Hayvanlar Düşünür mü?
Düşünme 'ben' bilinciyle oluşur. Hayvanlarda var mıdır, insanlarda kaç yaşında başlar? Dahi papağan Alex, geçtiğimiz eylül ayında 31 yaşında öldü. I. Pepperberg'in, Boston Brandeis Üniversitesi'nde 1977 yılından bu yana yürüttüğü araştırmalarda, bu gri Afrika papağanı hayvanlarda konuşma ve düşünme yeteneği üzerine çarpıcı davranışlarıyla bilim dünyasının ilgisini üzerine çekmişti. [1]
Alex, bildiği sözcükleri birleştirmek yoluyla yeni adlar üretebiliyordu. Örneğin, muz ve kirazı çağrıştırdığından kırmızı elma istemek için 'muzkir' gibi daha önce duyulmamış adlar üretebiliyordu ('banana' ve 'cherrie' den 'banerry'). Yüz elli sözcüğün üzerine çıkan sözcük haznesi düşünülürse, yeni sözcük üretme yeteneğiyle birlikte anlatım gücünün ne denli yükseldiği hayal edilebilir. [2]
Büyük küçük gibi karşılaştırmalar yapabiliyor, renkleri adlarıyla ayırt edebiliyordu. Altıya kadar sayabildiği gibi, insanlık için bulunuşu 1200 yıl öncesine uzanan, sıfır sayısının anlamını kavramış gibi davranabiliyordu. Örneğin tablada 'kaç tane kırmızı küp var' sorusunu, böyle bir küp bulunmadığından, 'yok' diye yanıtlayabilmişti. Böyle bir yanıtı şempanzeler gibi yüksek memeliler verebilse de Pepperberg'e göre Alex, sayısal yokluğu anlayan ve bunu önceden öğretilmeden yapabilen ilk kuş.
Yaşadığımız çağda, doğa toplum ayrımını keskinleştirdikçe insanla hayvan sürekliliğini unuttuk, oysa Charles Darvin'in (1809-1882) zamanında böyle değildi. İnsanın Yükselişi kitabında 'insanla yüksek memelilerin zihinsel yetileri arasında temel bir ayrım' bulunmadığını yazmıştı. Bugün, daha çok primatlarda aranan soyutlama yetisinin yunuslarda da bulunması, papağanlardaki konuşma yetisinin anlamsız bir taklit (mimicry) değil tersine yeni ifadeler üretebilen bir öykünme (imitation) olması ve başka bulgular öbür hayvanların da düşünüp düşünmediklerini yeniden sorduruyor.
Gündelik yaşamımızda sanı, kanı, kaygı, tasa, tasarlama, kararlaştırma için pek ayrım gözetmeden 'düşünme' sözcüğünü kullanırız. Bir bakıma bu, düşünmenin hemen her eylemimize girmiş olmasıyla, gün boyu sayısız karar vermek, küçüklü büyüklü planlar kurmak durumunda kalmamızla ilgilidir. İnsan düşüncesinin kaba karakterini anlamak için söylencelerdeki bulmacalar ipucu verebilir. Bir Yunan söylencesinde, Mısır'ın Gize kentindeki 73 metre uzunluğunda ve 20 metre yüksekliğindeki aslan gövdeli sfenks gibi duran ama kuyruğu yılan, kolları kuş kanadı, kadın göğüslü bir sfenks, Thebe kentini korumaktadır. Kente gelene bir bulmaca sormakta, bilirse geçmesine izin vermekte değilse hemen öldürmektedir. Bulmaca şöyle: 'Gündüz 4 ayaklı, öğlen iki ayaklı, gece üç ayaklı olan nedir?' Söylencenin kahramanı Oedipus, 'insan' der, çünkü bebekliğinde emekler, büyüdüğünde yürür, yaşlandığında baston kullanır. İlk kez doğru bir yanıt alan dev sfenks kendini öldürür.
Düşünce başlangıçta, öyküdeki gece ve yaşlılık arasındaki gibi metafor dediğimiz benzerliklerle işler. Darvin'in çiftçilerin, daha istenir bitki ve hayvan türleri elde etmek için yaptıkları içdölleme ile yeni türlerin oluşumu arasında yaptığı benzetme de bu türdendir. Darvin'in analojisinde çiftçinin yerini doğal seçilim almıştır. Düşünmenin temel unsuru olan kavramlar, benzerlikleri veya ayırt edici öğeleri saptayarak öbür şeylerden ayırmak yoluyla oluşturulmuş 'kategori'lerdir (Yunanca avluda toplanma demek, kata- + agora). 'Düşünmek nedir' diye sorulsa, bunun yanıtını hemen veremesek de, bu kategorilerle veya şeylerin zihnimizdeki temsilleriyle düşündüğümüzü fark ederiz. Papağan da 'Kırmızı renkli kaç tane var' diye sorulduğunda yanıtlarken benzer bir yol izler.
İşte insan tam bu noktada öbür hayvanların yapamadığı bir şey başarır: Yalnızca şeyleri birbirinden ayırmakla kalmaz kendini de başka her şeyden ayırarak soyutlayabilir.
Dekart'ın 'Düşünüyorum öyleyse varım, (cogito, ergo sum) deyişi bunu iyi anlatır. Çünkü gerçekten, düşünmeden söz edebilmek için benin ayırt edilmesi, yani düşünenin kendi varlığını bilmesi gerekir ve tersine ancak kendini ayırt edebilen düşünebilir. Hayvanlarda kendini bilme yetisinin bulunabileceğine ilişkin en iyi ip ucunu psikoloji, primatoloji gibi bilim dallarında kullanılan ayna testi vermektedir. Bu testlerde, hayvanların çoğu aynadaki görüntülerini tanıyamıyorlar. Bazısı ilgisiz kalıyor hatta bazısı yabancı hayvan diye saldırıyor. Kuyruksuz maymun türleri, filler gibi bazısı ise aynayı, göremedikleri nesneleri görmek için araç olarak kullanabilmelerine rağmen kendi görüntülerini tanıyamıyorlar. Buna karşılık örneğin şempanze, aynada gördüğü kaşlarının arasında boyanmış kırmızı lekeyi elini kendi yüzüne götürerek silmeye çalışıyor ve sonra da parmağını inceliyor (Gordon Gallup). Bonobo, orangutan, goril gibi insansı maymunlar ve yunuslar kendini aynada tanıyabilmektedir ama bunu kalıcı ve süreğen yapamıyorlar. Örneğin, şempanzelerin ancak yüzde 43'ünün, orangutanların yüzde 50'sinin, gorillerin ise yüzde 31'inin başardığı gözlenmiş.
Böyle bir tanıma insanda, ancak on beş ayı tamamladığında ortaya çıkıyor. Kişi adıllarını kullanabilmesi için ise sekiz dokuz ay daha gerekiyor. Benzer bir test 2-3 yaş arasındaki çocuklara uygulandığında (Daniel J. Povinelli), çoğu alınlarına yapıştırılmış bandı çıkarıyor. Ama iki üç dakika önce kaydedilmiş görüntüleri gösterildiğinde, çocukların yalnızca üçte biri gördükleri şerit ile o sırada kendi alınlarında yapışık duran şerit arasında bağlantı kurarak alnındakini sökebiliyor. Bu testten başarıyla geçmek ancak 4 yaşında olanaklı oluyor.
Bu yaşla birlikte şimdiki ben, geçmişteki benle ilişkileniyor ve bununla beraber gelecekte de sürecek kalımlı bir ben bilinci doğuyor. İşte hayvanda ve çok küçük çocukta eksik olan budur.
Elma diyebilmek için armudu olumsuzlamak zorundayız. Sözcüklerin tarihi bu olumsuzlamalarla oluşur. Konuştuğumuz her sözcük, geçmiş olumsuzlamalar yoluyla oluşturulmuş genellemelerdir. Dil hep genellemelerle işlediğinden, dil içinde geçmişte yaşarız. Anımsanamayacak kadar uzun bir geçmişin bilgisi dil yoluyla sonraki kuşaklara aktarılır.
Zaten, soyutlama yeteneğini düşünme yeteneğine döndüren, kategorilerin aslında geçmişte olmuş bitmiş olumsuzlamalar silsilesinin izi olarak zihinde yaşamlarını sürdürmesidir. Bunun için ilk gereken 'ben' soyutlamasıdır. Dolayısıyla bu aynı zamanda dilin başlangıcıdır. Çünkü bildiğimiz her dil, aslında özne ve yüklemi bağlayan bir 'ben' dilidir. Tümcenin öznesi gibi yüklemi de, tarihi olumsuzlamalar olan bir olumsuzlama olarak genellemedir. Genellemeler, geçmişe ait olan bilginin geleceğe aşırtılması yoluyla evrensellik, tümellik kazandırıldığı ölçüde mantığı hazırlar. Mantık dil içinden bu yolla doğar. Örneğin, 'Bütün insanlar ölümlüdür' önermesi, yaşayanlar için geçmişin bilgisidir. Ama biz bunu gelecekteki insanlara da aparır ve böylece, 'Ben bir insanım, o halde ben de ölümlüyüm' vargısını ileri süreriz. Genellemeler veya tümeller, böylece uslamlama yoluyla birey hakkında bir vargıya izin verir. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği kuşatması, yani bağlamdan kurtulması sayesinde mantık, kendi üstünde bir gerekçe ve dayanak tanımaz bir soyutluğa yükselir. Bununla birlikte, gelecek geçmişin tıpkı yinelemesi olmadığından mantığın dayandığı genellemeler durmadan sarsılır. Bu da değişmeyi içine almaya çalışan çeşitli mantık kuramlarının ortaya atılmasına yol açar. Aslında, ünlü berber veya yalancı paradoksunun gösterdiği gibi mantığı matematiksel bir disiplin haline getirme çabaları da aynı nedenle başarısız olmuştur. Gene de mantık zihne içkindir, ne zaman düşünmeye koyulsak mantıksız düşünemediğimizi görürüz.
Mantık ben demekle başlar ama zorunlulukla dilsel olduğundan toplumsal belleğe dayanır. Öbür hayvanlar, soyutlayabilseler, sözle veya jestle konuşabilseler bile asıl bu nedenle düşünemezler. Üstelik, bütün evrimsel donanımına rağmen toplumsuz insan da düşünemez. Sadece toplumlu insan bireyi, ardındaki koca bir tarihi ona taşıyan bir toplumsal bellek biçimi olan dil yoluyla düşünebilir.
Bununla birlikte, başkasını olumsuzlayarak kendine bağlanan ve ben demekle düşünmeye adım atan insan, ancak kendini olumsuzlayarak ve böylece başkasına bağlanarak kendi bilincine varır:
Dolayısıyla, 'cogito, ergo sum'...
Mustafa Cemal / Atlas Şubat 2008, sayı 179
*****
[1] Irene M. Pepperberg, 2007 (2005). The Roles Of Imitation And Phonological Awareness in The Creation Of New Labels From Existing Vocalizations. Sciencedirect, Language Sciences 29 (2007) 1-13.ScienceDirect - Home
[2]
Sponsorlu Bağlantılar
Alex, bildiği sözcükleri birleştirmek yoluyla yeni adlar üretebiliyordu. Örneğin, muz ve kirazı çağrıştırdığından kırmızı elma istemek için 'muzkir' gibi daha önce duyulmamış adlar üretebiliyordu ('banana' ve 'cherrie' den 'banerry'). Yüz elli sözcüğün üzerine çıkan sözcük haznesi düşünülürse, yeni sözcük üretme yeteneğiyle birlikte anlatım gücünün ne denli yükseldiği hayal edilebilir. [2]
Büyük küçük gibi karşılaştırmalar yapabiliyor, renkleri adlarıyla ayırt edebiliyordu. Altıya kadar sayabildiği gibi, insanlık için bulunuşu 1200 yıl öncesine uzanan, sıfır sayısının anlamını kavramış gibi davranabiliyordu. Örneğin tablada 'kaç tane kırmızı küp var' sorusunu, böyle bir küp bulunmadığından, 'yok' diye yanıtlayabilmişti. Böyle bir yanıtı şempanzeler gibi yüksek memeliler verebilse de Pepperberg'e göre Alex, sayısal yokluğu anlayan ve bunu önceden öğretilmeden yapabilen ilk kuş.
Yaşadığımız çağda, doğa toplum ayrımını keskinleştirdikçe insanla hayvan sürekliliğini unuttuk, oysa Charles Darvin'in (1809-1882) zamanında böyle değildi. İnsanın Yükselişi kitabında 'insanla yüksek memelilerin zihinsel yetileri arasında temel bir ayrım' bulunmadığını yazmıştı. Bugün, daha çok primatlarda aranan soyutlama yetisinin yunuslarda da bulunması, papağanlardaki konuşma yetisinin anlamsız bir taklit (mimicry) değil tersine yeni ifadeler üretebilen bir öykünme (imitation) olması ve başka bulgular öbür hayvanların da düşünüp düşünmediklerini yeniden sorduruyor.
Gündelik yaşamımızda sanı, kanı, kaygı, tasa, tasarlama, kararlaştırma için pek ayrım gözetmeden 'düşünme' sözcüğünü kullanırız. Bir bakıma bu, düşünmenin hemen her eylemimize girmiş olmasıyla, gün boyu sayısız karar vermek, küçüklü büyüklü planlar kurmak durumunda kalmamızla ilgilidir. İnsan düşüncesinin kaba karakterini anlamak için söylencelerdeki bulmacalar ipucu verebilir. Bir Yunan söylencesinde, Mısır'ın Gize kentindeki 73 metre uzunluğunda ve 20 metre yüksekliğindeki aslan gövdeli sfenks gibi duran ama kuyruğu yılan, kolları kuş kanadı, kadın göğüslü bir sfenks, Thebe kentini korumaktadır. Kente gelene bir bulmaca sormakta, bilirse geçmesine izin vermekte değilse hemen öldürmektedir. Bulmaca şöyle: 'Gündüz 4 ayaklı, öğlen iki ayaklı, gece üç ayaklı olan nedir?' Söylencenin kahramanı Oedipus, 'insan' der, çünkü bebekliğinde emekler, büyüdüğünde yürür, yaşlandığında baston kullanır. İlk kez doğru bir yanıt alan dev sfenks kendini öldürür.
Düşünce başlangıçta, öyküdeki gece ve yaşlılık arasındaki gibi metafor dediğimiz benzerliklerle işler. Darvin'in çiftçilerin, daha istenir bitki ve hayvan türleri elde etmek için yaptıkları içdölleme ile yeni türlerin oluşumu arasında yaptığı benzetme de bu türdendir. Darvin'in analojisinde çiftçinin yerini doğal seçilim almıştır. Düşünmenin temel unsuru olan kavramlar, benzerlikleri veya ayırt edici öğeleri saptayarak öbür şeylerden ayırmak yoluyla oluşturulmuş 'kategori'lerdir (Yunanca avluda toplanma demek, kata- + agora). 'Düşünmek nedir' diye sorulsa, bunun yanıtını hemen veremesek de, bu kategorilerle veya şeylerin zihnimizdeki temsilleriyle düşündüğümüzü fark ederiz. Papağan da 'Kırmızı renkli kaç tane var' diye sorulduğunda yanıtlarken benzer bir yol izler.
İşte insan tam bu noktada öbür hayvanların yapamadığı bir şey başarır: Yalnızca şeyleri birbirinden ayırmakla kalmaz kendini de başka her şeyden ayırarak soyutlayabilir.
Dekart'ın 'Düşünüyorum öyleyse varım, (cogito, ergo sum) deyişi bunu iyi anlatır. Çünkü gerçekten, düşünmeden söz edebilmek için benin ayırt edilmesi, yani düşünenin kendi varlığını bilmesi gerekir ve tersine ancak kendini ayırt edebilen düşünebilir. Hayvanlarda kendini bilme yetisinin bulunabileceğine ilişkin en iyi ip ucunu psikoloji, primatoloji gibi bilim dallarında kullanılan ayna testi vermektedir. Bu testlerde, hayvanların çoğu aynadaki görüntülerini tanıyamıyorlar. Bazısı ilgisiz kalıyor hatta bazısı yabancı hayvan diye saldırıyor. Kuyruksuz maymun türleri, filler gibi bazısı ise aynayı, göremedikleri nesneleri görmek için araç olarak kullanabilmelerine rağmen kendi görüntülerini tanıyamıyorlar. Buna karşılık örneğin şempanze, aynada gördüğü kaşlarının arasında boyanmış kırmızı lekeyi elini kendi yüzüne götürerek silmeye çalışıyor ve sonra da parmağını inceliyor (Gordon Gallup). Bonobo, orangutan, goril gibi insansı maymunlar ve yunuslar kendini aynada tanıyabilmektedir ama bunu kalıcı ve süreğen yapamıyorlar. Örneğin, şempanzelerin ancak yüzde 43'ünün, orangutanların yüzde 50'sinin, gorillerin ise yüzde 31'inin başardığı gözlenmiş.
Böyle bir tanıma insanda, ancak on beş ayı tamamladığında ortaya çıkıyor. Kişi adıllarını kullanabilmesi için ise sekiz dokuz ay daha gerekiyor. Benzer bir test 2-3 yaş arasındaki çocuklara uygulandığında (Daniel J. Povinelli), çoğu alınlarına yapıştırılmış bandı çıkarıyor. Ama iki üç dakika önce kaydedilmiş görüntüleri gösterildiğinde, çocukların yalnızca üçte biri gördükleri şerit ile o sırada kendi alınlarında yapışık duran şerit arasında bağlantı kurarak alnındakini sökebiliyor. Bu testten başarıyla geçmek ancak 4 yaşında olanaklı oluyor.
Bu yaşla birlikte şimdiki ben, geçmişteki benle ilişkileniyor ve bununla beraber gelecekte de sürecek kalımlı bir ben bilinci doğuyor. İşte hayvanda ve çok küçük çocukta eksik olan budur.
Elma diyebilmek için armudu olumsuzlamak zorundayız. Sözcüklerin tarihi bu olumsuzlamalarla oluşur. Konuştuğumuz her sözcük, geçmiş olumsuzlamalar yoluyla oluşturulmuş genellemelerdir. Dil hep genellemelerle işlediğinden, dil içinde geçmişte yaşarız. Anımsanamayacak kadar uzun bir geçmişin bilgisi dil yoluyla sonraki kuşaklara aktarılır.
Zaten, soyutlama yeteneğini düşünme yeteneğine döndüren, kategorilerin aslında geçmişte olmuş bitmiş olumsuzlamalar silsilesinin izi olarak zihinde yaşamlarını sürdürmesidir. Bunun için ilk gereken 'ben' soyutlamasıdır. Dolayısıyla bu aynı zamanda dilin başlangıcıdır. Çünkü bildiğimiz her dil, aslında özne ve yüklemi bağlayan bir 'ben' dilidir. Tümcenin öznesi gibi yüklemi de, tarihi olumsuzlamalar olan bir olumsuzlama olarak genellemedir. Genellemeler, geçmişe ait olan bilginin geleceğe aşırtılması yoluyla evrensellik, tümellik kazandırıldığı ölçüde mantığı hazırlar. Mantık dil içinden bu yolla doğar. Örneğin, 'Bütün insanlar ölümlüdür' önermesi, yaşayanlar için geçmişin bilgisidir. Ama biz bunu gelecekteki insanlara da aparır ve böylece, 'Ben bir insanım, o halde ben de ölümlüyüm' vargısını ileri süreriz. Genellemeler veya tümeller, böylece uslamlama yoluyla birey hakkında bir vargıya izin verir. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği kuşatması, yani bağlamdan kurtulması sayesinde mantık, kendi üstünde bir gerekçe ve dayanak tanımaz bir soyutluğa yükselir. Bununla birlikte, gelecek geçmişin tıpkı yinelemesi olmadığından mantığın dayandığı genellemeler durmadan sarsılır. Bu da değişmeyi içine almaya çalışan çeşitli mantık kuramlarının ortaya atılmasına yol açar. Aslında, ünlü berber veya yalancı paradoksunun gösterdiği gibi mantığı matematiksel bir disiplin haline getirme çabaları da aynı nedenle başarısız olmuştur. Gene de mantık zihne içkindir, ne zaman düşünmeye koyulsak mantıksız düşünemediğimizi görürüz.
Mantık ben demekle başlar ama zorunlulukla dilsel olduğundan toplumsal belleğe dayanır. Öbür hayvanlar, soyutlayabilseler, sözle veya jestle konuşabilseler bile asıl bu nedenle düşünemezler. Üstelik, bütün evrimsel donanımına rağmen toplumsuz insan da düşünemez. Sadece toplumlu insan bireyi, ardındaki koca bir tarihi ona taşıyan bir toplumsal bellek biçimi olan dil yoluyla düşünebilir.
Bununla birlikte, başkasını olumsuzlayarak kendine bağlanan ve ben demekle düşünmeye adım atan insan, ancak kendini olumsuzlayarak ve böylece başkasına bağlanarak kendi bilincine varır:
Dolayısıyla, 'cogito, ergo sum'...
Mustafa Cemal / Atlas Şubat 2008, sayı 179
*****
[1] Irene M. Pepperberg, 2007 (2005). The Roles Of Imitation And Phonological Awareness in The Creation Of New Labels From Existing Vocalizations. Sciencedirect, Language Sciences 29 (2007) 1-13.ScienceDirect - Home
[2]
, Matthen, M. ve Stephens, C. 2007. Philosophy of Biology.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!