Arama

Dil Üzerine

Güncelleme: 26 Nisan 2007 Gösterim: 8.174 Cevap: 5
Tigin - avatarı
Tigin
Ziyaretçi
4 Ocak 2006       Mesaj #1
Tigin - avatarı
Ziyaretçi
Tevrat'taki Babil öyküsü şöyle başlar :

Sponsorlu Bağlantılar
Babil Kulesi (Yaratılış, Bölüm 11: 1-9)

Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri
kullanırlardı.

Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova buldular ve oraya
yerleştiler.

Birbirlerine, "Gelin tuğla yapıp iyice pişirelim" dediler. Taş yerine
tuğla, harç yerine zift kullandılar.

Sonra, "Kendimize bir kent kuralım" dediler, "Göklere erişecek bir kule
dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız."

RAB insanların yaptığı kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indi

ve şöyle dedi: "Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya
başladıklarına göre düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel
tanımayacaklar.

Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki birbirlerini anlamasınlar."

Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu.

Bu nedenle kente Babil adı verildi yani "Karışıklık". Çünkü RAB bütün insanların dilini
orada karıştırdı ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıttı



*Konfüçyüs'e sormuşlar, devlet yönetimine katılsaydın, devlet erki sana
verilseydi, ne yapardın ? Konfüçyüs "dil" demiş, "öncelikle dil". "Çünkü
dil kusurlu olursa sözcükler düşünceyi doğru anlamlandıramaz. Düşünce
doğru anlaşılmayınca da görev ve sorumluluklar doğru algılanamaz. Görev
ve sorumlulukların gereği gibi yerine getirilmediği ülkede kurallar ve
tüze boyulur. Kurallar ve tüze bozulunca da adalet yanlış yola sapar.
Adalet yanlış yola sapınca da şaşıran halk ne yapacağını, nasıl
davranacağını kesteremeyeceği için ürkü ve kargaşa baş gösterir; düzen
temelden bozulur. Onun içindir ki, bir ulusun yaşamında hiçbir şey dil
ölçüsünde önemli bir etken değildir."


*Atatürk'ü, harf inkılâbından iki yıl sonra, dil inkılâbından iki yıl
önce heyecanlandıran kitabın (Sadri Maksudî Arsal 1930 Türk Dili İçin)
başına eklenen cümleler:

"Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin
olması, millî hissin inkişafında [gelişmesinde] başlıca müessirdir
[etkendir]. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil
şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk
milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır."

Gazi Mustafa Kemal

*Bir de Turk dehasi Oktay Sinanoglu var tabii.
http://www.sinanoglu.net/index.php adresine bos bir vaktinizde goz
atmaniz faydali olabilir diye dusunuyorum. "


Orhun Anıtları

Ben tanrı gibi kökü gökte Türk Bilge Kaan,
Size sesleniyorum; beni başbuğ tanıyan
Sizler ey Dokuz Oğuz, oğuz Tatar beyleri,
ey soldaki Tarhanlar, sağdaki Şadapıtlar!
Ben yürüttüm sizleri bunca yerlere kadar;
İşte bunca topraklar Türklüğün fermanında;
Kurulmuştur tahtımız Ötüken ormanında.
Çözülüp gidecektik, uyuşuk, bekle bekle;
Çelmişti aklımızı altın-gümüş-ipekle
Demirimize demir çıkaramaz düşmanlar..
Ey Türk! eşin-benzerin, sanmam yer yüzünde var;
Sen bir uçtan bir uca geçersin kaç senedir;
Bilmezsin: açken tokluk, tokken de açlık nedir?
Yabancı bağışlardan, dilden, töreden çekin:
Her çağında yetişmez bir Bilge, Bir Kültigin!
Bak: yoksulu bay ettik, az ne varsa çok ettik,
Budunun varlığına göz dikeni yok ettik!
Şanlı geçmişlerini öğren benim yazımdan
Vaktiyle neler olmuş dinle benim ağzımdan:
Üstte mavi gök, altta kara yer yaratıldı;
İkisi arasına insan oğlu atıldı;
Üreyip çoğalınca geldi toplanma demi;
İlk yeryüzü başbuğu Bumin, sonra İstemi;
Yeryüzünde kim varsa yendiler birer birer,
Başlılar baş eğdiler, dizliler diz çöktüler;
Eğilmeyen, çökmeyen, girdi kendi kanına...
Sınır, Demirkapı'dan Kadırgan Ormanı'na...
Onlar öldü; ülkede açıldı uçurumlar:
Çinliler, Tibetliler, Aparlar, Apurumlar,
Tatabiler, Kıtaylar, Kırgızlar, Üçkurganlar,
Birbirine düşenler, birbirinden korkanlar,
"Başımız gitti" diye dövdüler başlarını;
Döktüler seller gibi kanlı göz yaşlarını...
Sonra gelen kaanlar eğlenceye daldılar;
Türk adını bırakıp Çince adlar aldılar,
Türklük geriliyordu, çöküyordu gitgide,
Zenginler eğlentide, aydınlar özentide,
Halk ise, içe dönük, acıyla içli, diri
Sanki diyor gibiydi: "Başımıza geçse biri,
"Ben egemen olmaya alışmış bir milletim;
"Ne oldu, nasıl oldu kaldım kimsesiz, yetim!"
Baş, ulustan habersiz; düzensiz, durgun her iş,
Bir gün 17 erle dağa çıktı İltiriş;
Babamızın yanında Kültigin'le biz vardık;
Özbudunun sesini küçük yaştan duyardık...
Yağı, besili koyun; Türk, şahlanan kurt oldu;
On yedi, bütün millet; o dağ bütün yurt oldu;
Beyleri çürük dişler gibi yurttan sökünce,
Başlılar baş eğince, dizliler diz çökünce,
Yabancı yasalardan sıyrıldı Türk benliği;
Yenibaştan kuruldu Türkün egemenliği.
Türk yıllar geçirse de kanı-yaşı dinmeden.
Yukarda gök çekmeden, altta yer delinmeden
Türklüğü yok etmeye gücü yetmez kimsenin!
Ey büyük Türk ulusu! en güzel yarın senin...

Behçet Kemal ÇAĞLAR

Lütfen Türkçe kullanımına özen gösterin.Dilimize sahip çıkın. Türk dilini savunmak hepimizin görevi. Bu konu elbette siyasi tartışmalara çekilebilir. Ancak unutmayın Türkiye eğer bazılarının iddia ettiği gibi eğer mozaikse bile Türkçe bu ülkedeki insanlar için "lingua franca" 'dır yani ortak anlaşma dilidir .










Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Ocak 2006       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Dil
Türkçe, Türkiye nüfusunun %90'inin anadilidir. Konuşulan diğer diller arasında çesitli Kafkas ve Kürtçe diyalektler, Arapça, Rumca, Ladino ve Ermenice gibi 70 kadar dil ve diyalekt yer alir. Türkiye Türkçesi, Ural-Altay dil birliginde yer alan Türk dil toplulugunun zamanla evrime ugramis güneybati kolunu temsil etmektedir. Bu dilleri konusan topluluklar Orta Asya'dan dogu ve kuzeydoguya, özellikle de batiya dogru yayilmislardir. Türkçe çok eski yillardan beri Orta Iranca'nin çok çesitli dil ve lehçelerini etkilemis, Kafkaslar ve Anadolu'dan da kimi Hint-Avrupa kökenli dilleri uzaklastirmistir. Islamiyetin kabulu ile Türk dili üzerinde bir yandan Arapça'nin bir yandan Farsça'nin etkileri belirginlesmistir. 19. yüzyilin sonlarindan itibaren ise Türk lehçelerine dayanan, Türkiye Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi ve Kazak Türkçesi gibi çagdas Türk yazi dilerinin olusumu sözkonusudur. Türkçe bugün yeryüzünde konusulan ortalama 4000 dil arasinda, en fazla ve en yaygin konusulan yedinci dildir ve ikiyüz milyonun üzerinde insan tarafindan konusulmaktadir.
Sponsorlu Bağlantılar
Türkler 8. yüzyildan bu yana birçok yazi dili kullanmakla birlikte en fazla Göktürk, Uygur, Arap ve Latin alfabelerini kullanmislardir. Cumhuriyetin kurulup, milli birligin saglanmasindan sonra, özellikle 1923-1928 yillari arasinda Türkiye'de en çok alfabe sorunu üzerinde durulmustur. Yeni Türkiye'yi çagdas uygarlik düzeyine eristirebilmek için Bati kültüründen de yararlanilmasi gerektigine inanan cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, bu amaçla 1928 yilinda Arap alfabesinin yerine, Türkçe'nin ses düzenine uygun olarak hazirlanan Latin harflerinin kabul edilmesini saglar.
Dil Inkilabi, Atatürk'ün 1932 yilinda dili sadelestirmek amaciyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti'ni kurmasiyla sürmüstür. Kurulusundan bir süre sonra Türk Dil Kurumu adini alan cemiyetin çalismalari olumlu sonuçlar vermis, Türk dilinin Arapça, Farsça kelimelerden arindirilip sadelesmesi yolunda önemli adimlar atilmistir. Türk Dil Kurumu bugün, 1983 yilinda kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesinde, tüzügü yeniden düzenlenmis olarak faaliyetlerini sürdürmektedir. Türkçe'nin sadelestirilmesi, zenginlestirilmesi ve güzellestirilmesi bu kurumun görevleri arasindadir. Türk diliyle ilgili olarak günümüze kadar yapilan olumlu çalismalarin en önemli sonucu, 1932 yilindan önce yazi dilinde %35-40 civarinda olan Türkçe sözcük kullanma oraninin, bugün %75-80'lere ulasmis olmasidir. Bu olgu Atatürk'ün yaptigi Dil Inkilabi'nin halka mal oldugunun en önemli kanitidir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Ocak 2006       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Halk Etimolojisi
1. Köken Bilim
2. Bir Kelimenin Kökeni

Kök, sözcüğün anlamı ve yapısı bakımından daha küçük parçaya ayrılamayan bölümüdür.
Örneğin; 'başlangıç' sözcüğünde kök baş'tır. Bundan önce 'la' ekiyle başla eylemi, 'n' ekiyle yeni bir eylem, 'gıç' ekiyle de eylemden yeni bir ad oluşmuştur. Kök olan 'baş' ile bundan türetilen sözcükler arasında anlam bağlantısı vardır.
Kök sözcükler, anlamları açısından;
1. Ad kökleri
2. Eylem kökleri

olmak üzere ikiye ayrılırlar.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Şubat 2006       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
DOĞRU YAZMAK
Nasıl yazacağım?
Yazmaya başlarken bunu sorarız kendi kendimize. Çok basit kurallar, iyi yazmanızı sağlar. En azından yazdıklarınızın iyi görünmesini, iyi okunmasını sağlar. Bu iyi okunma ve görünme, kuşkusuz içerikle ilgili değil. Burada kastedilen biçimsellik. Yazarken biçimle ilgili uymamız gereken belli başlı bazı kurallar var. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

BUNLARI YAPIN
Mutlaka sık sık paragraf yapın. Paragrafsız bir yazı upuzun ve ürkütücü bir duvara benzer. Böyle bir duvarı kimse görmek istemez. Yazınızı da kimse okumak istemez.
Her noktalama işaretinden sonra, (yani virgül, nokta, üst üste iki nokta, soru ve ünlem işaretleri gibi) bir boşluk (yani espas) bırakın. Bunu yapmazsanız cümleleriniz ve sözcükleriniz karmakarışık bir koyun sürüsüne benzer. Hiç birini diğerinden ayıramazsınız.
Ne kadar sade yazarsanız o kadar güzel görüneceğinden emin olun. Yani mümkün olduğu kadar az noktalama işareti kullanın. Gereksiz tırnaklardan, parantezlerden, çizgilerden, şapkalardan kaçının. Noktalama işaretlerini sadece gerektiğinde ve zorunlu olduğunuzda kullanın ki onların da kıymeti bilinsin.
İmla kurallarına mutlaka uyun. O kurallar dilin birliğini ve düzenini sağlar. Yazdıklarınızın okuyan herkes tarafından anlaşılmasını sağlar. Bilmediğiniz bir imla kuralı olursa diye, yanınızda bir "imla kılavuzu" bulundurmanız sizi küçük düşürmez.
Kısa cümleler okunma açısından büyük avantaj sağlar. Tamam, uzun cümleler kurup ne kadar usta yazar olduğunuzu göstermek isteyebilirsiniz. Ama art arda sıralanmış onlarca sözcüğün insan beynine anlamlı bir mesaj göndermesi, birkaç sözcüğün göndermesinden daha zordur.
Artık çoğumuz bilgisayarlarda, klavyeleri kullanarak yazıyoruz. Yazı büyüklüğünüzün (yani punto) ve yazı karakterinizin (yani font), kullandığınız dile uygun olmasına özen gösterin. Çok küçük de olmasınlar, çok büyük de. Unutmayın yazınız binlerce bilgisayarda açılacak. Her yerde aynı düzenlilikte görünmesi, sık kullanılan yazı tipleri (font) ve normal ölçülerde bir punto seçmenizle mümkün olabilir.
Boşluklar çok önemlidir. Yukarıda her noktalama işaretinden sonra boşluk bırakmanız önerildi. Yazınızın bütününün biçimsel olarak sıcak görünmesi için, yanlardan, alt ve üstten de uygun boşluklar bırakmalısınız. Derli toplu bir görüntü, karmaşa karşısından her zaman avantajlıdır.
Yazıda bazı durumlarda başlık (yani belirleyici, vurgulayıcı sözcük ya da sözcükler) kullanırız. Bunların dikkat çekmesi için yazının bütününden farklı bir font ve punto ile yazılmaları gerekir.

DOĞRU SÖZCÜKLER

İmla kurallarına mutlaka uymalısınız. Türkçe’de bazı sözcükler söylenişlerindeki kolaylık ve alışkanlığın yazı diline de yansıması sonucu yanlış yazılıyor. Bunları yaparsanız, yazınızı okuyan sizin için “acemi” diye düşünür. “Acemi” bir yazar olarak adlandırılmamak için şu sözcüklerin yazılışına mutlaka dikkat edin:
Yanlız değil yalnız yazmalısınız
Yalnış değil yanlış yazmalısınız
Çünki değil çünkü yazmalısınız
Herkez değil herkes yazmalısınız
Kurdela değil kurdele yazmalısınız
Meyva değil meyve yazmalısınız
Makina değil makine yazmalısınız
Sarımsak değil sarmısak yazmalısınız (Kaynak TDK Türkçe Sözlük)
Fasulya değil fasulye yazmalısınız
Ambülans değil ambulans yazmalısınız
Akedemi değil akademi yazmalısınız
Deklerasyon değil deklarasyon
Papuç değil pabuç yazmalısınız
Otobos değil otobüs yazmalısınız
Orjinal değil orijinal yazmalısınız
Konservatuar değil konservatuvar yazmalısınız
Alimünyum ya da aliminyum değil alüminyum yazmalısınız
Sovan değil soğan yazmalısınız
Kapora değil kaparo yazmalısınız
Prosedir değil prosedür yazmalısınız
traş ve heykeltraş değil tıraş ve heykeltıraş yazmalısınız
dokuman değil doküman yazmalısınız
Labaratuvar veya labaratuar değil laboratuvar yazmalısınız
Acenta değil acente yazmalısınız

ESPAS

İmla kurallarımızın en çok ihlal edilenlerinden ya da yanlış kullanılanlarından biri ayrı yazılması gereken eklerin bir türlü yazılmamasıdır. Dahi (üsteleme) anlamına gelen de’ler, da’lar ve ki’ler kullanıldıkları sözcükten bir boşlukla (espas) ayrılır. Yani “Ben de geleceğim” yazmalısınız. “Bende geleceğim” yazarsanız yanlış olur. “Ben de” deki bu de eki dahi anlamındadır. “Öyle sevdim ki, kimse inanamadı” yazmalısınız. “Öyle sevdimki kimse inanamadı” yazarsanız yanlış olur.
Soru ekleri de bağlı oldukları sözcükten bir boşlukla ayrılır. Bu ekler mi, mı, mu şeklinde olabilir. Yani şöyle: “Ben de geleyim mi?” Burada “mi” bir soru ekidir. Yapayım mı, seveyim mi... Gibi...

ÜNLÜ VE ÜNSÜZLER

Türkçe’de bazı harflere ünlü, bazılarına ünsüz denir. Sesli ve sessiz harfler tanımı da kullanılır. Sesli harfler a, e, i, ı, o, ö, u, ü’dür. Sessiz harfler ise kalan 21 harf. Sessiz harfler kendi aralarında "sert" ve "yumuşak sessiz" olarak ayrılırlar. f, ç, h, p, k, s, ş, t sert sessiz harflerdir. Kalan sessizler ise "yumuşak sessiz". Sert sessizlerle biten sözcüklere bir ek yapılacaksa, bu ek de mutlaka sert sesiz bir harfle başlamak zorundadır. Örneğin “otobüsdeki” sözcüğü yanlıştır. Çünkü otobüs'ün son harfi s sert sessizdir. Bu nedenle de ekinin "te" şeklinde kullanılması gerekir. Yani doğrusu “otobüsteki”. Peki, sert ve yumuşak sessizleri nasıl ayıracağız? Kullanabileceğiniz en basit yöntem “FISTIKÇI ŞAHAP” yöntemidir. Bu iki sözcükteki sesli harfleri çıkarın. Yani I’ları ve A’ları. Kalan harflerin tümü sert sessizlerdir. Eğer ekleyeceğiniz sözcüğün son harfi fıstıkçışahap’ı oluşturan sessizler arasında varsa, ek de sert sessizlerden, yani fıstıkçışahap içindeki harflerden (f. s, t, k, ç, ş, h , p) biri ile başlamalıdır.

ŞAPKA VE ÜNLEM

Şapka inceltme ya da uzatma işaretidir. Bazı sesli harflerin üzerine konur. A, u, i gibi. Amacı, bu harfin uzatılarak ya da iki taneymiş gibi okunması gerektiğini göstermektir. Yani şapkalı bir a harfi gördüğünüzde bunu aa gibi okursunuz. Türkçe’ye özellikle Arapça ve Farsça dillerinden giren sözcüklerdeki anlam karışıklığını önlemek amacıyla uzatma işareti kullanmak gerekiyor. Hala yazdığınızda bu sözcüğün babanın kız kardeşini kastettiği anlaşılır. Ama hâlâ yazarsanız bu devam eden, süregelen, devam etmekte olan anlamındadır. Aynı şekilde kar yazarsanız, meteorolojik bir olay anlaşılır. Kazanmak, çoğaltmak, artırmak anlamına gelen kâr’ı kastediyorsanız kâr yazmalısınız. Uçurum anlamındaki yar ile sevgili anlamındaki yâr’i de bir şapka ayırır. Genel kural olarak şapka bu üç sözcükte kullanılır. Çünkü hala ile hâlâ'yı, kar ile kâr'ı, yar ile yâr’i birbirinden ayırmak gerekir. Ama örneğin reklam yazarken şapkalı da yazsanız, şapkasız da o sözcüğün reklam olduğu anlaşılır. Yazının sade olması bakımından gereksiz ve sık şapka kullanılmaması yerindedir. Yazıyı illa "süslemek" istiyorsanız kullanın.
Yine yazının sadeliği, kolay okunması bakımından sık sık ünlem işareti (!) ve soru işareti (?) kullanmak da gereksizdir. Kurduğunuz cümle zaten bir vurgu içermiyorsa siz sonuna istediğiniz kadar ünlem işareti koyun istediğiniz etkiyi sağlayamazsınız. Ama yeterli vurgu varsa, ünlem işareti koymaya bile gerek kalmaz.

ŞU HAİN EKLER

Özellikle yabancı sözcükler ve kısaltmalara yapılan eklerde hatalı kullanım çok yaygın. Örneğin IMF kısaltmasına den, ye, nin benzeri ekler yapıldığında bu kısaltmanın orijinal okunuşuna göre mi, yoksa Türkçe okunuşuna göre mi ek yapılacağı kestirilemiyor. Doğrusu eki Türkçe okunuşuna göre yapmak. Yani IMF kısaltmasının son harfi "f" olduğuna göre yapılacak ekin de bu yumuşak sessiz harfe uygun olması gerekir. IMF’e (okunuş şekli orijinal ef’ten) yazılışı ya da söylenişi yanlıştır. Doğrusu IMF’ye (okunuş şekli Türkçe fe) olmalı.

NE ZAMAN AYRI NE ZAMAN BİRLEŞİK ?

Türkçe’de 1980 döneminde başlayan ayrı mı yazmalı, birleşik mi yazmalı konusundaki kaos hâlâ sürüyor. Örneğin "karabahtım" mı yazılmalı, "kara bahtım" mı yazılmalı gibi. Bu tartışmanın temelinde sözünü ettiğimiz dönemde ülkemizdeki dilbilimciler arasında ortaya çıkan "öztürkçe", "canlı ya da yaşayan Türkçe" bölünmesi yatıyor. Öztürkçe’yi savunanlar genellikle birleşik, "yaşayan Türkçe"yi savunanlar ise ayrı yazımdan yanadır. Genel kural olarak, eğer iki ayrı sözcük birleşip yeni ve bambaşka anlamlı bir sözcük oluşturuyorsa birleşik yazılmalıdır. Örneğin, sivrisinek, anamuhalefet, karabasan, kardelen, tümdengelim, ortaokul, altyapı, üstgeçit, karadelik gibi...

GELİYİM Mİ, GELEYİM Mİ ?

Sık yapılan yanlışlardan biri de bu. Yani soru eklerindeki ilgeçlerin (edatların) yanlış kullanımı. Geliyim mi, söyliyeyim mi, ağlıyayım mı, başlıyayım mı, yatırıyım mı demek ya da yazmak yanlıştır. Doğrusu geleyim mi, söyleyeyim mi, ağlayayım mı, başlayayım mı, yatırayım mı olmalı...

ŞİİR VE NOKTALAMA İŞARETLERİ

Sık yapılan bir başka hata şiirlerde dize sonlarında virgül kullanılması. Yapısı gereği şiirde bir dize ya bir cümledir ya da alt dizelerde tamamlanacak olan bir cümlenin parçasıdır. Bir cümle olması halinde dize sonuna virgül değil nokta konulur. Ki bu da şiirin görselliği, estetiği ve anlatım kaygısı bakımından illa gerekmez. Ustaların noktalama işareti kullanmadan yazdığı pek çok güzel şiir olduğunu hatırlayın. Bir cümlenin parçası olması halinde ise her dizenin sonuna virgül koymak, bir yandan anlamı karmaşıklaştırır, söylemi zayıflatır, bir yandan da görselliği içinden çıkılmaz hale getirir. Eğer şiirde bölünmüş bir cümleden oluşan birden çok dize varsa, anlamı zayıflatmamak, söylem kaybının önüne geçmek amacıyla virgül kullanılabilir. Ama "bu dize bitti, cümle bitmedi, alt dize ya da dizelerde sürüyor" mantığıyla her dize sonuna virgül koyarsanız estetikten, içerikten ve okuma kolaylığından ödün vermiş olursunuz.

BOL NOKTA BOL HATA

Türkçe imla kılavuzunda "yan yana iki nokta" şeklinde bir noktalama işareti yok. Ama "yan yana üç nokta" Türkçe imlasında yer alan bir noktalama işareti. Bunu unutmayın. Milli edebiyat akımının ilk dönemlerinde Latin alfabesine geçişin karmaşası içinde kimi yazarların kullandığı "yan yana iki nokta" yanlışı kısa sürede düzeltildi. Çoğu zaman düzyazıda, özellikle şiirde yapılan bir başka nokta hatası "yan yana üçten çok nokta" ya da "sıralı nokta" koymak. "Sıralı noktalar", kural olarak, bir metinde "bilerek ya da eksik bilgilenme nedeniyle" atlanan veya çıkarılan bölümleri belirtmekte kullanılır. Ya da bir yazının içine herhangi bir metinden bir bölüm alındığında, alınan bölüm metnin başından değil başka bir yerinden başlıyorsa, bunu belirtmek için "sıralı nokta" kullanılır. Siz, şiir ya da düzyazınızdaki cümlelerin sonuna "anlamı ve söylemi güçlendirme" kaygısıyla "üçten fazla" noktayı sıralarsanız, ortaya çıkan anlam budur: Yani kastınızdan çok uzak ve tümüyle yanlış bir anlam.

NİDÂ'YI NÂDİM ETMEYİN

Nidâ, bildiğiniz gibi, ünlem işareti. Cümlelerin sonlarında korku, şaşkınlık, hayret, üzüntü benzeri güçlü duyguları belirtmek için konulur. Bağırma, haykırma, isyan etme, zafer düzeyindeki bir sevinci belirtme gibi güçlü duguysallık ve şiddet içeriği bulunan cümleler de ünlem işaretiyle bitirilir. Bilinmeyen, belirlenemeyen, anlam verilemeyen durumların ifade edildiği cümlelerin sonuna bunu vurgulamak amacıyla yine ünlem işareti konulur.
Sık yapılan bir hata, ya da yanlış anlama nedeniyle başvurulan bir yöntem, bu tür cümlelerde güya anlamı güçlendirmek, vurguyu artırmak amacıyla art arda ünlem işaretinin kullanılması. Oysa art arda iki ya da üç ya da dört ya da daha fazla ünlem işareti Türkçe'nin noktalama işaretleri arasında yer almaz. Ünlem işareti bir kez kullanılır ve istenilen vurguyu yapar. Eğer cümleniz zaten doğuştan vurgusuzsa sizin art arda ünlem işareti koymanız onu ne güçlendirir ne de kurtarır. Olsa olsa zayıflığını iyice ortaya çıkarır. Bir yandan da bu kadar kalabalık "nidâ" bir "nidâ"yı "nâdim" eder. Yani üzer.

Şimdilik bu kadar. Kolay gelsin.
Son düzenleyen Blue Blood; 10 Şubat 2006 19:43
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Şubat 2006       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
'Armağan saydığın şey, çözmen gereken bir sorundur.”
-Wittgenstein-


Dil, bize armağan olarak verilmiştir. Varolma boyutunu düşünce boyutuyla birleştirerek bütün bunların bir anlam içerisinde dışavurumunu üstlenen dilin, insanın varlık dünyasının bir aynası olarak karşımıza çıktığı görülür. Kadim zamanlardan günümüze dek daima sürüp gelen tartışmaların odağında yer alan dil ve buna bağlı olarak anlamlandırma sorunu, hâlâ hayret uyandıran bir olay olmaya devam etmektedir. İnsan denen canlı ve düşünen varlık, tüm bu sürecin hem başlangıcında hem de nihayetinde yer almaktadır.

Dil adı verilen kavramın insan sayesinde bir anlama sahip oluşu, insanın düşünen ve düşündükleri arasında bir bağ kurarak onları anlamlandıran biricik varlık oluşundan ileri gelir. Nesneler hakkında, onlar arasındaki ortak şeylerin ve uyumun kendisinde tamamlandığı araçtır dil. İnsan, dil yardımıyla, varlıklar arasında bulunan ve akıl yoluyla kavranabilen bağıntıları anlamlandırma yeteneğini kullanır.

Akıl sahibi varlık olarak insanın anlam dünyasının, kendisinin nesnesi olan dış dünyaya dikte ettiği dilsel edimsellik sayesinde özne olmaya hak kazanmasının belli bir yönü olan anlamlandırma, insanı bu bakımdan fazlasıyla şerefli kılmaktadır. Her bir anlamlandırma girişimi, sonucunda yorumlar zincirini de beraberinde getiren bir metne doğru bizi sürükler. İnsan, işte bu metin karşısında kendi bilinci ve de sorumluluğuyla baş başa kalan özne olmasından dolayı, kendini tarih boyunca yenileyen ve kendisine yeni anlamlar yükleyip daha sonra bu anlamları farklı yorumlara bağlayan dilsel ve akıllı bir varlık olmayı sürdürmüştür.

Herhangi bir düşünceyi belli bir düşünceyle dile getirme imkânı olsa bile, kuşkusuz hiçbir düşünce belli bir dile bağlı olarak ortaya çıkmaz. Bu nedenle dil ve düşünce, biri diğerinin yerine kullanılıp aynılaştırılan şeyler değil, aksine ayrık olan ve her biri bütünü tamamlayarak bu bütünün tanımlanmasını sağlayan, ancak birbirlerinden yoksun olmalarının ontik açıdan imkânsızlığı bilinen iki farklı yapıdır. Dolayısıyla, insanın düşüncesi dile gelme açısından, söylemleri de düşünme açısından birbirine bağlı olup her iki yapının birbirini tamamlamasıyla “logos” yani “kelâm” ortaya çıkar. Logos bir yandan düşünce ve aklı, diğer yandan da sözü ifade etme yeteneğini kendinde bulunduran bir kavramdır. Hem düşünce hem de söylem, logosta içerilmiş olarak bulunur.

İnsanın kendini ifade etmesinin ilk şartı olarak kendini bilmesi ve tanıması, varlığının ayırdında olması gerekir. İnsanın kendi kendine ne olduğunu ve niçin var olduğunu sorma ve ardından bunu cevaplama şekli, kendini ifade etme tarzının açık bir göstergesidir. Descartes’ın yaptığı şey aynen budur: “ Öyleyse ben neyim? Düşünen bir şey. Düşünen bir şey nedir? Şüphe eden, anlayan, kavrayan, onaylayan, yadsıyan…” İnsanın tüm bu ifadeleri, netice olarak dile getirilebilir olmaktan başka bir şey değildir. Anlamlandırılmayan düşünce yoksa, ki olmadığını düşünüyoruz, onu anlamlı kılan şeyin dil olduğu görülür. İnsanın bir tür konuşması olarak nitelenen düşünce, tek tek nesneleri birbirine bağlayan aklın bir edimi olması yanında, kelâmın da bir edimi olmaktadır. Bu anlamda kelâm yani logos, ilâhî söz olmakla, dilin de kaynağı ve en temel unsuru sayılabilir. Her ifade kendini bir dilde açığa çıkarırken, her bir söz de kendini bir düşüncede içselleştirir. Böyle bir kurgunun merkez noktasında yer alan canlı olmasından ötürü insan, her türlü düşünce ve söylemin gerçekleştiği kutsal yapı hâlini alır. Çünkü insanın Tanrı ile ilişkisi, kelâmın anlamını düşünerek tanrısal aklın ifade edildiği soyut kavramları kendinde barındırmasıyla mümkündür.

Dil, insana verilmiş yani hediye edilmiş olması bakımından, düşüncenin verilmişliğini de ortaya koyar. Esasen dil hakkındaki her tefekkür, her zaman dil içinde önceden yer almış durumdadır. Zira dil üzerinde düşünmek, düşünmenin yapıldığı araç olan dilin içinde bu düşünmenin içerildiğini belli ölçüde belirler. İnsan dilinin belli bir düşünceyi şekillendiren ana unsur olmasının yanında, kendisini dil yapan özsel unsurların ne olduğunu kavrayacak yapıya sahip olma yeteneği vardır. Söylenen sözlerin niteliği, onun belirli düşünce çevresinde şekillenmesine bağlı olarak, dilin mahiyeti hakkında da bilgi verir. Augustinus, dildeki tekil sözcüklerin nesneleri adlandırdıklarını söylerken, insan zihninin şekillenmesine de vurgu yapar. O burada yalnızca bu adlandırma sırasında zihnin nesneler karşısındaki durumunun bir resmini çizmekle kalmaz, aynı zamanda her bir sözcüğün kendi anlamıyla ilişkisini de serimler.

İnsanın eylemleri, onun nesneleri adlandırma ve anlamlandırma süreçlerinde düşünmeyi kullanmasından doğar. Wittgenstein gibi söyleyecek olursak, dil ile dilin örüldüğü eylemlerden oluşan bütüne “dil oyunu” diyebiliriz. Her düşünce de belli bir dil oyunu içinde gerçekleştirilir ve aynı oyun içinde anlamlandırılır. Öyleyse insan, düşündüğü ve eylediği zaman dilden bağımsız hareket etmiş olmaz. Dil, semboller de dahil, hem düşüncenin hem de eylemlerin belirlenmesinde asıl durumda bulunan bir gerçeklik olarak kendini ortaya koyar. Dili olmayan insan, düşünmeden yoksun olarak kalan bir nesne durumudur.

Araştırma : İlyas ALTUNER
sedat sencan - avatarı
sedat sencan
VIP VIP Üye
26 Nisan 2007       Mesaj #6
sedat sencan - avatarı
VIP VIP Üye
DİLİMİZDE SADELEŞTİRME
Dilimize arapçadan ve farsçadan girmiş pekçok kelime vardır.
Günlük konuşmalarımızda bunları sık sık kullanırız.
Bu tip kelimelerin çok sık kullanıldığı alan,resmi kurumlar olmuştur.
Örneğin Osmanlı dönemindeki yazışmalar.
Bir de edebiyatta yer almışlardı.
Lisede iken okuduğunuz divan edebiyatını anımsayın.
Ben öyle şiirler gördüm ki,türkçe kelime sayısı bir ikiyi geçmezdi.
Ancak,divan edebiyatının sanat seviyesi çok yüksektir.
Ama bu durum üst seviyedeki insanlar için söz konusu idi.
Halk,dilimizi hep sade olarak konuşmuştur.
Cumhuriyetten sonra resmi yazışma dilinde,arapça ve farsça kelimeler uzun süre etkili oldu.
Hele hukuk dilinde.Savcı ve hakimlerin kullandığı hukuk terimlerini anlamak olanaksızdı.
Ecr-müsemma kelimesini ,uzman olmayan birisinin bilmesi olası mıdır?
Son yıllarda bu iş düzeliyor.Ama halen kullandığımız kelimeler de var.
Örneğin zilyet veya tağyir sözcüklerinin anlamını kaçımız biliyor?
Kökü türkçe olmayan,ama günlük yaşantımızda kullandığımız bir yığın kelime var.
Ama bunlar vazgeçilemeyecek ölçüde benimsenmiştir.
Pek çoğumuz ‘okey’ diyoruz.
Geçmiş yıllarda dilimizi sadeleştirmek için çaba gösterenler oldu.
Topluma sundukları bazı kelimeler benimsendi:
Yanıt,kanıt,gizem gibi.
Ama benimsenmeyen kelimeler de vardı:
Betik,algan,yağı gibi.
Bazen sadeleştirmeyi önerenler ipin ucunu kaçırdılar.
Önerdiklerinden biri şu idi:
Gök konuksal avrat kişi.
Hostes demekmiş.

Benzer Konular

13 Eylül 2016 / Misafir Kahve Molası
1 Kasım 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
19 Ağustos 2008 / Bia Taslak Konular