok durumda, mevcut egemen ideolojiyi yansıtan mekanlar olduğu varsayılır. Müzelerin modernite, ulus-devlet ve tarih ile olan ilişkisi dikkate alındığında, müzelerin modern ve milliyetçi ulus-devlet içindeki düzenin ve hatta siyasi sınırların belirlenmesi ve güçlendirilmesinde oynadığı rol yadsınamaz (Macdonald 1996: 2-7).
Gelişmekte olan ülkelerin müzeciliğin kurumsallaşmasında sarfettikleri büyük çabada, ulusal kimlik yaratmak ve dünya devletleri arasında bir yer edinme kaygısı yatar. O nedenle, günümüzde müze kurmak, adeta modern bir devlet olabilmenin ön koşulu haline gelmiştir (Hudson ve Nicholls 1985: X). Bu önemli mekanlardır; sembolik anlamlar üzerinden ulusu anlatır ve inşa ederler (Anderson 1983).
Aslında her müzenin bir duruşu vardır. Her müze, dünyayı veya parçası olduğu toplumu görme biçimi önerir. Belirli varsayımları vardır; belirli konuları ele alır; bazılarını ele almaz. Ulusal siyasi konuları ele aldığında ise ulusal kimliğin üreticisi ve taşıyıcısı olur. Bu bağlamda geçmişi yeniden üretir. Geçmişi yeniden üreten, aslında bugündür, fakat elbette bu tamamiyle keyfi bir yeniden üretim değildir. Zira çerçeveyi belirleyen ve bazı sınırlar koyan da geçmişin kendisidir. (Zolberg 1996: 79). Toplumların geçmişlerini nasıl anlattıkları veya hatırlamak istedikleri, sosyal bilimcilerin toplumları anlamaları açısından büyük önem taşır. Başka bir deyişle, günümüz bağlamında sürekli olarak yeniden üretilen geçmişin nasıl inşa edildiğine bakmak, geçmişten çok günümüzü anlamamızı mümkün kılar; çünkü geçmiş, günümüz koşulları ve gerçeklerine göre yeniden üretilmektedir. Dolayısıyla, sosyal bilimciler açısından geliştirilmekte olan ulusal kimlik için geçmişten hangi malzemelerin seçildiğini ve kullanıldığını irdelemek, temel bir öneme sahiptir.
Diğer taraftan müzeler, çeşitli objeleri, sanat eserlerini toplamak, sergilemek, korumak ve gelecek kuşaklara aktarmak üzere kurulmuşlardır. Ancak doğaldır ki, objelerin seçimi, sergilenme biçimi ve amacı, içinde olunan döneme ve koşullara göre kendilerine yüklenen anlam doğrultusunda, değişkenlik gösterir. Dolayısıyla, Stuart Hall ve Michel Foucault’nun da belirttiği gibi, son derece ideolojik amaçlı kullanılabilir. Sergilenen malzemenin orijinal anlamı ile ona yüklenen anlam ve atfedilen açıklama arasında göze çarpan farklılıklar, farklı yaklaşımların ve yorumların bir sonucudur. Söz konusu olan ideolojik bir inşadır. Bu çerçevede, bazı müzelerin belirli siyasi amaçlara hizmet etmek için gerekli objeleri sergilediklerini söyleyebiliriz. Bu anlamda müzeler hem kurumsal açıdan hem de sembolik açıdan değerlendirilmelidir. Müzeler
incelenirken olası her türlü bilgi ve iktidar ilişkisi dikkate alınmalıdır (Hall 1997: 184-185; Foucault 1980).
Foucault’nun bilgi iktidar analizi ışığında bir yaklaşım geliştirme yolu izlenirse, her türlü bilginin, belirli bir tarihsel pratiğin ürünü olduğu görüşü dikkate alınarak bazı bilgilerin stratejik olduğunu kabul etmek gerekir. Diğer bir ifadeyle, her bilgi masum bir şekilde gerçeği yansıtmaz, aksine son derece yanlı olabilir. Yukarıda da belirtildiği gibi, her sergilemenin bir anlam inşa etmesi, üretmesi ve bir şey söylemesi; ayrıca seçici sergilemenin, müzenin ideolojik ve siyasi boyutunun bir kanıtı olması nedeniyledir ki, müzeler ile ulus-devlet, milliyetçilik ve tarih arasında bir ilişki kurulabilmesi mümkün olabilmektedir (aktaran, Hall 1997).
Müzeler hakkında bilgi sahibi olunamamış dönemler veya belleklerden silinmeye
çalışılan olaylar ile tarihsel kesitleri, belirli siyasi koşullar oluştukça geçmişten bugüne taşıyan kurumlar olarak değerlendirilmelidir. Ayrıca bu kurumlar, ulusun niteliğinin tanımlandığı, ulusal tarihin ve kültürün inşa edildiği, diğer uluslardan farklılıkların ortaya konduğu ulusal / bireysel kimlik üretim alanlarıdır. Bazen sadece ulusun değil, aynı zamanda devletin de sembolü haline gelirler ve egemen ulus-devletin mikrokozmik yansıması olurlar (Prösler 1996: 34-35). Sovyetler Birliği döneminde ve sonrasında bağımsızlığını elde eden devletlerde kurulan müzeler, bu anlamda iyi birer
örnek teşkil eder.
Sovyet Dönemi ve Sonrasında Tarih ve Kimlik İnşa Eden Müzeler
Aslında çok az rejim, Sovyet rejimi gibi tarihe ilişkin görüşlerini böylesine sistematik bir şekilde müzelerde sergileme yolunu seçmiştir. 1917 devriminin hemen ardından Lenin ve arkadaşları, varolan bütün müzeleri millileştirmiş, yeni ideolojiye adapte etmiş ve ideolojilerini yayma amacıyla yeni müzeler kurmuşlardır. Hatta bu müzelerden bazıları, doğrudan Komünist Parti Merkez Komitesi’ne bağlanmıştır. Marx-Engels Müzesi, Lenin Merkez Müzesi ve Gorki Leninskiye müzeleri örnek olarak verilebilir. Devrim Müzesi ise Kültür Bakanlığı’na bağlanmıştır (Marien Van Der Heijden 1998). Bu anlamda müzeler, devletin ideolojisinin sembolik mekanları olmuşlardır. ideolojik yaklaşımın belirleyiciliğine rağmen bu müzelerin bazıları ise çok önemli sanatsal koleksiyonlar toplayıp sergilemişlerdir. Resim, heykel gibi eserlerin
yanı sıra tarihsel önemi olan fotoğraflar, madalyalar gibi birçok obje, binlerle ifade edilebilecek sayılarda toplanmış ve çeşitli müzelerde teşhir edilmiştir. Sovyetler Birliği, müzeler aracılığı ile kendini diğer dünya ülkelerine tanıtmış ve siyasi rejimini, işçileri baskılardan kurtaran özgürlükçü bir rejim olarak takdim etmiştir. Sovyet Dönemi’nde müzeler, prestijli kurumlar olarak tanımlanmış; devlet tarafından desteklenmiş ve çok yüksek sayıda ziyaretçiye hizmet vermiştir.
Ayrıca okul sistemine entegre edilmiş bu kurumlar, eğitim sürecinin bir parçası da olmuşlardır. Sanatsal boyutu ile de dünya müzeciliğiyle rekabet etme hedefinde olan ve bunu aynı zamanda ideolojik bir rekabet gibi tanımlayan Sovyet rejimi, müzeciliği bir propaganda aracı olarak kullanmıştır. Sanat müzelerinin yanı sıra, Sovyet rejiminin anlatıldığı müzeler de yine bu dönemde kurulmuştur.
Diğer taraftan Sovyet rejimi, her cumhuriyette benzer müzeler kurmayı ihmal etmemiş ve bu müzeler aracılığıyla yerel kültürü tam olarak yok etmeksizin Sovyet kimliğinin yaratılmasına katkıda bulunmayı hedeflemiştir. Kazakistan’daki Merkez Devlet Müzesi, bu noktada önemli bir örnek teşkil eder. Bilindiği gibi Sovyet rejimi, bazı dönemlerde daha yoğun, bazı dönemlerde ise daha sınırlı bir şekilde olsa da, Sosyalist Cumhuriyetlerin kendi kültürlerini geliştirmelerine ve yaşatmalarına bir alan tanımış; müzeler yoluyla görsel yerel maddi kültür ögelerinin sergilenmesine, rejimin temel prensipleriyle ve yaratılmak istenen Sovyet kimliği ile çelişmediği ölçüde, diğer bir deyişle biçimsel milliyetçilik sınırlarını aşmadığı sürece izin vermiştir. Buna olanak tanırken, söz konusu cumhuriyetlerin sınırları içerisinde yaşayan diğer etnik gruplara ait kültürel unsurların da dışlanmamasına önem vermiştir.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından gittikçe artan anti-Sovyet politikaların
yansımaları, müzecilik alanında da kendini gösterir. Bağımsızlıkla birlikte gündeme gelen kültürel canlanma sürecinde, Kazak kültürünün ve kimliğinin ön plana çıkarılmasında, müzelerin önemli bir rol üstlendiği açıktır. Bu yeni süreçte, gerek müze sayılarındaki artış, gerekse mevcut müzelerde sergilenen malzemelerin niteliğinde ve niceliğindeki değişiklikler, Sovyet rejmine yönelik gelişen tepkilerin somut göstergeleri olarak değerlendirilebilir. Örneğin Kazakistan Merkez Devlet Müzesi’nde, göçebe Kazak kültür öğelerinin kapsamlı bir biçimde sergilendiği yeni bölümlerin açılması ya da Almatı’da ve Çimkent’te Sovyet dönemi baskılarını anlatan
yeni müzelerin kurulması, önemli örnekler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kazakların gerek geleneksel yaşam biçimlerine, bir diğer deyişle göçebe yaşam modeline özgü folklorik görsel malzemelerin, gerekse söz konusu bölgedeki Kazak geçmişinin izlerini taşıyan arkeolojik bulguların, önemli malzemeler olarak müzelerdeki yerleri genişletilmiş ve ön plana çıkartılmıştır. Bu bağlamda dikkat çeken bir başka nokta da, Kazak kültürünün sanatçı, edebiyatçı ve yazar gibi önde gelen isimlerinin, milli kimliğin simgeleri olarak müzecilikte kullanılmaya başlanmış olmasıdır. Bu değişimin, milli kimliğin oluşmasına ve güçlenmesine katkı sağladığı açıktır.
Kazakistan’da müzecilik-milli kimlik ilişkisi üzerine yapılmış çalışmalar yok denecek kadar azdır. Bu boşluğu doldurmaya bir katkı sağlayabilmek amacıyla, yukarıda belirtilen yaklaşımdan hareketle, Almatı ve Çimkent’te incelenen iki müzenin sembolik önemi irdelenirken, yakın tarihin ve Kazak milli kimliğinin, söz konusu iki müzede nasıl inşa edildiği incelenmektedir. Bunlardan biri, 2001 yılında Çimkent’te kurulan ‘Siyasi Baskı-Sürgün Kurbanları Müzesi’dir; diğeri ise, 2003 yılında Almatı’da kurulan ‘Siyasi Baskı- Sürgün Tarihi Müzesi’dir. Bu makale kapsamında incelenen iki müze, Kazakistan’ın Sovyet rejimi boyunca belleklerden silinen bir dönemini ve tahrip edilen kültürel unsurlarını, Kazakistan halkının ve dünyanın bilgisine sunmaktadır.
Milli kimliği, sosyalist bir içeriğe kavuşturarak bir Sovyet kimliği yaratma çabasıyla dünya tarihine adını yazdıran eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin bir üyesi olan Kazakistan’da müzecilik, bağımsızlıkla birlikte güçlenen ve milli kimliğin sosyalist içeriğini de millileştirmek isteyen milliyetçi bir anlayışla gelişmektedir. Müzeciliğin, sosyo-kültürel ve siyasi yönleri irdelendiğinde, Kazakistan’ın, bağımsızlık sonrasında milli kimliğini yeniden kurgularken izlediği kültürel canlanma politikasının temel kurumsal araçlarından biri olduğu görülmektedir. Müzeciliğin kurumsal temelde gelişmesinde, 19. yüzyılda güçlü bir biçimde gündeme gelen milliyetçilik ya da ata-köken probleminin itici bir etmen olduğuna kuşku yoktur (Kundakçı 1999: 1083-1084; Arsebük 1983: 66). Müzeciliğin, kültürel olduğu kadar ideolojik ve siyasi bir boyut taşıdığı da yadsınamaz bir gerçektir (Anderson 1983; Hall 1997; Skrypnyk 2004; Ditchev 2001). Müzeciliğin bu boyutlarıyla gerek teorik,
gerekse pratik olarak kendine zemin bulduğu ülkelerden biri de Kazakistan’dır. Kazakistan’da müzecilik-siyaset ilişkisinin sürekliliği ve dönüşümü, Sovyet dönemi müzeleri ve bağımsızlık sonrası müzecilik anlayışı karşılaştırıldığında açık bir şekilde gözlemlenmektedir. Kazakistan’da yapılan araştırma,2 ülkedeki müzecilik tarihi, sergilenen malzeme türleri ve yürütülen arkeolojik kazıların niteliği ve finansmanı dikkate alındığında, müzeciliğe gösterilen kamusal ilgi ve devlet desteğinin, gerek Sovyet döneminde, gerekse bağımsızlık döneminde oldukça güçlü olduğunu göstermiştir. Bu makalede iki müzeden hareketle, çokkültürlülük ile tekkültürlülük arasında bir denge kurma çabası içerisindeki Kazakistan’da, Kazak milli kimliğinin nasıl yeniden üretildiği ve yakın tarihin nasıl yeniden yazıldığı incelenecektir. Söz konusu müzelerden biri, Almatı’da bulunan ‘Siyasi Baskı-Sürgün Tarihi Müzesi’ (Muzei İstorii Palitiçeskih Represii- Siyasi Kurgın-Surgin Tarihi Müzesi); diğeri ise Çimkent’te bulunan ‘Siyasi Baskı-Sürgün Kurbanları Müzesi’dir (Siyasi Kurgın-Surgın Kurbanları Müzesi). Ancak bu iki müzeyi ele almadan önce müzecilik, ulus-devlet ve tarih ilişkisi üzerinde durmak faydalı olacaktır.
Müzelerin İdeolojik ve Siyasi Boyutu
Çağımızda müze sayıları sadece artmakla kalmayıp, biçim ve içerik olarak da çeşitlenmiştir. Müzelerin, çeşitliliğini göz önünde bulundurduğumuzda, sanat müzelerinin ve toplumsal tarih müzelerinin farklı kategoriler olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Aslında müzelerin sadece kıymetli sanat eserlerinin ve koleksiyonların sergilendiği mekanlar olmadığı anlayışı çok eskiye uzanmamaktadır.
Müzelerin tarihle 19. yüzyılda, özellikle de 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra tanıştıklarını söyleyebiliriz. Bu tarihe kadar, sergilenen eserlerle tarih ve toplum arasında bir ilişki kurulmuyordu. 20. yüzyılda ise, sıradan insanların tarihine duyulan ilginin yüzyılın özellikle ikinci yarısından sonra giderek artması, toplumsal tarih müzelerinin kurulmasını sağlamıştır. O nedenle, günümüzde anlaşıldığı anlamı ile müze terimi, aslında yeni bir terimdir ve sadece sanat ile sınırlı kalmayıp birçok konuyu içeren, birçok disiplini ve insanı ilgilendiren önemli bir kurumdur. Günümüzde müzeler yerel tarih, sosyal tarih, etnik veya dinsel grupların tarihi, bilim, teknoloji, endüstri veya savaş tarihi, tarihsel şahsiyetler veya olaylar ve bunlarla ilgili günlük yaşama dair olabilmektedir.
Toplumsal tarih müzelerinin incelenmesi ve verdiği mesajların anlaşılması, sosyal bilimler açısından son derece önemlidir; çünkü müzelerin birçok durumda, mevcut egemen ideolojiyi yansıtan mekanlar olduğu varsayılır. Müzelerin modernite, ulus-devlet ve tarih ile olan ilişkisi dikkate alındığında, müzelerin modern ve milliyetçi ulus-devlet içindeki düzenin ve hatta siyasi sınırların belirlenmesi ve güçlendirilmesinde oynadığı rol yadsınamaz (Macdonald 1996: 2-7).
Gelişmekte olan ülkelerin müzeciliğin kurumsallaşmasında sarfettikleri büyük çabada, ulusal kimlik yaratmak ve dünya devletleri arasında bir yer edinme kaygısı yatar. O nedenle, günümüzde müze kurmak, adeta modern bir devlet olabilmenin ön koşulu haline gelmiştir (Hudson ve Nicholls 1985: X). Bu önemli mekanlardır; sembolik anlamlar üzerinden ulusu anlatır ve inşa ederler (Anderson 1983).
Aslında her müzenin bir duruşu vardır. Her müze, dünyayı veya parçası olduğu toplumu görme biçimi önerir. Belirli varsayımları vardır; belirli konuları ele alır; bazılarını ele almaz. Ulusal siyasi konuları ele aldığında ise ulusal kimliğin üreticisi ve taşıyıcısı olur. Bu bağlamda geçmişi yeniden üretir. Geçmişi yeniden üreten, aslında bugündür, fakat elbette bu tamamiyle keyfi bir yeniden üretim değildir. Zira çerçeveyi belirleyen ve bazı sınırlar koyan da geçmişin kendisidir. (Zolberg 1996: 79). Toplumların geçmişlerini nasıl anlattıkları veya hatırlamak istedikleri, sosyal bilimcilerin toplumları anlamaları açısından büyük önem taşır. Başka bir deyişle, günümüz bağlamında sürekli olarak yeniden üretilen geçmişin nasıl inşa edildiğine bakmak, geçmişten çok günümüzü anlamamızı mümkün kılar; çünkü geçmiş, günümüz koşulları ve gerçeklerine göre yeniden üretilmektedir. Dolayısıyla, sosyal bilimciler açısından geliştirilmekte olan ulusal kimlik için geçmişten hangi malzemelerin seçildiğini ve kullanıldığını irdelemek, temel bir öneme sahiptir.
Diğer taraftan müzeler, çeşitli objeleri, sanat eserlerini toplamak, sergilemek, korumak ve gelecek kuşaklara aktarmak üzere kurulmuşlardır. Ancak doğaldır ki, objelerin seçimi, sergilenme biçimi ve amacı, içinde olunan döneme ve koşullara göre kendilerine yüklenen anlam doğrultusunda, değişkenlik gösterir. Dolayısıyla, Stuart Hall ve Michel Foucault’nun da belirttiği gibi, son derece ideolojik amaçlı kullanılabilir. Sergilenen malzemenin orijinal anlamı ile ona yüklenen anlam ve atfedilen açıklama arasında göze çarpan farklılıklar, farklı yaklaşımların ve yorumların bir sonucudur. Söz konusu olan ideolojik bir inşadır. Bu çerçevede, bazı müzelerin belirli siyasi amaçlara hizmet etmek için gerekli objeleri sergilediklerini söyleyebiliriz. Bu anlamda müzeler hem kurumsal açıdan hem de sembolik açıdan değerlendirilmelidir. Müzeler
incelenirken olası her türlü bilgi ve iktidar ilişkisi dikkate alınmalıdır (Hall 1997: 184-185; Foucault 1980).
Foucault’nun bilgi iktidar analizi ışığında bir yaklaşım geliştirme yolu izlenirse, her türlü bilginin, belirli bir tarihsel pratiğin ürünü olduğu görüşü dikkate alınarak bazı bilgilerin stratejik olduğunu kabul etmek gerekir. Diğer bir ifadeyle, her bilgi masum bir şekilde gerçeği yansıtmaz, aksine son derece yanlı olabilir. Yukarıda da belirtildiği gibi, her sergilemenin bir anlam inşa etmesi, üretmesi ve bir şey söylemesi; ayrıca seçici sergilemenin, müzenin ideolojik ve siyasi boyutunun bir kanıtı olması nedeniyledir ki, müzeler ile ulus-devlet, milliyetçilik ve tarih arasında bir ilişki kurulabilmesi mümkün olabilmektedir (aktaran, Hall 1997).
Müzeler hakkında bilgi sahibi olunamamış dönemler veya belleklerden silinmeye
çalışılan olaylar ile tarihsel kesitleri, belirli siyasi koşullar oluştukça geçmişten bugüne taşıyan kurumlar olarak değerlendirilmelidir. Ayrıca bu kurumlar, ulusun niteliğinin tanımlandığı, ulusal tarihin ve kültürün inşa edildiği, diğer uluslardan farklılıkların ortaya konduğu ulusal / bireysel kimlik üretim alanlarıdır. Bazen sadece ulusun değil, aynı zamanda devletin de sembolü haline gelirler ve egemen ulus-devletin mikrokozmik yansıması olurlar (Prösler 1996: 34-35). Sovyetler Birliği döneminde ve sonrasında bağımsızlığını elde eden devletlerde kurulan müzeler, bu anlamda iyi birer
örnek teşkil eder.
Sovyet Dönemi ve Sonrasında Tarih ve Kimlik İnşa Eden Müzeler
Aslında çok az rejim, Sovyet rejimi gibi tarihe ilişkin görüşlerini böylesine sistematik bir şekilde müzelerde sergileme yolunu seçmiştir. 1917 devriminin hemen ardından Lenin ve arkadaşları, varolan bütün müzeleri millileştirmiş, yeni ideolojiye adapte etmiş ve ideolojilerini yayma amacıyla yeni müzeler kurmuşlardır. Hatta bu müzelerden bazıları, doğrudan Komünist Parti Merkez Komitesi’ne bağlanmıştır. Marx-Engels Müzesi, Lenin Merkez Müzesi ve Gorki Leninskiye müzeleri örnek olarak verilebilir. Devrim Müzesi ise Kültür Bakanlığı’na bağlanmıştır (Marien Van Der Heijden 1998). Bu anlamda müzeler, devletin ideolojisinin sembolik mekanları olmuşlardır. ideolojik yaklaşımın belirleyiciliğine rağmen bu müzelerin bazıları ise çok önemli sanatsal koleksiyonlar toplayıp sergilemişlerdir. Resim, heykel gibi eserlerin
yanı sıra tarihsel önemi olan fotoğraflar, madalyalar gibi birçok obje, binlerle ifade edilebilecek sayılarda toplanmış ve çeşitli müzelerde teşhir edilmiştir. Sovyetler Birliği, müzeler aracılığı ile kendini diğer dünya ülkelerine tanıtmış ve siyasi rejimini, işçileri baskılardan kurtaran özgürlükçü bir rejim olarak takdim etmiştir. Sovyet Dönemi’nde müzeler, prestijli kurumlar olarak tanımlanmış; devlet tarafından desteklenmiş ve çok yüksek sayıda ziyaretçiye hizmet vermiştir.
Ayrıca okul sistemine entegre edilmiş bu kurumlar, eğitim sürecinin bir parçası da olmuşlardır. Sanatsal boyutu ile de dünya müzeciliğiyle rekabet etme hedefinde olan ve bunu aynı zamanda ideolojik bir rekabet gibi tanımlayan Sovyet rejimi, müzeciliği bir propaganda aracı olarak kullanmıştır. Sanat müzelerinin yanı sıra, Sovyet rejiminin anlatıldığı müzeler de yine bu dönemde kurulmuştur.
Diğer taraftan Sovyet rejimi, her cumhuriyette benzer müzeler kurmayı ihmal etmemiş ve bu müzeler aracılığıyla yerel kültürü tam olarak yok etmeksizin Sovyet kimliğinin yaratılmasına katkıda bulunmayı hedeflemiştir. Kazakistan’daki Merkez Devlet Müzesi, bu noktada önemli bir örnek teşkil eder. Bilindiği gibi Sovyet rejimi, bazı dönemlerde daha yoğun, bazı dönemlerde ise daha sınırlı bir şekilde olsa da, Sosyalist Cumhuriyetlerin kendi kültürlerini geliştirmelerine ve yaşatmalarına bir alan tanımış; müzeler yoluyla görsel yerel maddi kültür ögelerinin sergilenmesine, rejimin temel prensipleriyle ve yaratılmak istenen Sovyet kimliği ile çelişmediği ölçüde, diğer bir deyişle biçimsel milliyetçilik sınırlarını aşmadığı sürece izin vermiştir. Buna olanak tanırken, söz konusu cumhuriyetlerin sınırları içerisinde yaşayan diğer etnik gruplara ait kültürel unsurların da dışlanmamasına önem vermiştir.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından gittikçe artan anti-Sovyet politikaların
yansımaları, müzecilik alanında da kendini gösterir. Bağımsızlıkla birlikte gündeme gelen kültürel canlanma sürecinde, Kazak kültürünün ve kimliğinin ön plana çıkarılmasında, müzelerin önemli bir rol üstlendiği açıktır. Bu yeni süreçte, gerek müze sayılarındaki artış, gerekse mevcut müzelerde sergilenen malzemelerin niteliğinde ve niceliğindeki değişiklikler, Sovyet rejmine yönelik gelişen tepkilerin somut göstergeleri olarak değerlendirilebilir. Örneğin Kazakistan Merkez Devlet Müzesi’nde, göçebe Kazak kültür öğelerinin kapsamlı bir biçimde sergilendiği yeni bölümlerin açılması ya da Almatı’da ve Çimkent’te Sovyet dönemi baskılarını anlatan
yeni müzelerin kurulması, önemli örnekler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kazakların gerek geleneksel yaşam biçimlerine, bir diğer deyişle göçebe yaşam modeline özgü folklorik görsel malzemelerin, gerekse söz konusu bölgedeki Kazak geçmişinin izlerini taşıyan arkeolojik bulguların, önemli malzemeler olarak müzelerdeki yerleri genişletilmiş ve ön plana çıkartılmıştır. Bu bağlamda dikkat çeken bir başka nokta da, Kazak kültürünün sanatçı, edebiyatçı ve yazar gibi önde gelen isimlerinin, milli kimliğin simgeleri olarak müzecilikte kullanılmaya başlanmış olmasıdır. Bu değişimin, milli kimliğin oluşmasına ve güçlenmesine katkı sağladığı açıktır.
Kazakistan’da müzecilik-milli kimlik ilişkisi üzerine yapılmış çalışmalar yok denecek kadar azdır. Bu boşluğu doldurmaya bir katkı sağlayabilmek amacıyla, yukarıda belirtilen yaklaşımdan hareketle, Almatı ve Çimkent’te incelenen iki müzenin sembolik önemi irdelenirken, yakın tarihin ve Kazak milli kimliğinin, söz konusu iki müzede nasıl inşa edildiği incelenmektedir. Bunlardan biri, 2001 yılında Çimkent’te kurulan ‘Siyasi Baskı-Sürgün Kurbanları Müzesi’dir; diğeri ise, 2003 yılında Almatı’da kurulan ‘Siyasi Baskı- Sürgün Tarihi Müzesi’dir. Bu makale kapsamında incelenen iki müze, Kazakistan’ın Sovyet rejimi boyunca belleklerden silinen bir dönemini ve tahrip edilen kültürel unsurlarını, Kazakistan halkının ve dünyanın bilgisine sunmaktadır.