Arama

Önemli Olaylar ve Tarihler

Bu Konuya Puan Verin:
Güncelleme: 14 Nisan 2008 Gösterim: 29.729 Cevap: 3
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
11 Şubat 2006       Mesaj #1
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
KAHRAMANMARAŞ'IN DÜŞMAN İŞGALİNDEN KURTULUŞU

Sponsorlu Bağlantılar
İNGİLİZLERİN MARAŞ'A GELİŞİ

İngilizlerin Kilis ve Antep' i işgal etmeleri, Maraş' ta da İngilizlerin şehri işgal edeceğine dair haberin çıkmasına neden oldu. Halk şaşkın bir vaziyette ne yapacağını bilemez bir durumda idi. Şehre gelen haberler birbirini tutmuyordu. İngilizlerin Maraş'ı işgalini önlemek için Antep'i Maraş'a bağlayan yol üzerindeki Aksu Köprüsü halk tarafından tahrip edildi.
Antep'ten çıkan İngilizler Aksu'ya gelince burada dar bir köprü kurarak oradan ilerlediler. Bu sırada Maraş' ta ki Ermeniler, İngilizleri karşılamak için hazırlıklarını sürdürüyorlardı. 22 Şubat 1919'da önlerinde Trasanta rahiplerinin bandosu ve ellerinde çiçek buketleri olduğu halde hükümet caddesinden geçerek, şehrin güneyinde Şeyhadil denilen mevkiin ilerisinde İngiliz kuvvetleri ve beraberindeki Ermenileri karşıladılar.
Bu acı günde Kahraman Maraşlıları sırtından hançerleyen Ellik Gavuru Ermeniler, şehre giriş ve kışlaya gidiş sırasında haddi aşan taşkınlık ve çılgınlıklarda bulundular, "yaşasın İngilizler, yaşasın Ermeniler, kahrolsun Türkler" diye bağırdılar. Bu manzara karşısında Türklerin gururu incindi. Çünkü Ermeniler, yıllardır Türklerin hoşgörülü yönetiminden yararlanarak yaşamışlardı. Onların bu nankörlüğü ibret alınması gereken önemli bir ders niteliğinde idi.
İşgalci İngilizler ve onları karşılayan Ermeniler Uzunoluk Caddesini geçerken kışla önüne geldiklerinde, Ermeni taşkınlıkları karşısında Teğmen Cemal'in kılıcını çekerek emrindeki bir bölük askere silah başı emrini vermesi üzerine, İngiliz komutanı Ermenileri azarlayarak yürüyüş istikametini değiştirdi. Nihayet İngiliz kuvvetleri Amerikan Koleji (Ticaret Lisesinin arkasındaki Halk Eğitimin kullandığı bina) civarında karargahlarını kurdular. Bunu müteakip bir İngiliz subayı hükümete giderek mütareke hükümleri gereğince güvenliği sağlamak için Maraş'ı işgal ettiklerini bildirdi. Mutasarrıf Ata Bey subaya, memlekette güvenliği bozan bir hal olmadığından, kendilerini işgalci değil, ancak bir misafir sıfatıyla kabul edecekleri cevabını verdi. Maraş'a gelen İngiliz kuvvetleri bir alay süvariden (Çoğunluğu Hintli Müslümanlardan) oluşuyordu. İngilizler halkın his ve maneviyatına ters düşmeden halka hoşgörülü davranmak istediklerini belirttiler. Maraş halkı ile İngiliz askerleri arasında bulunan Hintli Müslüman süvariler çok çabuk anlaşarak kaynaştılar. Aralarında dini yönden bir dostluk başladı. Ermeni zulmü karşısında Hintli Müslüman süvariler, Müslüman Türk kardeşlerine gizlice silah ve cephane verdiler. Maraş'ın Fransızlara devri söz konusu olmaya başlayınca, Hintli Müslümanların silah dağıtma işi daha hızlı ve açık bir şekilde yapıldı.
İngilizlerin Maraş'ı işgali sırasında şımaran Ermeniler, bunu bir fırsat sayarak kin ve düşmanlıklarını kusmaya başladılar. Şehre gelip giden köylüleri tenha yerlerde fırsat buldukça öldürmekten çekinmediler. Türkler aleyhinde tahrik, iftira ve çeşitli şikayetlerde bulunarak, İngiliz himayesinde bu girişimlerini sürdürdüler.
Satıp parasını aldıkları menkul veya gayrimenkul malları, Türklere emanet verdiklerini işgal kumandanına bildirerek kendilerine geri verilmesini istediler. Gözlerine kestirdikleri Türklerin kendilerine borçlu olduklarını iddia edip, iki yalancı Ermeni şahidi bularak, alacağının tahsil edilmesini sağladılar. Yıllarca evvel Türklerle evlenerek mutlu bir hayat süren Ermeni kızlarının listesini yaparak, Türkler tarafından zorla kaçırıldıklarını illeri sürmek suretiyle bunların ailelerinden alınarak Ermenilere teslim edilmelerini talep ettiler. Zamanla bütün bunların ve bunlara benzer Ermeni şikayetlerinin asılsız ve yalan olduğu ortaya çıktı.
Yine bu dönemde Ermenilerin bir takım şikayetleri üzerine Maraş'ta gerginlik artmıştı. Ermenilerin şikayetlerinin doğru olduğunu sanan işgal komutanı Kolonel Max Andrio bir tezkere ile şehrin ileri gelenlerinden Müftü Tekerek Zade Hacı Mehmet Tevfik, Müderris Dayı Zade Keskin Hacı Mehmet, Liva Müderrisi Seyit Han Zade Osman, Müderris Leblebici Zade Hafız Ali ve Emir Abdülcelil Zade Şeyh Ali Sezai Efendileri karargahına davet etti. Bu kişiler Müftü Efendi'nin başkanlığında işgal komutanının makamına gittiklerinde, orada Ermeni papazlarını da hazır buldular.Biraz bekledikten sonra komutan içeri girerek orada hazır bulunan davetlilere, Türkler tarafından Ermenilere bazı tecavüz ve haksızlıkların yapıldığına dair kendilerine bazı şikayetlerin geldiğinden söz ederek, bundan böyle Ermenilere karşı bu gibi hareketlerden sakınılmasının halka telkinini istedi.
Komutan sözünü tamamladıktan sonra grup adına söz alan Şeyh Ali Sezai Efendi gerekli cevabı vermek suretiyle yapılan yanlışlıkları anlattı. Böylece Max Andrio'nun Ermeniler hakkında fikrinin değişmesini sağladı.
Önceleri Ermenilerin iddia ve itiraflarını haklı gören İngilizler çok geçmeden Ermenilerin ne karakterde insanlar olduğunu anladılar ve onlara yüz vermemeye başladılar. Türklere karşı olan davranışları ise gün geçtikçe esnekleşti, mahalli hükümetin işlerine karışmamaya, Türk polis ve jandarmasının görevlerine müdahale etmemeye dikkat ve özen gösterdiler.
Ermenilerin ardı arkası kesilmeyen asılsız şikayetleri karşısında, İngiliz işgal kuvvetlerinin yetkili siyasi komiseri Mısırlı Yüzbaşı Hasan Rufai "Biz buraya emniyet ve asayişi temin için geldik. Müracaat merciiniz hükümet daireleridir. Oraya müracaat ediniz." diyerek onları geri çevirdi. Bu durum karşısında Ermeniler, asılsız şikayetlerine alet olmayan İngiliz işgal kuvvetleri aleyhine döndüler.
İngiliz işgali sırasında Maraş'ta pek önemli olaylar olmamıştı. Ancak o güne kadar Türklerin koruması altındaki silah deposu İngilizlerin eline geçti ve silahlar kullanılmaz hale getirildi. Mısırlı Yüzbaşı Hasan Rufai ile Şeyh Ali Sezai ararsındaki İslami ilkelere dayalı dostluk, İngilizlerin himayesinde olan Ermenilerin halka zulüm yapmasına engel oldu.

FRANSIZLARIN MARAŞ'I İŞGALİ
I. Dünya Savaşı devam ederken 1916'da yapılan Sykes-Picot adı verilen gizli bir anlaşma ile Osmanlı Devleti İtilaf Devletleri arasında paylaşılmıştı. Bu antlaşmaya göre Musul Fransızlara bırakılmıştı.
İngilizler çok eskiden beri devam ettirdikleri araştırmalar sonucunda ekonomik tespitler yaptırmışlardı. Araştırmalar nedeniyle Musul'da zengin petrol yataklarının varlığını ve önemini çok iyi biliyorlardı. İngilizlerin amacı Irak petrolleri ile Basra Körfezi'ne hakim olmaktı. Böylece zengin Irak petrolleri elde edilecek ve Hindistan yolunun güvencesi sağlanacaktı.
15 Eylül 1919'da İngilizlerle Fransızlar arasındaki yapılan Suriye İtilafnamesine göre; Musul ve çevresini ve bu bölgedeki petrol alanlarını İngiltere'ye devreden Fransa, buna karşılık onlardan boşalacak Maraş, Antep ve Urfa Sancaklarını işgal edecekti.
Maraş halkı arasında 15 Ekim 1919 tarihinden itibaren İngilizlerin gideceği, yerlerine Fransızların geleceği haberi yayılmaya başladı. Her geçen gün bu haber daha da netleşti. İngilizlerden yakınlık göremeyen Ermeniler, Fransızları dört gözle beklemeye başladılar. Çukurova bölgesinde halka karşı sert ve kırıcı bir tutum sergileyen Fransızların Maraş'ı işgal edeceğini duyan halk endişeye kapıldı. Bu nedenle şehir halkı, Fransızların Maraş'a girmesini önlemek için tedbirler alarak mitingler yaptı. Ayrıca İngiliz ve Amerikan makamlarına çekilen telgraflarla olayı protesto etti. Fakat halkın bu çaba ve istekleri netice vermedi.
29 Ekim 1919 Çarşamba günü Fransız öncü kuvvetleri Yüzbaşı Julie komutasında Maraş'a geldi. 30 Ekim Perşembe günü de De Fontzine komutasında 1000 Fransız ve 500 Cezayir asıllı asker ile Fransız askeri elbisesi giymiş 400 Fransız eşkiyası Maraş'ı işgal etmeye başladılar.
Maraş'ta bulunan Ermeniler, Fransız işgal ordusunu coşkun gösterilerle karşıladılar. İşgalci Fransızlara çiçek buketleri sunularak "Yaşasın Fransızlar ve Ermeniler, Kahrolsun Türkler" diye bağıran Ermeniler taşkınlık ve çılgınlıklar gösterdiler. Türklerin milli ve dini değerlerine saldırdılar. İngilizlerin Türklere karşı Yunan ve Arapları kullandığı gibi Fransızlar da Ermenileri kullandılar. Daha önce Suriye'ye tehcir edilmiş Ermenilerden asker temin ederek ve bunlara Fransız üniforması giydirerek Maraş'ı işgal etmeğe getirdiler.
Fransızların Maraş ve çevresini işgali İstanbul'da mitingler yapılarak protesto edildi. Ayrıca Maraş halkının da yaptığı mitingle işgal protesto edildi. İngiliz ve Fransız komutanlıklarına işgali telin eden telgraflar gönderildi.
Güney cephesindeki gelişmeleri yakından izleyen Mustafa Kemal Paşa, Maraş ve Antep'te halkı teşkilatlandırmak için yüzbaşı Kılıç Ali Bey'i ve Süvari Yüzbaşısı Yörük Selim Bey'i görevlendirdi. Yapılan görev taksimine göre Kılıç Ali Bey Pazarcık'ta karargahını kurarak halkı teşkilatlandıracak. Ayrıca Fransızların Antep'teki birliklerinin Maraş'taki birlikleri takviye etmelerine engel olacak ve İslahiye Türkoğlu üzerinden Maraş'a gelen Fransızların yolunu kapayacaktı. Yüzbaşı Yörük Selim Bey ise Fransızların Maraş üzerinden İç Anadolu'ya doğru ilerlemelerine engel olmak için Göksun'da teşkilatlanacaktı. Ayrıca bunlar gerektiğinde Maraş içindeki muharebelere katılacaklardı.

SÜTÇÜ İMAM OLAYI
31 Ekim 1919 günü yerli Ermeniler Fransız askerleriyle birlikte şehri dolaşıyorlar ve önlerine gelen Türklere hakaretler ederek saldırılarda bulunuyorlardı. Bu esnada bir grup Fransız askeri hükümet konağındaki nöbetçi askere sataştı, devleti küçültücü ve tahrik edici sözler söyledi, nöbetçiden genelevini göstermesini istedi. Oradan geçmekte olan bir posta dağıtıcısını da dövdü. Bütün bu haberler şehre yayıldı. Böylece patlamaya hazır olan Türklerin, Fransız ve Ermenilere karşı nefret ve kini arttı, sabırları taşma noktasına geldi.
Fransız askerleri, hürriyetine bağlı şeref ve namusuna son derece düşkün bu uğurda ölümü hiçe sayan Maraş halkın henüz tanımıyor her yaptıklarının yanlarına kalacağını sanıyorlardı. Türkler için son derece çileli ve ağır geçen bugün sona ermek üzereydi. İkindi vakti bir grup Fransız askeri ve Ermeni eşkıyası kışlalarına dönüyorlardı. O sırada Uzunoluk Hamamı'ndan çıkıp evlerine gitmekte olan kadınları gören işgalcilerden biri onlara yaklaşarak "Burası artık Türklerin değildir. Fransız memleketinde peçeyle gezilmez" dedi. Bu sözlere önem vermeyen kadınlara güçlerini göstermek için peçesini yırttı. Peçesi yırtılan kadın olayın etkisiyle bayılınca diğer kadınlarda feryada başladılar. Hamamın yakınındaki Kel Hacı'nın kahvesinde bulunan Maraşlılar olay yerine gelerek Ermenileri uyardilar. Fakat bunları dinleyen olmadı. Bunun üzerine çakmakçı Said ve Gaffar Kabuloğlu Osman hanımları işgalcilerin elinden almak isterken dipçik ve kurşunla ağır yaralandılar. Bu sırada yan tarafta küçük bir dükkanda süt satan ve olayları soğukkanlılıkla seyreden Sütçü Hacı İmam, karadağ tabancasını alarak olay yerine geldi. Silahını kadınların peçesini açan ve Çakmakçı Said'i yaralayan Ermeni'nin üzerine doğrultarak ateşledi. Kurşun isabet eden Ermeni yere düştü diğerleri ise kaçtılar. Maraş'ta düşmana sıkılan bu ilk kurşun ile Türk milletinin işgalcilere ve Ermenilere yaptıklarının yanlarına kalmayacağı gösterildi.
Olay yerine İngiliz ve Fransız askerleri geldi. Bu esnada Sütçü İmam, Nalbant Bekir'den aldığı bir atla Bertiz'in Ağabeyli köyünde bulunan Beyazıt oğlu Muharrem Bey'in yanına gitti. Ermenilerin ve Fransızların bütün çabalarına rağmen Sütçü İmam bulunamadı. Ancak olayın intikamını almak isteyen Ermeniler sağa sola ateş ederek Zülfikar Çavuş oğlu Hüseyin'i şehit ettiler. Bu arada Türkleri öldürüp kadınlarını alacaklarını, camilere çan takacaklarını söylemeye başladılar.
Bu olayda aldığı yara ile daha sonra Çakmakçı Said şehit oldu. Yaralanan Ermeni ise öldü. Ölen Ermeni için 1 Kasım 1919 tarihinde kalabalık bir cenaze töreni düzenlendi. Fransızlar da misilleme hareketlerine girişerek Sütçü İmam'ın dayısının oğlu Tiyekli oğlu Kadir'in ellerini ve ayaklarını arkasından bağlayarak burun ve kulaklarını kestikten sonra boğazlayarak şehit ettiler.

MEHMET ALİ BEY'İN BEYANNAMESİ
Kısakürek Ailesi'nden Avukat Mehmet Ali Bey, kalenin karşısındaki evinde hasta yatıyordu. Kalede dalgalanan Türk bayrağını göremeyince kaleme sarıldı. Gayet okunaklı ve güzel bir şekilde "Alem-i İslâm'a Hitap" adıyla bir beyanname hazırladı. Yedi nüsha olarak çoğalttığı beyannameyi ayrı ayrı zarflara koydu ve ikisini kendisi aldı. Diğerlerini oğlu Şahap'a vererek Ulu Camii, Çarşıbaşı Camii, Sarayaltı Camii ve Arasa Camii'nin görülebilecek yerlerine astırdı. Cuma namazına gelenler bu beyannameyi okudular. Halkın heyecanına tercüman olan beyannamede şunlar yazılıydı :
"Alem-İ İslâm'a Hitap
Ey millet-i necibe-i Osmaniye, vaktine hazır ol. 1300 küsür seneden beri Hz. Allah'ı ve Peygamber-i Zîşan'ının hizmetine razı ettiğin bir din ölüyor. Yani ecdadının kanı pahasına fethettiği bir kalenin burcu barusundaki Al Sancağın bugün Fransızlar tarafından indirilip, yerine kendi bandıraları konuldu. Şimdi acaba bunu yerine koyacak sende birkaç yüz İslâm gayreti hiç mi yok! İğtişaş arzu etmeyin. Yalnız pür vekar ve azamet olarak ol Al Sancağımızı geri yerine koyalım. Tekrar kemal-i mehabetle yerlerimize avdet edelim. Korkma, korkma seni buradaki birkaç Fransız kuvveti kıramaz. Sen mütevekkilen Alellah kendi mevcudiyetini gösterecek olursan, değil birkaç Fransız kuvveti, hatta bütün Fransız milleti kıramaz. Buna emin ol." 28 Teşrin-i Sani 335
Bildirileri kısa zamanda etkisi görüldü. O gün sanki manevi bir kuvvet öncülüğünde bütün halkı Ulu Camii'ye geldi. Bayrağın tekrar yerine takılması hususunda bütün gönüller birleşti. Namaz vakti geldi. Sünnet kılındı. Ulu Camii imamı Rıdvan Hoca minbere çıkarak hutbeye başladığı sırada dışarıda bir gürültü koptu. Şerbetçioğlu Mehmet "Sancağı çıkarın" diye bağırırken gürültü içeriden duyuldu. İçerde de "Bayraksız namaz kılınmaz" sesleri işitildi. Buna Rıdvan Hoca'nın
"Hürriyeti olmayan bir milletin Cuma Namazı kılması caiz değildir" sözü de eklenince, cemaat minberdeki sancağı alarak dışarı çıktı. Bu sancağın altında toplanan insan seli kaleye doğru akarken, kaleyede bulunan Fransız jandarmaları, silahlı bir çatışmayı göze alamayarak arka kapıdan kaçtılar. Tekbir ve tevhit sesleriyle kaleye ilk ulaşanlardan Zalhocaoğlu Osman Erşan, bir kenara atılmış olan Türk Bayrağı'nı hürmetle öpüp başına koyduktan sonra tekbir sesleri arasında onu eski yerine astı. Bazılarının beraberinde getirdikleri bayraklara gerek kalmadı. Birkaç el silah atılarak bayrak selamlandı ve sevinç gösterisinde bulunuldu. Kin ve nefretten ağlamayı unutmuş olan gözlerden sevinç gözyaşları aktı. Daha sonra Ulu Camii'ye gelen halk, Türk Bayrağı'nın gölgesinde Cuma namazını kıldı.
Kaleye çekilen Türk Bayrağı Maraş'lıların heyecanını yatıştırmaya yetmedi. Halk heyecan içinde hükümet konağının önüne geldi. Orada Mutasarrıf Ata Bey ve Guvernör Andre ile karşılaştılar ve onlarla tartışmaya başladılar. İşte bu sırada Guvernör'ün Ermeni tercümanı Vahan söze karışarak "Bir bez parçası için bu kadar gürültü çıkarmaya ne lüzum var" deyince halk hiddetle tercümanın üzerine yürüdü. Bunun üzerine Guvernör'ün Yaveri Çerkez İshak kamasını çekerek halka hücum etti. Kayabaşı Mahallesi'nden Nacar Ahmetoğlu Mehmet, yaverin saldırmasına fırsat vermeden elindeki kamayı aldı. Kocabaş Hacı Nacioğlu Mahmut da yaver Çerkez İshak'ı iyice dövdü. Guvernör Andre silah kullanmamaları için Fransız Jandarmalarına emir verdi ise de Türk jandarmaları ellerini daha çabuk tutarak süngü taktı ve vuruşmaya hazır oldu. Mutasarrıfın müdahalesi o anda vuruşma önlendi. Bu olay Fransızları hem korkuttu hem de daha tedbirli olmalarını sağladı.
Guvernör Andre hükümetten ayrıldıktan sonra halk Mutasarrıf Ata Bey'e şu ültimatom verdi:

1. Türk Bayrağı Cuma günleri kaleye ve hükümet konağına çekilecek.
2. Fransız Guvernörü hükümetten çıkarılacak.
3. Fransız jandarmaları şehri terk edecek.

Halk bu isteklerini yapabilecek güçte olduğunu belirterek tehdit etti. Mutasarrıfın bu konuda güvence verince halk dağıldı.
Şehirde olaylar olurken İslahiye yönünden Maraş'a gelmekte olan bir Fransız müfrezesi, Türkoğlu'nun 15 km. güneyinde imha edildi. Ertesi gün dükkanlar, çarşı ve pazar açılmadı. Guvernör yanına tercümanını da alarak sokağa çıktı. Amacı şehri dolaşarak Türklerle konuşmak, halkın nabzını yoklamak ve kamuoyunu sakinleştirmekti. Nakip Camii önüne geldiğinde Aşıklıoğlu Hüseyin adındaki gençle karşılaştı. Aralarında özetle şu konuşma geçti:
Guvernör Andre - "Bir bez parçasından başka bir şey olmayan bayrak için dün bu kadar gürültü yaptınız. İstesem hepinizi yok edebilirdim, yapmadım. Yarın top tüfek kullanacak olursam ne yaparsınız? Çoluk çocuğunuza acımıyor musunuz?"
Aşıklıoğlu Hüseyin - "Ben anamdan doğdum kalede bayrağımı gördüm. Ölünceye kadar da göreceğim. Biz bütün Türkler böyleyiz. Onu görmemek için ya kör olmak ya da ölmek lazım. Kör değilim. O halde onu görmezsem öldüm demektir. Hem bilir misiniz, bayrak için ölmek bizde şehit olmaktır ve en büyük şereftir. Yalnız ben değil, küçük, büyük, kadın ve erkek bütün Maraş'lı Türkler, her Cuma sabahı uyanınca ilk önce kaleye bakar, bayrağımızı görürüz. Yaşadığımızı anlar ve Allah'a şükrederiz. Sen bizi topla tüfekle susturacağını sanma. Bir gün senin silahlarınla karşılaşacak olursak, biz çoluk çocuğumuza top tüfek sesi duyurmayız. Önce onları biz öldürürüz, sonra evlerimizi ateşe veririz. Arkamızda bekleyenimiz, ağlayanımız kalmadıktan ve şehir kül olduktan sonra da karşına çıkarız. O zaman istersen bütün dünyanın silahlarını getir! Bizi ölümden korkutamazsın."
Aşıklıoğlu'nun bu konuşması daha sonra mücadele parolasının kaynağı oldu ve
"Maraş bize mezar olmadan düşmana gülzar olamaz."
şeklinde destanlaştı.
Guvernör Andre Aşıklıoğlu'na verecek cevap bulamadı, oradan çarşıya indi. Çarşıda karşılaştığı bir köylüyü durdurarak :
Guvernör - "Hükümetiniz bizden ödünç para almıştı. Geri vermedi. Biz de buraları istedik. Paramızı çıkarıncaya kadar kalacağız. Hükümetiniz razı oldu." dedi.
Köylü - "Sizin bu alış verişiniz doğru değildir. Hükümet kimin malını satıyor? Kimin malını rehin veriyor? Buralar bizimdir. Biz kimseye vekalet vermedik. Sen git paranı hükümetten al. Biz malımıza sahibiz." diye cevap verdi. Bu sözler üzerine Guvernör Andre, şehri daha fazla gezmeye gerek görmeyerek karargahına döndü.
Guvernör Andre tarafından 29 Kasım 1919 Cumartesi günü bir toplantı yapılması kararlaştırılmıştı. Bu toplantıya şehrin ileri gelenleri, ilim ehli, nüfuzlu kişiler, daire müdürleri, hakimler, komiser ve jandarma komutanı katıldı.
Bu toplantıda Guvernör şu konuşmayı yaptı: "Ben memleketin tımarına, ahalinin refah ve mutluluğuna çalışıp hakkınızda lütufla muamele edecektim. Dünkü gün kuvve-i işgaliyem aleyhine kıyamda bulundunuz. Ben isteseydim, bayrak için kaleye hücum eden ahaliyi makineli tüfek ateşine tuttururdum. Binlerce adam ölür ve yaralanırdı." Önce sağ, daha sonra sol kolunu kaldırarak "Şu kolum kuvettir, şu kolumda lütuf, hangisine sarılmak istiyorsunuz? Yani amacınız harp yapmak mı, yoksa af ve lütuf dilemek midir? söyleyiniz." dedi.
Orada bulunan Şeyh Ali Sezai Efendi tercümana dönerek "İyice dinle ve tamam söyle" diye söze başladı. "Dört yüz küsür sene evvel Kanuni Sultan Süleyman'ın Fransa Devleti ve Milleti hakkındaki iyi niyet ve himayeleri tarihi bir hakikattir. Devletler arasında adil, medeni ve dost olarak tanıdığımız Fransızların dili de Osmanlı okullarında okutulmaktadır. Sizden evvel İngilizler buradayken kumandanları hükümetimizin işlerine karışmamıştı, dini ve millî sembolümüz olan sancağımıza el uzatmamıştı. Fransız işgal kuvvetlerinin tarafsız hareket edeceğine, hükümet işlerine karışmayacağına dair yayınlanan beyannamenin aksine hareket edildiğinden Ermeniler Türklere karşı hunharca cinayetlere başlamışlardır. Dünkü gün de sancağımıza tecavüz edilmesi, halkın heyecan ve galeyanını doğurmuştur."
Guvernör, Mutasarrıf'a dönerek hiddetle "Milletin galeyanına sebep sensin." deyince; Ali Sezai Efendi "Galeyana asıl sebep sizsiniz, Mutasarrıf Bey değil." dedi. Sözüne devam ederek hür olan bütün İslâm ülkelerinden senede iki bayram ve haftada bir Cuma Namazı kılındığını, milletimizin istiklâl ve hakimiyet şerefinin alameti olan ay ve yıldızlı Osmanlı Sancağı'nın öteden beri kaleye çekildiğini, sancağa el uzatıldığını gören halkın Cuma Namazı'nı kılamayacağından galeyanı doğurduğunu ve meşru hakkı olan sancağını yerine diktikten sonra dağıldığını, bunun işgal kuvvetlerine yapılan bir ayaklanma olmadığını sert bir dille ifade etti.
Bu konuşma üzerine Guvernör "Sancağın dini inançlarınızdan olduğunu bilmiyordum. Bilseydim kaleye asker koymaz ve onu kaldırtmazdım." diyerek hatasını kabul etti.
Daha sonra Ermenilerin Türklere karşı yaptıkları katliam, vahşet ve cinayetler kanıtlarıyla birlikte ortaya atılarak tartışıldı ve iki saat kadar süren toplantıdan bir sonuç alınamadı. Bu gelişmeler sonucunda Maraş'ta tutunamayacağını anlayan Guvernör Andre 30 Kasım 1919 günü Antep'e gitti
.

ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
11 Şubat 2006       Mesaj #2
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
"Düşmanın taarruzuna karşı kahramanca silaha sarılan Maraş'lı kardeşlerimiz yirmi güne yaklaşan bir zamandan beri kan ve ateşler içerisinde istilacı Fransızlara, onların silahlandırdığı hunhar Ermenilere karşı savaşmakta idiler. 10-11 Şubat 1920 gecesi düşmanı İslahiye istikametinde firara mecbur ederek, mevcudiyet-i millilerini kazanmaya muvaffak olmuşlardır."

Sponsorlu Bağlantılar
Hey'et-i Temsiliye Adına
Mustafa Kemal

"Maraş kahramanlarının Türklüğe has olan celadet ve fedakarlıkları neticesinde sevgili Bayraklarımızın yine Maraş üzerinde dalgalandığını haber almakta bütün Kolordum en büyük sevinç duymaktadır. Öldünüz fakat Türklüğü öldürmediniz. Tarih-i Millimize kanınızla ve hayatınızla emsalsiz bir menkibe-i celadet yazdınız. Maraşlıların ve sizlerin alnınızdan öper, Kolordumun hissiyat-ı samimiyesini arzederim."

ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
17 Nisan 2006       Mesaj #3
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Katip Çelebi

Katip Çelebi (1609-1657)
Osmanlı, bilgin. Tarih, coğrafya ve bibliyografya alanında önemli yapıtlar vermiş, medrese düşüncesini eleştirmiştir.

Şubat 1609'da İstanbul'da doğdu, 6 Ekim 1657'de aynı yerde öldü. Asıl adı Mustafa'dır. Doğu'da Hacı Halife, Batı'da ise Hacı Kalfa adıyla da tanınır. Babası Abdullah Enderun'da yetişmiş, silahdarlık göreviyle saraydan ayrılmıştı. 14 yaşına kadar özel eğitim gören Kâtib Çelebi, 1623'te Anadolu Muhasebesi Kalemi'ne girdi. IV. Murad döneminde (1624-1640) girişilen Doğu seferlerinde kâtib olarak katıldı. 1635'te İstanbul'a dönerek kendisini tümüyle okuyup yazmaya verdi. Dönemin ünlü bilginlerinin derslerine katılarak medrese öğrenimindeki eksikliklerini giderdi. Tarihten tıbba, coğrafyadan astronomiye kadar geniş bir ilgi alanı olan Kâtib Çelebi'nin aynı zamanda zengin bir kitaplığı da vardı. 1645'te sırası geldiği halde yükselemediği için kalemdeki görevinden ayrıldı. Ancak 1648'de Takvimü't-Tevarih adlı yapıtı dolayısıyla şeyhülislam Abdürrahim Efendi aracılığıyla kalemde ikinci halifeliğe getirildi. Bundan sonra da öğrenme ve öğretme yolundaki çabalarını sürdüren Kâtib Çelebi peşpeşe yapıtlar vermeye başladı. Telif ve çeviri olarak yirmiyi aşkın kitap yazdı. En önemlileri tarih, coğrafya ve bibliyografya alanındadır. Ayrıca dönemin medreselerinin din bilimleri ve pozitif bilimler alanındaki durumunu sergilediği ve eleştirdiği yapıtlarıyla da tanındı.
Tarih alanındaki yapıtlarının ilki 1642'de tamamladığı Arapça Fezleke'dir. (Fezleketi Akvâlü'l-Ahyâr fi İlmi't-Tarih ve'l-Ahbar). Dört bölümden oluşan kitapta tarihin anlamı, konusu ve yararı anlatıldıktan sonra bu alandaki temel yapıtların bir bibliyografyası verilmiş, ardından da klasik İslam tarihçiliğine uygun olarak dünyanın yaratılışından 1639'a dek kurulan devletler ve meydana gelen önemli olaylar kısaca sıralanmıştır. Arapça Fezleke'nin devamı niteliğindeki Türkçe Fezleke 1591-1654 arasındaki olayları anlatan bir Osmanlı tarihidir. Olayların kronolojik sıralamasının ardından her yılın sonunda o yıl içerisinde ölen devlet adamları ve bilginlerin yaşam öykülerinden ve yapıtlarından da kısaca söz eder. Takvimü't-Tevarih ise, Adem Peygamber'den 1648'e kadar geçen tarihsel olayların bir kronolojisidir.
En tanınmış yapıtlarından olan Tuhfetü'l-Kibar fi Esfari'l-Bihar'da kuruluş döneminden 1656'ya kadar Osmanlı denizciliğinin bir tarihçesi yanında Osmanlı donanmasının, tersane ve bahriye örgütünün işleyişini anlatır, kaptan-ı deryaların yaşam öykülerini verir. Sonunda da son zamanlarda denizlerde uğranılan başarısızlıkları giderme yolundaki öğütlerini sıralar.
Coğrafi yapıtların en önemlisi olan Cihannüma Osmanlı coğrafyacılığında yeni bir çığır açmıştır. Kâtib Çelebi Cihannüma'yı iki kez yazmıştır. 1648'de yazmaya başladığı ilki klasik İslam coğrafyası temelindeydi. Bu yapıtını henüz bitirmemişken eline geçen Gerardus Mercator'un Atlas'ını Mehmed İhlasî adlı bir Fransız dönmesinin yardımıyla Latince'den Türkçe'ye çevirterek yeni bilgiler edindi ve 1654'te Cihannüma'yı ikinci kez yazmaya girişti. Ardından yine Mercator'un Atlas Minor'unu elde etti. Bunların yanı sıra Batılı coğrafyacılardan Ortelius, Cluverius ve Lorenz'in yapıtlarından da yararlandı. Doğal olarak eski Arap, İran ve Osmanlı coğrafyacıların yapıtlarını da kullandı. İkinci Cihannüma, dünyanın yuvarlak olduğunu da kanıtlamaya çalışan fiziki coğrafya ağırlıklı bir giriş bölümünden sonra Kristof Kolomb ve Macellan'ın keşif gezilerinden söz eder. Ardından Japonya'dan başlayarak Asya ülkelerini tanıtır. Bunların tarihleri, yönetim biçemleri, ekonomileri, inançları konusunda bilgiler verir. Bu arada İslam coğrafyacılarının bilgi yanlışlarını gösterir, bunların harita kullanmamaktan ileri geldiğini açıklar. Bu ikinci Cihannüma'da anlatılan son yer Van'dır. Birinci Cihannüma'da ise Osmanlı Avrupa'sı ve Anadolu ile İspanya ve Kuzey Afrika'yı kapsamaktadır. Her iki biçimde de ek olarak birçok harita vardır.
Cihannüma, özünde tüm İslam ve Hıristiyan coğrafyacılığının da temeli olan Batlamyus (Ptolemaios) kuramına dayanmakla birlite, o güne dek hemen hemen hiç yararlanılmayan Batı kaynaklarını Osmanlı coğrafyacılığına tanıtması bakımından büyük önem taşır.
Kâtib Çelebi'nin Batı'da tanınan en ünlü yapıtı Keşfü'z-Zünun an Esamü'l-Kütübi ve'l-Fünun'dur. Arapça bir bibliyografya sözlüğü olan yapıtta 14.500 kitap ve risalenin adı ve yazarı verilir. İslam dünyasında da genel kabul gören Aristoteles'in bilim tasnifine görev ve alfabetik olarak düzenlenmiş olan yapıt, yirmi yılda tamamlanmıştır.
Kâtib Çelebi'nin tarih felsefesini ve toplum görünüşünü açıklaması bakımından önemli olan yapıtı Düsturü'l-Amel li-Islahi'l-Halel'dir. Kısa kısa dört bölümden oluşan bu küçük risalede İbn Haldun'un etkisi açıkça görülür. Toplumların da canlılar gibi doğup, gelişip, öldüğü görüşünü yineleyen Kâtib Çelebi, bu dönemlerin uzunluğunun ya da kısalığının toplumlara ve kişilere göre değiştiğini de ekler. Risalede Osmanlı toplumunun ömrünün uzaması için de reaya, asker ve hazine konularında alınması gerekli önlemleri sıralar, öğütler verir.
Daha çok dinsel konuları tartıştığı yapıtlarının en önemlilerinden olan İlhamü'l-Mukaddes fi Feyzi'l-Akdes'de kuzey ülkelerinde namaz ve oruç zamanlarının belirlenmesi, dünyada güneşin hem doğduğu hem de battığı bir yerin var olup olmadığı ve her ne yana yönelirse Mekke'den başka kıble olabilecek bir yer olmadığını tartışır. Arapça olan bu yapıtında yanıtlamaya çalıştığı bu soruları daha önce şeyhülislama ve bilginlere sorduğunu, ama doyurucu bir karşılık alamadığını da belirtir.
Son yapıtı olan Mizanü'l-Hakk fi İhtiyari'l-Ahakk'da da dönemin din bilgilerinin tartıştıkları çeşitli konular hakkında düşüncelerini açıklar. Pozitif bilimlerin gerekliliğini ve bunların ortaya koyduklarının dinsel bilgilerle çatıştığını açıklayarak söze başladığı yapıtında düşünce ve kanaat farklılıklarının insanlık tarihi kadar eski olduğunu da söyler. Bunun doğal karşılanması gerektiğini ve karşıt düşüncelere hoşgörüyle bakılmasını öğütler. Din bilginlerinin kendi aralarındaki şiddetli tartışmalarının temelsizliğini ve zararlarını vurgular. Yapıtın sonunda kendi özyaşamöyküsüne yer verir.
Kâtib Çelebi, hem önemli yapıtlar vermiş hem de medresenin egemenliğindeki düşünce dünyasının dışında görüşler ileri sürmüş bir bilgindir. Gerçi ne Kopernik'i tanıyabilmiş, ne Bacon'ın bilim tasnifini kabullenmiştir ama, Batı kaynaklarının önemine dikkati çekmesi Latince öğrenmeye çalışması, bu dilden yapıtlar çevirmesi, Doğu kaynaklarına eleştirel bir gözle bakması bile dönemine göre çok ileri adımlardır. YAPITLAR (başlıca): Tuhfetü'l-Kibar fi Esfari'l-Bihar, (ö.s), 1729; (yeni harflerle, 1973); Cihannüma, (ö.s), 1732; Takvimü't-Teravih, (ö.s), 1733; Düsturü'l-Amelli-İslahi'l-Halel, (ö.s), 1863, (yeni harflerle, 1982); Nizanü'l-Hakk fi İhtiyari'l-Ahakk, (ö.s), 1864, (yeni harflerle, 1972); Türkçe Fezleke, (ö.s), 2 cilt, 1869-1870; Keşfü'z-Zünun an Esamii'l-Kütübi ve'l-Fünun, (ö.s), Ş. Yaltkaya ve R. Bilge (yay.), 2 cilt, 1941-1943; İlhamü'l-Mukaddes fi Feyzi'l-Akdas, (ö.s), M. Hamidullah (yay.), İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, IV, (3-4), 1971.
etcu - avatarı
etcu
Ziyaretçi
14 Nisan 2008       Mesaj #4
etcu - avatarı
Ziyaretçi
1- idam edilecek adamın yanı başında bir sac hazırlanırmış ve bu sac allttan verilen ateşle iyice kızdırılırmış...kafası kesilen adamın kafasını kestikten hemen sonra bu saca bastırırlarmış...sıcaktan dolayı kan beyinde 2 saniye kadar dolaşacağı için adama yerde duran cansız bedeni son defa gösterilirmiş...
2- suçlunun derisini yüzüp denize atarlarmış...(acıyı tahmin edin artık)
3- suçlu ortası delik bir sandalyeye cıplak bir şekilde oturtulurmuş...bu delik yere içinde fare olan bir kase yerleştirilirmiş...ve kaseyi alttan yavaş yavaş ısıtırlarmış...tabiki sıcağa dayanamayan fare çıkacak biyer bulamayınca suçlunun makattan kemirmeye başlayıp en son ağzından çıkarmış...
4- suçlu güneşin altına ellerinden bağlı biş şekilde yatırılırmış...suçlunun saçları kazınıp kafasına deve derisi geçirilirmiş...deve derisi güneşte eriyip suçlunun kafasına yapışırmış...saçlar deve derisi yüzünden dışarı doğru çıkamayıp içeri doğru çıkmaya başlarmış...bir süre sonra saçların kafatasını delmesiyle beyne ulaştığı anda adam ölürmüş...
5- suçlunun sığabileceği bir çukur kazılır ve suçluya tıkabasa yemek yedirilirmiş...dışkısını da o çukura yapmak zaorunda kaln adam bir süre sonra dışkılarının bedenini çürütmesiyle ölürmüş...
6- suçlunun kafası kazınırmış ve suçlu bir direğe hiç hareket edemiyeceği şekilde bağlanırmış...ve üstten damlalar halinde soğuk su damlatılırmış...damlalar bir süre sonra balyoz etkisi yaptığından adamın delirmesi sağlanırmış...
7- suçlunun göz kapaklarına iğne batırılırmış...ve adam bir süre sonra daynamayıp gözlerinin kapatır ve kör olumuş...(adamın biri 2 günün dayanmış)
8- suçlu 10 metre karelik bir odaya kapatılırmış...ve burdan hiç çıkartılmazmış...yemeği düzenli olarak verilen adam tuvalet olmaması nedeniyle tuvaletini odanın bir kenarına yapmak zorunda kalırmış...bir süre sonra yaptığı dışkı ve idrarların zehir salgılamalarından dolayı adam zehirlenerek ölürmüş...
9- suçlunun göz kapakları açık kalacak şekilde tutuluruş...ve belli bir mesafeden ellerinin adamın gözüne doğru ileri geri sallarlarmış...saatlerce süren bu olayın sonunda adam kafayı yermiş....
10-at hırsızlarını önce sırtından kırbaçlarlarmış sonra çölüm ortasında tuzlu bi direğe keçi derisiyle bağlarlarmış ve önünede bi tas su koyarlarmış adam suyu almak için eğildiğinde keçi derisi esnek olduğu için adamı direğe yapıştırırmış

Benzer Konular

22 Eylül 2014 / Misafir Soru-Cevap
2 Ocak 2009 / Ziyaretçi Cevaplanmış
14 Temmuz 2007 / NeutralizeR Edebiyat
7 Aralık 2011 / Misafir Soru-Cevap
29 Mart 2012 / Misafir Soru-Cevap