Arama

Türkiye'nin Tarihi ve Kültürel Değerleri

Güncelleme: 6 Mayıs 2018 Gösterim: 286.950 Cevap: 15
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
24 Ocak 2006       Mesaj #2
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
TÜRKİYENİN ŞAHASERLERİ

Sponsorlu Bağlantılar
Eski Uygarlıklar, Eski Kentler

Karain Mağarası
Antalya'nın 27 km. kuzeybatısında ve Katran dağları üzerindedir. Doğal bir mağaradır. Yapılan arkeolojik kazılarda mağaranın Prehistorik çağlarda (Paleolitik, Mezolitik, Neolitik ve Kalkolitik) insanlarca barınak olarak kullanıldığı anlaşılmıştır. Mağarada iskeletler, yontma ve cilalı taştan aletler, işlenmiş çakmak taşları ve önemli eserler bulunmuştur.



Ana Tanrıça Heykelciği
Pişmiş toprak, M.Ö. VI. binyılın ilk yarısı, yüksekliği 20 cm., Çatalhöyük. (Anadolu Medeniyetleri Müzesi)



İvriz Kaya Kabartması
Konya'nın Ereğli ilçesine 12 km. uzaklıkta, İvriz Suyu'nun kaynak başındadır. Geç Hitit dönemi eseridir. M.Ö. VIII. yüzyıla tarihlenmektedir. 6.08 m. yüksekliğindeki kabartmada, Warpalavas'ın bereket tanrısı Santaj'a şükranı anlatılmaktadır.



Yazılıkaya - Midas Şehri Büyük Anıt
Eskişehir'e 90 km. uzaklıkta M.Ö. VII. yüzyılda kurulmuş Yazlıkaya-Midas şehri bulunmaktadır. Bu şehirde Frig döneminin önemli bir eseri olan Büyük Anıt göze çarpmaktadır. Anıtın üzerinde çeşitlli geometrik motifler ve yazılar vardır. Frig döneminde önünde dini törenler yapılıyordu.



Lidya (Karun) Hazineleri
Uşak ili Güre yakınlarındaki Toptepe tümülüsünü 1965, İkiztepe tümülüsünü 1966 ve Aktepe I tümülüsünü 1968 yılında gizlice kazan eski eser kaçakçılarının 1970 yılında ABD'deki Metropolitan Sanat Müzesi'ne sattıkları eserlerdir. Bu eserler, M.Ö. VI. yüzyıl Lidya sanatının en güzel örnekleridir. Kültür Bakanlığı'nca verilen uzun bir hukuk savaşından sonra 1993 yılında Türkiye'ye geri gönderilmiştir. (Uşak Müzesi)
Resim: Lidya "Karun" Hazinesi Güneş Kursu Biçimli Gerdanlık
Akik-Altın, M.Ö. 6.y.y. (Uşak Müzesi)



Bergama Zeus Sunağı
Bergama Krallarından Eumenes II tarafından M.Ö. 197-159 yılları arasında yaptırılmıştır. Alman arkeologların 1865 yılından itibaren Bergama'da yaptıkları kazılarda ortaya çıkarılmış, kalıntıları Berlin'e gönderilmiştir. Berlin Devlet Müzesi'nde restore edilerek 1871 yılında sergilenmiştir. O tarihten sonra müzenin adı Pergamon Müzesi olmuştur.



İskender Büstü

42 cm. yüksekliğindeki mermer büst Bergama kazılarında bulunmuştur. M.Ö. III. yüzyıla tarihlenmektedir. Makedonya Karalı Büyük İskender'in sağlığında ünlü heykeltraşlara yaptırdığı büstlerin aslıllarının hiç biri günümüze ulaşmamış, sadece kopyaları bulunmuştur. Bergama'da bulunan büst Paris Louvre Müzesi'nde dünyaca ün yapmıştır. (İstanbul Arkeoloji Müzesi)


Afrodisias

Aydın'ın Karacasu ilçesi yakınlarında bir antik kenttir. Tanrıça Afrodit adına kurulmuştur. Tunç çağından Bizans dönemine değin (M.Ö. 2800 - M.S. 220) büyük bir yerleşim merkeziydi. Arkeolojik kazılarda Afrodit tapınağı, odeon, stadium ve agorası, hamamları gün ışığına çıkarılmıştır. Afrodisias, İlkçağ'da önemli bir heykel yapım merkezi olarak tanınmıştır. Anadolu antik kentleri içinde Afrodisias'ın stadyumu iyi korunmuş stadyumlar arasındadır.


Efes Artemis Tapınağı

İzmir Selçuk'ta Efes (Ephesos) antik kentinin dünyanın 7 harikasından sayılan ünlü tapınağıdır. Astemision olarak da bilinir. Önce M.Ö. 560-550 yıllarında Lydia Kralı Kroisos tarafından İon düzeninde yaptırıldı. M.Ö. 356'da bir delinin yakması üzerine aynı büyüklükte ancak 3 m. yüksek olarak yeniden inşa edildi. 55.10 x 115 m. boyutlarında, mermer heykelleriyle de ünlü tapınak Hellenistik dönem tapınaklarının en büyüğüydü. 262'de Gotlar tarafından yıkıldıktan sonra onarılmadı.


Bristish Museum adına 1869-1874'te J.T. Wood ve 1904-1905'te David G. Hogart'ın yaptığı kazılarda bulunan tapınak kalıntıları, İngiltere'ye götürüldü.



Sart (Sardes)

Manisa'nın Salihli İlçesindedir. Lidya devletine başkentlik yapmış bir antik kenttir. XIX. yüzyıldan itibaren yapılan arkeolojik kazılarda Artemis Tapınağı, gymnasion, stadion Roma ve Bizans hamamları gibi önemli yapıları ortaya çıkarılmıştır. Resimde gymnasiondan bir bölüm görülmektedir.


Bodrum - Halikarnas Masoleumu

Pers Valisi Maussolos'un Bodrrum - Halikarnassos'taki mezarı dünyanın yedi harikası arasındadır. MAussolos M.Ö. 352'de ölünce karısı Artemisia tarafından yapımına başlanmıştır. Mimarlar Pytheos ve Satyrus'tur. Skopas, Timotheos, Bryaris ve Leochares adlı ünlü heykeltraşlar birer cephesini çalışmışlardır. 60 x 80 m. boyutlarında ve 46m. yüksekliğinde olduğu belirlenmiştir. 9 x 11 sütunludur. Bazı parçaları Bodrum kalesinin yapımında kullanılmıştır. Mausoleum'a ait parçalar XIX. yüzyılın ortalarında Londra British Museum'a götürülmüştür.


Aspendos (Belkıs)

Antalya'nın 48 km. doğusunda İlkçağ'da kurulmuş bir antik kenttir. En önemli yapısı tiyatrosudur. Bu tiyatro, sahnesiyle birlikte günümüze ulaşabilen Anadolu'daki Roma tiyatrolarının en sağlam örneğidir. 15.000 seyirci kapasitelidir. İmparator Antonius pius döneminde (138-164) Zenon adlı bir mimar tarafından yapılmıştır.


Derinkuyu Yeraltı Şehri

Nevşehir'in Derinkuyu ilçesindedir. Hristiyanlığın yayılma döneminde savunma ve saklanma amacıyla yer altındaki yumuşak kayalar oyularak yapılmıştır. VI-X. yüzyıllar arasında yapıldığı tahmin edilmektedir. Dar geçitlerin sağında ve solunda oyulmuş odalardan, havalandırma bacalarından, şapel ve bir kuyudan oluşmaktadır.


Kaymaklı Yeraltı Şehri

Nevşehir'e 15 km uzaklıktaki Kaymaklı'dadır. Hristiyanlığın yayılma döneminde saldırılara karşı korunma amacıyla VI-X yüzyıllarda kayalar oyularak yapılmıştır. Yer altındaki 8 katlı kentte, katlar ve bölmeler bir havalandırma bacası etrafında yer almıştır. Bir hol etrafında toplanmış odalarda ortalama tavan yüksekliği 2 m'dir. Şapeller odalardan büyük ve yüksek tavanlıdır.


Efes Selsus (Celcius) Kitaplığı

İzmir Selçuk'ta Efes Antik Kenti'nin en önemli kalıntılarından biridir. Roma döneminde 115-117 yılları arasında yapılmıştır. 260 yılında bir yangın geçirmiştir. İki katlı cephesinin görkemli mimarisiyle ün yapmıştır. Kitaplığın içindeki duvarlarda yazı rulolarının konduğu, üst üste üç sıra halinde nişler bulunmaktadır.


Son düzenleyen Safi; 2 Şubat 2016 19:12 Sebep: Resim Linkleri Yenilendi / Kaynak kultur.gov
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
24 Ocak 2006       Mesaj #3
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
SURLAR-KALELER



İstanbul Surları
İstanbul'un ilk surları, 413-447 yılları arasında kenti savunma amacıyla Bizans İmp. II. thedosius tarafından yaptırıldı. Marmara Denizi kıyısındaki mermer Kule'den Haliç'e değin 6-7 km uzunluğundadır. Yedikule surları 1457-1458 yıllarında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Surlar üzerinde 16 kapı bulunmaktadır. Surlar, iç sur, dış sur ve hendek olmak üzere üç kademeli bir savunma yapısıdır. İç surlar 3-4 metre kalınlığında ve 13 metre yüksekliğindedir. 15m. uzaklıktaki dış surlar ise 2m. kalınlık ve 10m. yükseklikte duvarlardır. Dış surun önünde hendek vardır. İstanul surları, UNESCO'nun koruma programı çerçevesinde restore edilmektedir.


Rumeli Hisarı

İstanbul Boğazı'nın Rumeli yakasındadır. Bizans'a kuzeyden yardım gelmesini önlemek amacıyla Fatih Sultan Mehmet tarafından 1452 yılında yaptırılan bir kaledir. 1000 usta ve 2000 işçinin çalışmasıyla 4 ayda yapılmıştır. Üç büyük kulenin yapımını Çandarlı Kara Halil, Saruca ve Zaganos Paşalar üstlendiklerinden kuleler bu adlarla anılır. Beş kapısı bulunan kale, 30.000 m²lik bir alanı kaplamaktadır.



Diyarbakır Kalesi ve Surları

Kalenin ilk bölümlerinin Hurriler döneminde yapıldığı kabul edilmektedir. 349 yılında Roma İmp. II. Constantinus döneminde kentin çevresi surlarla çevrildi, kale güçlendirildi. Kesme bazalt taşından yapılmıştır. Artuklu, Akkoyunlu, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde defalarca onarıldı. Dış kale ve iç kale olmak üzere iki bölümdür. 82 burçlu dış kale surlarının uzunluğu 5 km. 'yi bulur. Dört kapısı vardır. Dört kapılı iç kale ise Kanun Sultan Süleyman döneminde surla çevrilmiştir.




Van Kalesi

Urartu devletinin başkenti Tuşba (Van)'da M.Ö. IX. yüzyılda yapılmıştır. Kale, Urartuların M.Ö. VII. yüzyıl başlarında yenilerek Toprakkale'ye taşınmaları üzerine Asurların eline geçti. Selçuklu, Karakoyunlu, Akkoyunlu, Osmanlı dönemi kalıntılarının da bulunduğu kalede en önemli bölümler Urartulara ait kaya hücreleri ve yazıtlardır. Kanuni Sultan Süleyman'ın yaptırdığı bir cami de kale üzerinde bulunmaktadır.



Kızkalesi

İçel'in Erdemli ilçesinde ve Mersin'e 60 km. uzaklıktadır. Corcyus antik kenti ve kalıntılarından 800-1000 m. aşağıda ve Akdeniz'in içindedir. Kıyı ile bağlantısı zamanla kesilmiş, bir ada halini almıştır. M.Ö. IV. yüzyılda Hellenler tarafından kurulan, Roma ve Bizans dönemlerinde gelişen Corcyus, XIII. yüzyılda önemli bir limandı. Kale, denizden gelecek saldırıları engellemek amacıyla yapılmıştı. İçinde bir kilise kalıntısı bulunmaktadır.




Hoşap Kalesi

Van-Başkale karayolu üzerinde, Van'a 60 km. mesafedeki Güzelsu bucağındadır. XVI. yüzyılda MAhmudi Aşireti Bey'i Süleyman Bey tarafından yaptırılmıştır. İçinde iki cami, üç hamam, çeşmeler ve zindanlar bulunmaktadır.



Erzurum Kalesi
Yaklaşık 2000 m. yükseklikte bir tepe üzerinde inşa edilmiş olan iç kale 5. yüzyılda Roma İmparatoru Theodosius tarafından yaptırılmıştır. Son zamanlara kadar Türkler tarafından kışla olarak kullanılmıştır. Kale Mescidi ve saat kulesi Türk mimarlığının ilk örnekleri olmaları bakımından önem taşırlar. Tepsi Minare olarak da adlandırılan kule Ortaçağ'larda gözetleme kulesi olarak kullanılmıştır. Osmanlı mimarisinin Barok Çağında saat kulesine çevrilmiştir. 1124-1132 yılları arasında hüküm süren Abu'l Muzafferüddin Gazi tarafından yaptırılmıştır. Tek büyük bir kubbe ile örtülen mescid geleneksel Türk mimarisinin özelliklerini taşır.
Kaynak:Kultur.gov
Son düzenleyen Safi; 2 Şubat 2016 19:12 Sebep: Resim Linkleri Yenilendi
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
25 Ocak 2006       Mesaj #4
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
SARAYLAR-KASIRLAR

- Dolmabahçe Sarayı
- Topkapı Sarayı
- İshakpaşa Sarayı
- Küçüksu Sarayı



Dolmabahçe Sarayı

17. yüzyıla kadar Boğaziçi’nin koylarından biri olan bu yörenin; Altın Post'u aramaya çıkan Argonotların efsanevi gemisi Argos’un demirlediği, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi sırasında Haliç’e indirmek üzere gemilerini karaya çıkardığı yer olduğu ileri sürülür.
Osmanlılar Döneminde kaptan paşaların donanmayı demirledikleri, geleneksel denizcilik törenlerinin yapılageldiği doğal bir liman görünümünde olan bu koy; 17. yüzyıldan başlayarak dönem dönem doldurulmuş ve Dolmabahçe adıyla padişahların Boğaziçi’ndeki has bahçelerinden biri konumuna getirilmiştir.


Tarihsel süreç içinde çeşitli padişahlar tarafından yaptırılan köşk ve kasırlarla donatılan Dolmabahçe; zamanla "Beşiktaş Sahil Sarayı" adıyla anılan bir saray görünümü kazanmıştır.

Beşiktaş Sahil Sarayı, Sultan Abdülmecid Döneminde (1839-1861) ahşap ve kullanışsız olduğu gerekçesiyle 1843 yılından başlayarak yıktırılmış ve aynı yerde günümüze dek gelen Dolmabahçe Sarayı’nın temelleri atılmıştır.
Yapımı, çevre duvarlarıyla birlikte 1856 yılında bitirilen Dolmabahçe Sarayı 110.000 m2’yi aşan bir alan üstüne kurulmuş ve ana yapısı dışında onaltı ayrı bölümden oluşmuştur. Bunlar saray ahırlarından değirmenlere, eczanelerden mutfaklara, kuşluklara, camhane, dökümhane, tatlıhane gibi işliklere uzanan bir dizi içinde, çeşitli amaçlara ayrılmış yapılardır. Bu yapılar arasına Sultan II. Abdülhamid Döneminde (1876-1909) Saat Kulesi ve Veliahd Dairesi arka bahçesindeki Hareket Köşkleri eklenmiştir.
Dönemin önde gelen Osmanlı mimarları Karabet ve Nikogos Balyan tarafından yapılan sarayın ana yapısı; Mabeyn-i Hümâyûn (Selâmlık), Muayede Salonu (Tören Salonu) ve Harem-i Hümâyûn adlarını taşıyan üç bölümden oluşur. Mabeyn-i Hümâyûn; devletin yönetim işleri, Harem-i Hümâyûn; Padişah ve ailesinin özel yaşamı, bu iki bölümün arasında yer alan Muayede Salonu’ysa; Padişah’ın devlet ileri gelenleriyle bayramlaşması ve kimi önemli devlet törenleri için ayrılmıştır.


Tüm yapı, bodrumla birlikte üç katlıdır. Biçimde, ayrıntılarda ve süslemelerde gözlenen belirgin batı etkilerine karşılık bu saray, bu etkilerin Osmanlı ustalarca yorumlanmış bir uygulamasıdır. Öte yandan, gerek kuruluş gerekse oda ve salon ilişkileri açısından geleneksel Türk evi plan tipinin çok büyük boyutlarda uygulandığı bir yapı bütünüdür. Beden duvarları taştan, iç duvarları tuğladan, döşemeleri ahşaptan yapılmıştır. Çağın teknolojisine açık olan saraya, 1910-12 yıllarındaysa elektrik ve kalorifer sistemi eklenmiştir. 45.000 m2’lik kullanılır döşeme alanı, 285 odası, 46 salonu, 6 hamamı ve 68 tuvaleti vardır. Döşemelerin ince işçilikli parkelerinin üstünde, önce sarayın dokumevinde, sonra da Hereke’de dokunmuş 4454 m2 halı serilidir.
Padişahın devlet işlerini yürüttüğü Mabeyn; işlevi ve görkemiyle Dolmabahçe Sarayı’nın en önemli bölümüdür. Girişte karşılaşılan Medhal Salon, üst kat ile bağlantıyı sağlayan Kristal Merdiven, elçilerin ağırlandığı Süfera Salonu ve padişahın huzuruna çıktıkları Kırmızı Oda; imparatorluğun tarihsel görkemini vurgulayacak biçimde süslenmiş ve döşenmiştir. Üst katta yer alan Zülvecheyn Salonu; padişahın Mabeyn’de kendine özel olarak ayrılmış dairesine bir tür geçiş mekanı oluşturmaktadır. Bu özel dairede, padişah için mermerleri Mısır’dan getirilmiş görkemli bir hamam, çalışabileceği oda ve salonlar bulunmaktadır.
Harem ve Mabeyn bölümleri arasında yer alan Muayede Salonu; Dolmabahçe Sarayı’nın en yüksek ve en görkemli parçasıdır. 2000 m2’yi aşan alanı, 56 sütunu, yüksekliği 36 m.yi bulan kubbesi ve bu kubbeye bağlı yaklaşık 4,5 tonluk İngiliz yapımı avizesiyle bu salon, sarayın diğer bölümlerinden belirgin bir biçimde ayrılmaktadır. Salon, bodrumdaki tesislerden elde edilen sıcak havanın sütun diplerinden içeri verilmesiyle ısıtılmakta, böylelikle soğuk mevsimlere rastlayan törenler daha sıcak bir atmosferde yapılabilmekteydi. Geleneksel bayramlaşma töreni günlerinde, Topkapı Sarayı’nda bulunan altın taht bu salona getirilerek kurulur ve padişah bu tahtta devlet ileri gelenleriyle bayramlaşırdı. Galeriler ise elçilik görevlilerine, Saray Orkestrası’na, bay ve bayan konuklara ayrılmıştı.
Dolmabahçe Sarayı’nın Batı etkileri altında, Avrupa saraylarından örnek alınarak yapılmış bir saray olmasına karşılık, işlevsel kuruluşu ve iç mekan yapısında “Harem”in eskisi kadar kesin çizgilerle olmasa da ayrı bir bölüm olarak kurulmasına özen gösterilmiştir. Ancak Topkapı Sarayı’nın tersine, Harem, artık saraydan ayrı tutulmuş bir yapı ya da yapılar topluluğu değildir; aynı çatı altında, aynı yapı bütünlüğü içinde yerleştirilmiş özel bir yaşama birimidir.
Dolmabahçe Sarayı’nın yaklaşık üçte ikisini oluşturan Harem Bölümü'ne, Mabeyn ve Muayede Salonu’ndan geleneksel ayrımı vurgulayan demir ve ahşap kapılarla kesilmiş koridorlardan geçilmekte, bu bölümde Boğaziçi’nin yansımalarıyla aydınlanan salonlar, sofalar boyunca padişahların, padişah eşlerinin, çeşitli görevleri olan kadınların, şehzade ve sultanların yatak odaları, çalışma ve dinlenme odaları sıralanmaktadır. Valide Sultan Dairesi, Mavi ve Pembe Salonlar, Abdülmecid, Abdülaziz ve Reşad tarafından kullanılan odalar, Cariyerler Bölümü, Kadınefendi odaları, Büyük Atatürk’ün çalışma ve yatak odası, sayısız değerli eşya, halı, levha, vazo, avize, tablo gibi sanat yapıtları Harem’in ilginç ve etkileyici parçalarını oluşturmaktadır.
Günümüzde Dolmabahçe Sarayı’nın bütün birimleri restore edilmiş ve ziyarete açılmış bulunmaktadır. Saray’ın değerli eşyalarının sergilendiği iki “Değerli Eşyalar Sergi Salonu”, Milli Saraylar Yıldız Porselenleri Koleksiyonu’ndan örneklerin yer aldığı “İç Hazine Sergi Binası”, genellikle Milli Saraylar Tablo Koleksiyonu’nun bölüm bölüm ve uzun süreli sergiler biçiminde izleyicilere sunulduğu “Sanat Galerisi”, bu galerinin alt katında sarayın çeşitli objeleri ve mimari süslemelerinden alınmış kuş motiflerinin fotoğraflarından oluşan sürekli serginin bulunduğu tarihsel koridor, Mabeyn Bölümü’ndeki Abdülmecid Efendi Kütüphanesi; Dolmabahçe Sarayı’nın başlıca sergileme birimlerini oluşturmaktadır.
Sarayın hemen girişinde bulunan eski Mefruşat Dairesi’nde Kültür-Tanıtım Merkezi yer almakta ve Milli Saraylar’ın çeşitli yerlerinde sürdürülen bilimsel çalışmalarla tanıtım etkinlikleri bu merkezden yönlendirilmektedir. Öte yandan, yine bu merkezde çoğunluğunu 19. yüzyıla yönelik yayınların oluşturduğu bir kitaplık kurularak araştırmacıların hizmetine sunulmuştur.
Saat Kulesi, Mefruşat Dairesi, Kuşluk, Harem ve Veliahd Dairesi bahçelerinde ziyaretçilere yönelik kafeterya hizmetleri veren bölümler ve hediyelik eşya satış reyonları oluşturulmuş, bu reyonlarda Kültür-Tanıtım Merkezi’nce hazırlanan ve milli sarayları tanıtıcı bilimsel nitelikte kitaplar, çeşitli kartpostallar ve Milli Saraylar Tablo Koleksiyonu’ndan seçilmiş ürünlerin tıpkı basımları satışa sunulmuştur. Öte yandan Muayede Salonu ve bahçeler ise ulusal/uluslararası resepsiyonlara ayrılmış, yeni düzenlemelerle saray, müze içinde müze birimlerine, sanat ve kültür etkinliklerine kavuşturulmuştur.




Osmanlı İmparatorluğu'nun başkent İstanbul'da yönetim sarayı ve hanedanlık ikametgâhı olarak kullanılan Topkapı Sarayı, Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethetmesinden kısa bir süre sonra 1473 yılında tamamlanmıştır. Osmanlı hanedanı, Topkapı Sarayı'nı 19. yüzyılda Boğaziçi saraylarına yerleşene kadar kullanmıştır. Saray, Cumhuriyet'in ilanından sonra 3 Nisan 1924'te Atatürk'ün emriyle müze haline getirilmiştir.


Çeşitli dönemlerde, değişik sultanların emirleriyle yapılan ek yapılar ve yenilenmelerle görkemli bir boyut ve işlev çeşitliliği kazanan saray, bu görünümüyle Osmanlı devlet kurumlaşmasının bir yansıması olmuştur. Osmanlı saray protokol ve hiyerarşisinin zamanla kazandığı görkem ve çok ünitelilik Topkapı Sarayı mimarisine de yansımış, hatta devletin yükselişi ve çöküşü de sanatsal anlatımını bu sarayda bulmuştur. Tüm bu büyük geçmişi dekorlayan dramatik olaylar süreci ile saray, dünya müzeleri arasında tarihsel yaşantısı ile günümüze ulaşabilmiş ender örneklerden biridir. Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul ile sembolleşen Bizans ile birlikte Ortadoğu'nun imparatorluk geleneğine de varis olması, göreceli olarak dinamik ve göçer Asya-Anadolu geleneği ile yoğrulmuş olan önceki Osmanlı yönetim sisteminde önemli nitelik değişmelerine neden olmuştur. Bu özelliğin sultan ve ailesiyle bütünleşen mutlak idare kavramına güç verdiği ve saray kurumunun Fatih Kanunnamesi ile bilinçli olarak bir imparatorluk sistemine uyacak şekilde hiyerarşik kademelenme ve görkem kazandığı görülür. Bu nitelik değişiminin unsurları aşamalı olarak Topkapı Sarayı'nda görülebilir.
Topkapı Sarayı, İstanbul topografyasını oluşturan Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Haliç arasında tarihsel İstanbul yarımadasının ucundaki Sarayburnu'nda Bizans akropolü üzerinde inşa edilmiştir. Saray, kara tarafında Fatih'in yaptırdığı Sur-u Sultani, deniz yönünde ise Bizans surları ile şehirden ayrılmıştır. Çeşitli kara ve deniz kapılarıyla saray içinde değişik işlevleri olan kapıların dışında anıtsal giriş, Ayasofya arkasındaki Bab-ı Humayun'la (Saltanat Kapısı) sağlanır. Yüzyıllar boyunca her türlü görkem ve protokol detaylarının yaşandığı sarayda sağlam devlet anlayışının gereksindiği işlevsel sadeliğin mekâna yansıması, daha girişte başlamaktadır. Bu kapı, aslında 15. yüzyıldaki karakterleriyle bir kale-saray olan yapının görünümüne uygundur. Halkın da girebildiği bu kapının üzerinde 19. yüzyıl sonlarına kadar ayakta kalan bir köşk vardı ki, bu yapıda alayların izlendiği ve özel hazinelerin saklandığı bilinir.
Sarayın I. yer olarak adlandırılan en geniş avlusu, Haliç ve Marmara yönünde uzanan Hasbahçe'den ancak ana eksende oluşuyla ayrılır. Bab-ı Hümayun ile iç sarayın başladığı Bab-üs Selam arasında yer alan bu alanda iki yanda sarayın büyük ölçüde günümüze ulaşmamış olan ve Bostancılar denetimindeki Birun (dış) hizmet binaları vardır. Solda odun ambarları, cebehane olarak kullanılan Hagia Eirene Kilisesi, 18. yüzyılda yenilenip genişletilen darphane binaları günümüze ulaşan yapılardır. Saraya gelen devletlilerin ve yabancı elçilerin atlarını bağladıkları bir revak önünde Deavi Kasrı denilen dilekçe dairesi ve Ebniye-i Hassa ambarları arka arkaya sıralanırlardı. Sağda ise sırasıyla Gülhane Hastanesi, Has Fırın ve sarayın su dağıtım sistemini oluşturan dolap ocağı birinci avluyu sınırlayan yapılardı. Her dönemde sarayı çevreleyen Hasbahçe çeşitli köşklerle doluydu. Bu köşklerden ilki, Bab-ı Ali karşısında çokgen bir burç üzerinde yükselen Alay Köşkü'dür. Sultanların çeşitli alayları seyrettiği bu mekân, 19. yüzyılda Ampir üsluba uygun olarak yenilenmiştir. Haliç yönünde ve Sirkeci tarafında çokgen bir açık seyir köşkü olan Yalı Köşkü'nde padişahlar her sene donanmanın denize çıkışını seyrederdi. 19.yüzyıl sonlarında demiryolunun bahçeden geçirilmesi nedeniyle bu köşk yıktırılmıştır. Günümüze ulaşan bir 17.yüzyıl yapısı olan klasik karakterli Sepetçiler Kasrı'ndan harem halkının bu törenleri izlediği sanılır. Bu alanda bostancılara ait çeşitli koğuş ve yapıların yanı sıra en ünlü köşk, Fatih Sultan Mehmed'in saray ile birlikte yaptırdığı Çinili Köşk'tü. Çinileri ve eyvanlı merkezi planıyla Timurlu mimarisi hatlarını taşıyan bu sefa köşkünün geniş arsasına II. Abdülhamid Döneminde arkeoloji müzeleri yerleştirilmiştir. Sarayburnu'nda kuleli ve toplu bir kapı nedeniyle geç devirde Topkapı ismini alan Saray-ı Cedid'in bu kapısının önünde, 16.yüzyıl başından kalan revaklı Mermer Köşk'ten başlamak üzere, Marmara kıyısına 18.yüzyıl ve sonlarında yapılmış ahşap ve yazlık Rokoko üsluplu sahilsaray vardı. 1860'larda yanan ve demiryoluna harcanan bu sarayın ilerisinde sur üzerinde altyapısı görülen İncili Köşk ise, sadrazam Koca Sinan Paşanın mimarbaşı Davud Ağa'ya yaptırıp, III. Murad'a sunduğu muhteşem bir seyir köşküydü. Sarayı çeviren Marmara suru, Balıkhane ve Ahırkapı gibi işlevlerini belirten iki kapı ile bitmekteydi; sarayın büyük ahırlarını içeren bu köşkteki yapılaşmadan günümüze sadece III. Osman Devrinde yapılan fener ulaşmıştır. Gülhane Hatt-ı Hümayun'unun okunduğu Hasbahçe'nin bu yönünde Bizans Döneminde de aynı amaçla kullanıldığı sanılan bir Cirit Meydanı, İshak Paşa ve Gülhane kasırları gibi yapılarla Bizans'ın Manganlar Sarayı kalıntılarının olduğu görülür.



I. avluda, Bab-ı Hümayun'u Bab-üs Selam'a bağlayan ağaçlı yolda sultanların seferden dönüş ve gidişleri, Cuma Selamlıkları gibi törensel günlerde büyük bir ihtişamla avludan geçtikleri görülürdü. Yeniçerilerin bu avluyu saraya karşı geldiklerinde kullandıkları ve kapıları açtıkları bilinir. Sarayın Bab-üs Selam denilen kuleli kapısıyla çağdaş Avrupa kulelerini andıran ikinci kapısının belirlediği asıl saray bölümü, Sur-u Sultani içindeki iç kaleyi oluşturur. Çeşitli yapıların sur benzeri düz sağlam bir duvar inşaatıyla sınırlandığı ve avlulara burç gibi çıkma yaptığı bu alan, arka arkaya üç değişik işlevli avlu ile çevresindeki yapılarla saray bütününü oluşturur. Sultandan başka kimsenin at üzerinde giremediği Divan Meydanı denilen ön avlu, yapılarıyla birlikte saraydaki devlet yönetiminin zirvesi olan bir mekândır. Bu avluda tarihte çeşitli hayvanların da gezdiği bahçe taksimatı arasındaki eksenlerden en önemlisi karşıda sultanı temsil eden Bab-üs Saade eksenidir. Meydana işlevini veren ve gövdesi Fatih Döneminden kalan Adalet Kulesi altındaki üç kubbeli ve revaklı Divan-ı Hümayun ise sol kanatta bulunur. Haftada dört gün sadrazam ve vezirlerle devlet işlerinin karara bağlandığı bu resmi mekân, Divanhane, burada kabine toplantısı yapıldığı gibi, elçiler de kabul edilirdi- kalem ve defterhane bölümlerinden oluşur. Bu yapının arkasındaki çok kubbeli ve masif duvarlı Dış Hazine ise devletin resmi hazinesini depolamak amacıyla yapılmıştır. Sadrazam tarafından kullanılabilen bu hazineden ayrıca yeniçerilere üç ayda bir ulufe dağıtılır ve bunun için avluda elçilerin de hazır bulunduğu görkemli galebe divanları yapılırdı. Saray müze işlevini kazandıktan sonra, bu bölüm, Erken İslam Döneminden 20.yüzyıl başlarına kadar olan döneme ait silahların sergilenmesine ayrılmıştır. Burada İslam Türk ve Orta Doğu'ya özgü silahlar da bulunmaktadır. Kubbealtı, Haliç yönünde, gizemli Harem Dairesi'nin küçük ve silik "Arabalar Kapısı" ile ayrılmaktadır. Divan Meydanı'nı da Haliç yönünde Hasbahçe'ye, sultanların saraydan çıkışlarında kullandıkları Hasahır sistemine bağlamaktadır. Kendine ait daha alçaktaki bir avluda yer alarak sarayı sınırlayan Hasahır'ların sarayın ilk yapılarından biri olduğu bilinir. Sultanların az sayıdaki seçme atını barındırmış olan bu ahır, saray yaşantısında "imrahor" denilen bir yöneticinin sorumluluğunda, başlı başına bir at koşum takımı hazinesi olan raht hazinesi'ni de içerirdi. Özellikle resmi alaylarda ve yabancı ülkelere gönderilen hediyeler arasında görülen bu hazinenin koşum takımlarının murassa olmasına dikkat edilirdi. Bu alanda göze çarpan bir başka yapı da Beşir Ağa Camii'dir. Divan Meydanı'nın bu yönde diğer bir işlevsel yapı grubu da Baltacılar Koğuşu'dur. Güçlü gençlerden devşirme usulüyle saraya getirilen bu kadro, sarayda teşrifatçılığın yanı sıra, her türlü taşıma işinde selamlık ve hareme hizmet ederdi. 16.yüzyıl sonlarında genişletilerek son şeklini alan Baltacılar Koğuşu; Divan Meydanı, Harem, Hasahır yönüne açılan bir avlu çevresindeki hamamı, koğuşu, camii ve çubuk odası ile özgün bir mahalle görünümündedir.
Divan Meydanı'nda yapılan işlerle temsil edilen devletin kudreti, avlunun sağ kanadında bir revak arkasındaki anıtsal mutfak yapılarıyla anlam kazanırdı. Boydan boya uzanan özel, ince uzun bir avlunun Marmara tarafındaki anıtsal yapıları; günümüzde saray arşivi ve kumaş deposu olarak kullanılan yağhane ve kiler, ahşap Aşçılar Mescidi ve nihayet bacaların oluşturduğu görkemli cephesiyle bu büyük şehre girişte sarayı vurgulayan mutfaklardır. Harem'e, sadrazam ve enderun halkıyla birlikte sultan ve harem'e hizmet veren bu dev yapıda, normal günlerde sarayın beş bin kişiden aşağı düşmeyen halkına sürekli yemek verilirdi. Tüm imparatorluk sahasında üretilen gıda çeşitlerinin en kaliteli örnekleriyle donatılmış bu mutfakların, Osmanlı kültüründe ayrı bir yeri vardır. Bugün, Osmanlı sarayında itibar görmüş, sürekli ithal edilmiş veya hediye olarak gelmiş Çin ve Japon seramik sanatının ürünleri bu yapılarda sergilenmektedir. Mutfakların helvahane ve şerbethane bölümlerinde ise Türk mutfak eşyaları ile Osmanlı Yıldız porselenleri ve cam eserleri sergilenmektedir. Bir zamanlar aşçıların koğuşu olan karşı binaların yerinde ise, Avrupa porselenleri ve gümüşleri yer almaktadır.
Divan Meydanı'nı sarayda padişahların selamlık hayatının geçtiği iç saray teşkilatının bulunduğu mekânları içeren Enderun Avlusu'na Bab-üs Saade (kapısı) bağlar. Sultanı temsil eden kapıda cülus, biat, bayramlaşma ayak divanı ve cenaze törenleri yapılırdı. Bu olayların dışında sultanlar kapıyı ve Divan Meydanı'nı kullanmazlardı. Padişah evinin cümle kapısı olarak kapalı tutulan kapının arkasına izinsiz geçmek, mutlak iktidara yapılan en büyük hukuk ihlâli sayılırdı. Bab-üs Saade Ağası denilen saray sorumlusunun kontrolündeki bu baldaken formlu geçit, günümüze 18.yüzyıl sonlarında yapılan Rokoko düzenlemelerle ulaşmaktadır. Sarayın padişah öncülüğünde oluşturulan selamlık bölümü Enderun, "Harem-i Hümayun" olarak da adlandırılmaktadır. Bu bölüm, günün geçirildiği Selamlık ile gecenin geçirildiği Harem bölümlerinden oluşmaktadır. Devlete yüksek bürokrat ve askeri şef yetiştiren eğitim aşamaları Enderun avlusunun biçimlenmesinde önemli rol oynamıştır.
Bab-üs Saade ağasının kontrolündeki bu bölüm sultanın şahsına ait yapılardan ilki Bab-üs Saade bütünlüğündeki Arz Odası'dır. Revaklı ve tek hacimli bu sembolik mekân, sarayın ortasındaki konumuyla da Osmanlı merkeziyetçiliğinin sembolüdür. 16.yüzyılda donatılan bu mekân bu yüzyıl sonunda konulan baldaken taht, sultanın divan üyelerini ve yabancı devlet elçilerini kabullerinde ve cüluslarında kullandıkları mücevher döşemeli tahttır. Sultanların resmi kabul salonu olan bu yapının kendine özgü zengin dekoru ve protokolü, sultanla yüz yüze gelme şerefine erişebilen nadir bir grubun görebildiği şeylerdi. Bu yapının arkasında sarayda özel bir ilgi unsuru olan ve kudret sembolü olarak da görülen süs ve av kuşlarının bulunduğu 16.yüzyıldan kalma Havuzlu Köşk vardı. 18.yüzyıl başında III. Ahmed'in Lale Devri'nin zarif klasik üslubuyla inşa ettirip Enderun ağalarına vakfettiği kütüphanesi ise çıkmalı, merkezi planıyla bir diğer sultan yapısıdır. Sultana ait yapıların bu avludaki diğer örnekleri avlu köşelerindeki Enderun Hazinesi (Fatih Köşkü) ve Hasoda'dır (Kutsal Emanetler Dairesi). Fatih Sultan Mehmed'in sarayla birlikte yaptırdığı revaklı ve muhteşem İstanbul manzarasına mermer bir terasla açılan klasik Osmanlı konutu tipindeki kesme taştan köşkün, planına rağmen, baştan beri Osmanlı saray hazinesi olarak kullanıldığı anlaşılır. Arka arkaya kubbeli odaların gerisinde sultan ve enderun ağalarına ait anıtsal bir hamamı da içerdiği bilinen bu binaların hazine eşyasını koymak amacıyla kullanılmış geniş bodrum katları vardır. Sultanların her türlü varidattan ve tabi ülke harçlarından aldıkları beşte bir payın ve hanedan haslarıyla hadika saraylarının gelirlerinin nakit bölümünü oluşturduğu bu efsanevi hazine, aynı zamanda saltanat mücevherleri ve takılar başta olmak üzere ihsan edilen kürkler, hil'atlar, zengin saray giysi ve kumaşları, değerli yazmalar, kutsal emanetler gibi saray için üretilmiş veya hediye olarak gönderilmiş her türlü sanat eserini de içeren bir koleksiyondu. Sarayın devlet hazinesinden ayrı olarak finanse edildiği bu ihtiyat hazinesi ve sanat koleksiyonu, devlet maliyesi sıkıştığında devreye girerdi. Günümüzde de Osmanlı hazinesinin teşhiri için kullanılan bu mekânlarda, sayısız murassa eser arasında dört taht (Bayramlaşma-Cülus, İtfariyye, Sefer ve Nadir Şah tahtları), Osmanlı hükümdarlık sembolü olan askı ve sorguçlar, Topkapı hançeri ve kaşıkçı elması en ünlüleridir. Hazinedarbaşı sorumluluğunda hazine koğuşu erkânıyla birlikte sultanların girebildikleri hazineden eşya yazılı olarak çıkar ve iade edilirdi. Kullanım hakkı hanedanda, ancak mülkiyeti millete ait olan bu hazineye sultanların zaman zaman ecdadlarından kalan ve kendi dönemlerinde konulan eserleri incelemek için girdikleri bilinir. Yabancı hükümdarlardan değerli hediyeler hazineye geldiği gibi, bu hükümdarlara aynı değerde hediyeler giderdi. Hazine envanterinin bir bölümünü sultanların kutsal yerler için gönderdikleri eserler oluşturmaktadır.
Enderun avlusunda sultanlara ait en önemli yapı, Hasoda'dır. 15.yüzyılda dörtlü bir geometrik planla yapılmış bu değerli yapı, sultanların saray selamlığındaki özel ikametgâhları idi. Arzhane, Aslanhane, Hasoda gibi bölümlere ayrılan bu mekânda sultan şehzadeleri başta olmak üzere enderun ağaları ile görüşür, eğlenir, divan vezirlerini zaman zaman kabul ederdi. Bu gelenek 17. yüzyıla kadar sürmüştür. Baştan başa çeşitli dönemlerin çinileriyle kaplanmış olan bu bina 19.yüzyıldan beri Kutsal Emanetlerin teşhiri amacıyla kullanılır. Yavuz Sultan Selim'in 16.yüzyıl başlarında Memluk İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra, Mekke ve Medine'den Hz. Muhammed ve ilk halifelerin kutsal eşyalarını ve röliklerini Abbasi Halifeliği kanalıyla getirip Hazine ve Hasoda'ya aldırarak İslam halifesi olduğunu bildirmiştir. Osmanlı sultanları için ümmet esasına dayalı bir imparatorluğun yöneticisi olarak bu eserleri korumak ve onların temsil ettiği ideal uğruna yaşamak başlıca yönetim prensibi olmuştur. Bu eserler arasında Hz. Muhammed'in hırkası (Hırka-i Saadet), kılıçları, rölikleri, Sancak-ı Şerif, ilk halifelerin kılıçları, semavi dinlerin tarihlerinden gelen çeşitli eserler vardır. Bu eserler, Ramazan ayının onbeşinde bir saray töreniyle saraylılara, vezirlere ve harem halkına gösterilirdi. Enderun avlusuna ve Harem Dairesi yanındaki sultanların özel avlusu olan Sofa-i Hümayun Taşlığı'na açılan Hasoda'nın bakımında görevli 40 ağa enderun mektebinin en yüksek aşamasına gelmiş ve sultanla beraber olmaya hak kazanmış ağalardır.
Enderun avlusunun ağaların eğitim yeri ve ikametgâhı olan koğuşları ise kenarları sınırlamaktadır. Avluya revaklarla açılan ve içte küçük hol çevresinde koğuş ve hamam mekânlarına sahip olan bu koğuşların eğitim kademesine göre sıralanan bir düzeni vardı. Bab-üs Saade'nin yanlarında acemi ağalara mahsus Büyük ve Küçük Oda koğuşları, 17. yüzyılda II. Selim Hamamı'nın yıkılmasından sonra yapılmıştır. Günümüzde bu koğuşta padişah ve hanedana ait elbiseler sergilenmektedir. Hazine ile Hasoda arasındaki avlu kenarında ise kilerler ve hazine koğuşları bulunurdu. Sultanın her türlü yemek ve ikram hizmetlerini sağlayan bu koğuş, günümüzde müzenin idari bölümü olarak kullanılmaktadır. Bu koğuşlardan Hazine ve Hasoda Koğuşu, Enderun Hazinesi'nin korunduğu Hazine Koğuşu binası, günümüzde, Osmanlı İslâm minyatür, yazı ve hat gereçlerinin sergisinde kullanılmaktadır.



Enderun avlusunda ve özgün yapısıyla Fatih Döneminden kalan Ağalar Camii yer almaktadır. Burada enderun ağalarının yanı sıra olduğu kadar padişah da ibadet ederdi. 18.yüzyıldan kaldığı sanılan ve 17.yüzyıl Osmanlı çini sanatının zengin örneklerini içeren bu üç bölümlü yapı, bugün müze kütüphanesi olarak kullanılmaktadır. Enderun avlusunun koğuşları arasında sarayın IV. yeri olan iç bahçe ve kasır geçişleri gibi Harem'in Kuşhane Kapısı da bu avluya açılmaktadır. Burada ayrıca padişaha ait özel bir mutfak teşkilatı da yer almaktadır.
Sarayın, Sarayburnu'na bakan arka bölümünde sultanın ve ailesinin zevkine mahsus köşkler vardır. Hasoda ve Harem gibi, sarayın hanedanını ilgilendiren özel bölümlerden biri olan Sofa-i Hümayun terası üzerindeki mermer havuz, köşkleri birbirinden ayırmaktadır. Seyir köşkü olmalarının yanı sıra sohbet, giyinme ve kütüphane mekanları da olan bu köşklerden Sünnet Odası, özellikle cephesindeki renkli sırlarla göze çarpmaktadır. IV. Murad'ın Revan ve Bağdat fetihlerinin anısına yaptırdığı kubbeli ve eyvanlı çokgen köşkler ise Osmanlı klasik saray mimarlığının son örnekleridir. Revaklarla avluya açılan bu köşklerin cepheleri de çini kaplıdır. Eyvanlardaki sedirleri, kubbeli orta mekânlardaki mangalları ve görkemli çini süslemeye katılan tombak ocakları ile bu köşkler, sarayda sultanların yaşadıkları yeryüzü cennetinin somut örnekleridir. Sultan İbrahim'in yaz akşamlarında iftar ettiği terasta, tombak, baldaken kameriye ve havuza açılan mermer şahnişin gibi detaylara da yer veren bu lüks terasta, meşveret meclislerinin de kurulduğu bilinmektedir.
IV. yerin Marmara ve Sarayburnu'na bakan Lala (Lale) Bahçesi'nde ise Hekimbaşı Odası (Başlala Kulesi) yer almaktadır. Burası, başhekim sorumluluğunda bir ecza deposu ve dairesiydi. Sultanların sağlığından sorumlu hekimbaşıların denetiminde olan bu kuleden günümüze çok sayıda saray ve ilaç şişeleri kalmıştır. Hisarpeçeye oturtulan ahşap ve iki bölümlü Sofa Köşkü ise 18.yüzyıl ortasında Rokoko süslemesiyle bahçeye açılan bir divanhanedir. Özellikle sarayda "Halvet" ilan edilerek yapılan büyülü gece ve gündüz eğlencelerinde harem halkına da açılan köşk, altyapısı bir köşe burcu olan Bağdat Köşkü'ne hisarpeçe ile bağlanır. Bu alandaki bahçelerde sultanların bizzat yaptığı ve oyunları seyrettiği, IV. Murad'a ait ve Hekimbaşı Kulesi'ne dayalı bir taş tahttan anlaşılmaktadır. Bahçenin Marmara yönündeki mermer terasına ise 1850'lerin başlarında Mecidiye Köşkü yapılmıştır. Köşkün aynı üslupta serbest yükselen Esvap Odası ilginç bir detaydır. Bu köşkün tuğla kemerli altyapısının geçmişi Fatih Dönemi ve öncesine olsa gerektir. Bahçenin diğer bir yapısı ise, 19.yüzyıl ortasında Neoklasik üslupta inşa edilen Sofa Camii'dir. Bahçe, Sarayburnu yönündeki Hasbahçe'ye Balyanlar üslubunda iki kuleli bir kapıyla bağlanmaktadır.
HAREM
Topkapı Sarayı'nda Bab-üs Saade duvarı ile ayrılan idari ve özel bölümler Harem Dairesi için de geçerlidir. Bu duvar ekseninin devamında Harem'in Divan Meydanı yönündeki yapıları, kızlarağası yönetiminde ve haremağaları elindeki dış hizmet grubunun veya cariye olarak iç hizmet kadrosunun ikâmet mekânlarını oluşturur. Harem'in Karaağlar Taşlığı'na ve söz konusu ana duvara açılan Cümle Kapısı ise hanedan ve üst düzey saray kadınlarının yaşadığı esas Harem bölümüne ile bu bölüm Altınyol ile bağlanan ve Hünkar Sofası çevresinde dizilen, padişah ve şehzadelerin yaşadığı Harem'deki Selamlık bölümlerine açılır. Karaağa-cariye, Harem ve Selamlık bölümü olarak gelişen Harem'de yapı kronolojisini ortaya koymak, sarayın diğer bölümlerini açıklamak kadar kolay değildir. İslâm geleneğinin aileye kazandırdığı kutsallık ve gizlilik prensibi, Osmanlı sarayında en ulaşılmaz ve dramatik örneklerinden birini vererek haremin mimarî kuruluşu hakkında kaynaklar sunmuştur. Ancak tarihsel olaylar, kurumlaşma, mimarî üsluplar ve sarayın topografyası, harem yapılaşmasının 4 ana devirde gerçekleştiğini göstermiştir.
I- Fatih Sultan Mehmet ile Kanuni Sultan Süleyman Devri arasında 15.yüzyıl sonu 16.yüzyıl ortasındaki ilk dönem: Topkapı Sarayı'ndan önce Beyazıt'a yapılan İstanbul'daki ilk Osmanlı sarayı olan Eski Saray ile Topkapı Sarayı bu ilk dönemde Kadınlar Sarayı (Saray-ı Duhteran) denilen bir daireden oluşmaktaydı. Günümüzde bu daire değişmiş ve sonraki yapılaşma nedeniyle bağımsızlığını kaybetmiş durumdadır ve Baş Haseki dairesi adıyla bilinmektedir. Adalet Kulesi'nden itibaren Harem Cümle Kapısı, Başhaseki Dairesi, I. Selim Kulesi, Bağdat Köşkü ve Hekimbaşı Kuleleri gibi çıkmalar hisarpeçe üzerinden kule köşkleri halinde orta zaman kale-sarayları tarzında düzenli bir yapılaşma ortaya koymaktadır. Bu dönem Harem yapıları dış sofalı konut mimarisiyle uyum içindedir. İlk dönem alanı, 16.yüzyıl sonlarında üzerine padişah ve valide sultan daireleri ile cariye koğuşlarının yapılacağı bahçe duvarlarıyla sınırlanmıştı.
Geniş bir cariye ve hadımağası kadrolaşmasına gerek duyulmayan bu ilk dönemde, Harem'in Arabalar Kapısı ve Adalet yönünün Harem dışında serbest bir alan olduğu anlaşılmaktadır. Kuleyi Çinili Köşk'e bağlayan ve Büyük Biniş denilen at rampasının aksı ile kulenin serbest yükseldiğini kanıtlayan altyapısı da bu fikri desteklemektedir. İlk dönemin diğer bir önemli yapı grubu da Harem'in Hasoda yanındaki çıkışta yer alan Selamlık Dairesi olmalıdır. Hamamlı ve I. Selim Kulesi olarak adlandırılan kule-köşkün, şehzadelerin gözetimi altında baştan beri eğitim için ayrıldığı bilinmektedir. Bu alan 16.yüzyıl sonundan itibaren Şimşirlik Kafesi denilen ve bahçeleri de kapsayan Şehzadegan dairelerinin de çekirdeğini oluşturmuştur. Valide ve Gözdeler Taşlığı çevresindeki yapılardan oluşan bu ilk dönem yapılarının ilginç bir sürekli revak düzeniyle kuşatıldıkları anlaşılmaktadır.
II. Kanuni Sultan Dönemi: Bu dönem, haremin Topkapı Sarayı'na yerleşmesiyle, karizmatik bir kişiliğe sahip olan Haseki Hürrem Sultan ve Kanuni Sultan Süleyman ile başlamıştır. 1520-30 yılları arasında Topkapı Sarayı genişledikçe niteliği de değişmiştir. Hürrem Sultan'ın Eski Saray'daki haremden çıkarak çocuklarıyla Topkapı Sarayı hareminde sürekli yaşaması; ailenin tüm ihtiyaçlarının da Topkapı Hareminde karşılanmasına yol açmıştır. Bu dönemde Topkapı haremine gelen karaağalar ve cariyeler için yan yana fakat ilişkisiz birer avlu çevresindeki iki koğuş düzeni, haremde hanedan yapılarının dışında, fakat onları kuşatacak, hatta koruyacak şekilde yapılmış olmalıdır. Bu yapılarının işlevsel olarak Kızlarağası Dairesi ile Cariye Hamamı'nı da içerdiği anlaşılmaktadır. Bununla bağlantılı olarak, haremin önemli bir unsuru olan Usta ve Kalfalar Dairesi de Fatih Döneminde yapılan Valide Taşlığı'nı Başhaseki Dairesi karşısında sınırlayan kanada taşınmış olmalıdır. Bu dönemde, Hürrem Sultan'ın konumuna uygun olarak Başhaseki Dairesi'ne ismini verdiği ve Kanuni'nin de III. Murad Döneminde yenilenecek olan haremdeki Hasodası'nı yaptırdığı anlaşılmaktadır.
III. III. Murad ve Nurbanu-Safiye Sultan Dönemleri: 16.yüzyıl sonunda Osmanlı sistemi gibi, harem kurumlaşmasının da sarayda tamamlandığı görülür. Geleneksel Türk-İslâm ailesindeki anaerkil yapının Osmanlı saray haremindeki gerçek ve değişmez görüntüsü Valide Sultan olmuştur. Nurbanu Sultan ve Haseki Safiye Sultan'ın çekişmeli ilişkileri içinde karizmatik iki figür arasında bocalayan III. Murad, bu gerilimli yönetimin Topkapı Sarayı Harem'inden idare edileceği bir yapılaşmaya gitmek zorunda kalmıştır. Topoğrafik şartlardan ötürü payeli bir strüktür üzerinde yükseldiğinden, dönemin klasik mimari anlayışına uygun bu zengin cephe yapıları, haremde güç paylaşımını da temsil etmektedir. Cariye koğuşları bu yeni yapılaşmayla görkemli dairelerin altyapıları olurken, eski Cariye Taşlığı, giderek ikbal ve diğer kadınefendilerin sade bir cephelemeyle de olsa manzaradan, yani haremde odaklanan iktidardan pay alabildikleri bir kimliğe bürünmüştür. Haremde gerek cephede, gerekse Valide Taşlığı'ndaki konumuyla merkez durumundaki Valide Sultan Dairesi perspektif ve cephe açısından sarayın en detaylı yapısıdır. Bir cephe kademesiyle kadınefendi dairelerinden ayrılan Valide Sultan Dairesi, hünkar hamamları sistemi ile mekânsal açıdan Hünkar Sofası ile başlayan Sultan ve Selamlık dairelerine bağlanırken, cephede de anıtsal bir revakla vurgulanmıştır. Valide Sultan Dairesi bu mekânsal önemini tarihte korumuş, Kadınlar Saltanatı denilen ve Valide Sultanların naibe oldukları 17.yüzyılda siyasi olayların sahnesi olmuştur.
Mimar Sinan ve Davud Ağa gibi başmimarlar elinde klasik Osmanlı zenginliğinin ve sanatının kudreti, Hünkar Hamamları ve Hünkar Sofası ile temsil edilmiştir. Harem ve sarayın en büyük tören, kabul ve eğlence salonu olan bu kubbeli klasik yapının daha sonraları değişmiş olan bir cephe görüntüsü ve iç dekoru vardır. Bu sofanın yanındaki III. Murad Hasodası ise, bir Mimar Sinan yapısı olarak Osmanlı klasik mimarisinin, Osmanlı mantık ve estetiğinin ulaştığı denge ve simetrinin canlı bir örneğidir. Osmanlıların üretebildikleri en zengin çinilerle kaplanmış olan iç mekândaki kubbeli yapı, altyapıya yerleştirilen bir havuzla dengelenmektedir. Böylece mekân ve cephede yaratılan padişah, valide sultan ve kadınefendi hiyerarşisiyle, harem kurumlaşmasının değişmez esasları oluşturulmuştur. Klasik mantıkla yaratılan bu rasyonel mimarî düzenleme, harem bahçesindeki büyük havuz ile sürdürülür. Saray sisteminin ve harem hiyerarşisinin Topkapı Sarayı'na yerleştiği bu devrin diğer bir kompleksi de Şehzadegân Dairesidir. 16. yüzyılda Anadolu ve İran'la tehlikeli gelişimler gösteren şehzadelerin saray ve kendi aralarında giriştikleri iktidar kavgaları, sancak beyi olarak tayin edilen şehzadelerin bu dönemde hareme alınmalarına neden olmuştur. Ayrıca Fatih Kanunnamesi'nde devletin devamı için şehzade katline izin verilmesi nedeniyle kamuoyunda saraya karşı oluşan muhalefet de şehzadelerin harem ve hanedan içinde gözetim altında yaşatılmalarını gerektirmiştir. 16.yüzyıl sonlarında haremin devlet üzerindeki otoritesi protokoler cephe yapılarıyla vurgulanırken, ilk dönem haremin özü olan Altınyol, Başhaseki Daireleri üzerine de girift Şehzadegân dairesi yapılmış, bu sistem hamamlı I. Selim'in Kulesi'nin yanı sıra harem bahçesinden kazanılan Şimşirlik bahçelerindeki yapıları da kapsamış haremin dramatik tarihinin sembolü ve en geniş dairesi olmuştur.
15-17. ve 18.yüzyıllar: Bu dönemlerde, 16.yüzyıl sonunda hızlı bir iç dinamikle tamamlanan harem yapılarının ek bölümleri kurumsal zorunluluktan değil, çok harem halkının kalabalıklaşması ve yangınlar nedeniyle oluşmuştur. Sonraki yapılaşmanın sembolik nedeni, bir hükümdarlık sembolü olarak sultanların sarayda Hasoda yaptırma geleneğidir. Bu dönemde oluştuğu bilinen bir yapı grubu da haremin hastane avlusu civarıdır. Bu devirde ayrıca valide sultanların artan gücüyle orantılı olarak dairenin üst katına odalar eklenmiştir.


18.yüzyılda batının yaşayış ve sanat üzerindeki etkisi doğaya ve hafifliğe daha fazla yer veren Barok ve Rokoko dekorasyon uygulamaları-ilkin III. Ahmed'in Hasodası'ndaki (Yemiş Odası) natürmort tasvirli panolarda görülmektedir. Yüzyıl ortalarında ise sultanlar, zenginleşen ve hafifleyen bir Rokoko romantizmini yaptırdıkları köşklere ve iç dekorasyona yansıtmışlardır. Klasik dönemin cepheye çıkma yapan Hazine Odası ve yanındaki Hasoda, I. Abdülhamid Döneminde aynı dekorasyonla kaplanırken, I. Selim Kulesi kısmen yıkılarak yerine konak görünümündeki ahşap Mabeyn ve İkballer Dairesi yapılmıştır. Tarihte Şimşirlik Alanı olarak dramatik bir karaktere sahip olan bölge, 18.yüzyılda hanedanın serbest yaşantısına açılmış ve şehzadelere çifte kasırlar verilmiştir.
Harem yapılarında değişik sanatsal üsluplar göze çarpmaktadır. Osmanlı siyasetini, kültür ve sanatını olduğu gibi gösteren Topkapı Sarayı nadir bir müze örneğidir. Klasik hiyerarşi, güç ve anlamlı bir ihtişam döneminin sembolü olan Topkapı Sarayı, Rokoko eklerle ömrünü tamamlarken, yerini Tanzimat Dönemi Boğaziçi saraylarına bırakmıştır.


AĞRI İSHAK PAŞA SARAYI

İshak Paşa Sarayı, saraydan öte bir külliyedir. İstanbul Topkapı Sarayı'ndan sonra son devirde yapılmış sarayların en ünlüsüdür.
Doğubeyazıt İlçesi'nin 5 km. doğusunda, bir dağın yamacındaki tepe üzerine kurulan Saray, Osmanlı İmparatorluğu'nun Lale Devrindeki son büyük anıt yapısıdır. 18. yy. Osmanlı mimarisinin en belirgin ve seçkin örneklerinden olduğu kadar, sanat tarihi yönünden de değeri büyüktür. Sarayın Harem Dairesi Takkapı kitabesine göre yapılış tarihi Hicri 1199, Miladî 1784'tür.


Saray binasının bulunduğu zemin vadi yakası olduğundan, kayalık ve sert bir yerdir. Eski Beyazıt şehrinin merkezinde olmasına rağmen, bu yapının üç tarafı (kuzey, batı, güney) dik ve meyillidir. Sadece doğu tarafında müsait bir düzlük vardır. Sarayın giriş kapısı buradadır. Aynı zamanda en dar cephesidir.
Saray, kalelerin özelliğini kaybettiği; ateşli silahların bulunduğu bir çağda yapıldığından, doğu yönündeki tepelere karşı müdafaası zayıftır. Cümle kapısı müdafaa bakımından en zayıf noktasıdır. Cümle kapısı bölümü, İstanbul ve Anadolu'da kurulan saraylarınkinden farksız olup, taş işçiliği ve oymacılığı yönünden muntazamdır.
Türklere özgü tarihi saray örnekleri bugün ülkemizde pek az sayıda kalmıştır. Bunlardan biri de İshak Paşa Sarayı ve Külliyesi'dir.
İshak Paşa Sarayı şu mimari bölümlerden meydana gelir:

1- Dış cephe,
2- Birinci ve ikinci avlu,
3- Selamlık dairesi,
4- Cami binası,
5- Aşevi (Darüzziyafe),
6- Hamam,
7- Harem dairesi odaları,
8- Merasim ve eğlence salonu,
9- Takkapılar,
10- Cephanelik ve erzak odaları,
11- Türbe binası,
12- Fırın,
13- Zindan,

14- İç mimariden bazı bölümler (kapılar, pencereler, dolaplar, şerbetlikler, şömineler vs.)
Saray Osmanlı, Fars ve Selçuklu uygarlığının mimari üslubunu bünyesinde toplayan bir özellik taşır. Cildıroğullarından II. İshak Paşa ile Çolak Abdi Paşa'ca 1685'te yaptırılan saraya, 1784'te son şekil verilmiştir. Yapı yaklaşık olarak 115x50 m. ölçülerinde bir alana kurulmuştur. Kesme taştan yapılan sarayın doğu cephesindeki portali kabartma ve süslemeleriyle Selçuklu sanatının özelliklerini yansıtır.



Saray iki avlu ve bu avluda bulunan yapılar topluluğundan meydana gelmiştir. Birinci avludaki yapıların bazıları yıkılmıştır. Dört tarafı yapılarla çevrili ikinci avlu dikdörtgen planlıdır. Girişe göre sağ tarafta selamlık ve onun arkasında haremlik vardır. Bunların sonunda cami ve türbe bulunmaktadır. Türbe Selçuklu kümbet mimarisi üslubunda inşa edilmiştir. Saray bölümü iki kattan oluşmaktadır. 366 oda da bu iki kat içinde yer almaktadır. Her odada taştan yapılmış ocaklar vardır. Taş duvarlardaki boşluklar bütün yapının merkezi bir ısıtma sistemine sahip bulunduğunu göstermektedir. Divan salonu 20x3 m. boyutlarındadır. Duvarları ve tabanı taştandır. Duvarları Türk hat sanatının örnekleriyle, sülüsle yazılmış ayet ve beyitlerle süslüdür. Burada yer alan "İshak meram üzere kerem kıldı cihanı-Binyüzdoksandokuz buna oldu tarih" beytinden sarayın miladî 1784 yılında tamamlandığı anlaşılmaktadır. Sarayın ikinci avlusundaki türbe, kesme taştan yapılmıştır. Bu sekizgen türbe, Selçuklu türbe mimarisi geleneğinin tipik örneği olan kümbet şeklindedir ve iki katlıdır. Duvarları geometrik motiflerle süslüdür. Bu türbede Çolak Abdi Paşa, İshak Paşa ve yakınları yatmaktadır.

Küçüksu Kasrı
Küçüksu Kasrı’nın bulunduğu Boğaziçi’nin bu şirin yöresinde, yerleşim tarihi Bizans Dönemine dek inmektedir. Osmanlılar Döneminde de ilgi çeken ve “Kandil Bahçesi” adıyla padişahın has bahçelerinden biri olarak kullanılan Küçüksu ve çevresini IV. Murad’ın (1623-1640) çok sevdiği ve buraya “Gümüş Selvi” adını verdiği bilinmektedir.
17. yüzyıldan başlayarak çeşitli kaynaklarda “Bağçe-i Göksu” adıyla geçen yörede, özellikle 18. yüzyıldan başlayarak yoğun bir yapılaşma izlenmektedir. Sultan I. Mahmud Döneminde (1730-1754) Divittar Mehmed Paşa, padişah için bu Hasbahçe’nin deniz kıyısına iki katlı ahşap bir saray yaptırmış, bu yapı III. Selim (1789-1807) ve II. Mahmud (1808-1839) dönemlerinde de onarılarak kullanılmıştır.



Sultan Abdülmecid Dönemi (1839-1861), özellikle saray ve kasır mimarlığında batılı biçimlerin tercih edildiği yıllardır. Abdülmecid, Dolmabahçe ve Ihlamur yapılarında uygulattığı yenilikleri, Küçüksu Kasrı’nda da uygulatmış, eski ve ahşap yapıyı yıktırarak yerine bugünkü kasrı yaptırmıştır.



1857 yılında hizmete giren yeni Küçüksu Kasrı’nın mimarı Nikogos Balyan’dır. Bodrumuyla birlikte üç katlı olan kasır, 15x27 m.lik bir alan üzerine yığma tekniğiyle ve kargir olarak yapılmıştır. Bodrum katı kiler, mutfak ve hizmetçilere ayrılmış, diğer katlarsa bir orta mekâna açılan dört oda biçiminde düzenlenmiştir. Bu özelliğiyle geleneksel Türk evi plan tipini yansıtan yapı, genellikle dinlenme ve av amaçlı olarak kullanılan bir “biniş kasrı” niteliğindedir.
Devlete ait diğer saray yapılarının tersine yüksek duvarlarla değil, dört yönde kapısı olan ve döküm tekniğiyle yapılmış zarif demir parmaklıklarla çevrilidir. Abdülaziz Döneminde (1861-1876) cephe süslemeleri elden geçirilen yapı, zaman zaman çeşitli onarımlar görerek günümüze ulaşmış, ancak bu arada eski saraydan kalan ve çeşitli işlevlerdeki ek yapılarını yitirmiştir.
Kabartmalarla süslü ve hareketli deniz cephesinde, bu cepheye yaslanmış şadırvanlı küçük havuzunda, merdivenlerinde çeşitli batılı süsleme motifleri kullanılmıştır. Oda ve salonlar değerli sanat eserleriyle döşenmiş, bu iş için Viyana Operası dekoratörü Sechan görevlendirilmiştir.



Alçı kabartma ve kalem işi süslemeli tavanları, bir şömine müzesini andıran birbirinden farklı renk ve biçimde, değerli İtalyan mermerleriyle yapılmış şömineleri, her bir odada ayrı süslemeli ve ince işçilikli parkeleri, çeşitli Avrupa üsluplarındaki mobilyaları, halı ve tablolarıyla eşsiz bir sanat müzesi niteliğindeki Küçüksu Kasrı, Cumhuriyet Döneminde de bir süre devlet konukevi olarak kullanılmış ve günümüzde bir müze-saray işlevi kazanmıştır.
1994 yılında kapsamlı ve çağdaş bir restorasyon gören Küçüksu Kasrı, halkın ziyaretine açık tutulmakta, hemen yanıbaşındaki iskeleyi, çeşme meydanını ve özgün bahçesini tarihsel ve eskiden olduğu gibi halkın eğlenip dinlenebildiği bir mesire kimliğine kavuşturma çalışmaları sürmektedir. Bu çalışmalar sona erdiğinde, yapının bahçesi diğer saray, köşk ve kasırlarımızda olduğu gibi ulusal ya da uluslararası nitelikteki resepsiyonlara ayrılacaktır.

Kaynak:kultur.gov
Son düzenleyen Safi; 2 Şubat 2016 19:13 Sebep: Resim Linkleri Yenilendi / Kaynak Girildi
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
26 Ocak 2006       Mesaj #5
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
KASIRLAR-YALILAR

- Aynalıkavak Kasrı
- Ihlamur Kasrı
- Şale Köşkü
- Şerifler Yalısı


Aynalı Kavak Kasrı

Üç yüzyıl boyunca Haliç kıyılarını süsleyen ve günümüzde Aynalıkavak Kasrı adıyla tanınan yapı, Osmanlı İmparatorluğu Döneminde “Ayanalıkavak Sarayı” ya da “Tersane Sarayı” olarak bilinen yapılar grubundan günümüze ulaşabilen tek örnektir.
İstanbul’u tanıtan tarihsel kaynaklardan, yörenin Bizans Döneminde de imparatorlara ait bir dinlenme yeri olduğu anlaşılmaktadır. Haliç kıyılarından Okmeydanı ve Kasımpaşa sırtlarına doğru gelişen bu büyük bağ ve koruya; İstanbul’un fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmet’ten başlayarak padişahlar da ilgi göstermiş ve Osmanlı İmparatorluk Tersanesi’nin Kasımpaşa’da kurulup gelişmeye başlamasıyla birlikte yöreye “Tersane Has Bahçesi” adı verilmiştir.



Buradaki yapılaşmaların tarihi, Sultan I. Ahmed Dönemine (1603-1617) dek inmektedir. Tarihsel süreç içinde çeşitli padişahların yaptırdığı kasırlarla gelişen ve “Tersane Sarayı” olarak anılan bu yapılar topluluğu; 17. yüzyıldan başlayarak “Aynalıkavak Sarayı” olarak da adlandırılmıştır.
Saray bütünü içinde yer alan ve Sultan III. Ahmed Döneminde (1703-1730) yaptırıldığı sanılan Aynalıkavak Kasrı, Sultan III. Selim Döneminde (1789-1807) yeniden düzenlenmiş ve bugünkü görünümünü kazanmıştır. Yapı; Divanhanesi, Beste Odası ve bu mekânların pencerelerini dolanan Yesarî’nin talik hattı ile yazılmış, Kasrı ve III. Selim’i öven, dönemin tanınmış şairleri Şeyh Galib ve Enderunî Fazıl’a ait şiirleriyle 18. yüzyıl mimarlık örnekleri arasında özel bir yer almaktadır.



Deniz cephesinde iki, kara cephesinde tek katlı kütlesiyle Osmanlı klasik mimarlığının son ve ilginç yapılarından biri olan Kasır; süsleme açısından da çağının beğenisini yansıtmakta, özellikle besteci Sultan III. Selim Dönemi kültürünün pek çok öğesini bünyesinde barındırmaktadır. Öyle ki, bu kültürün başlıca simgeleri olan sedir ve sedirimsi kanepe, mangal kandil gibi mobilyalarla döşeli olan odalar, bugün yok olmuş bir yaşam biçiminin görünümlerini sergilemektedir. Günümüzde bir müze-saray olarak ziyarete açık tutulan Aynalıkavak Kasrı’nın zemin katı, Sultan III. Selim’in besteci özelliği de göz önünde tutularak, Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan görsel kaynaklar ve kimi kurum ve kişilerin armağan ettiği çalgıların bir araya getirilmesiyle “Türk Çalgıları Sergisi” mekânına dönüştürülmüştür. Kasrın bahçesindeyse, özellikle yaz aylarında konuklara yönelik kafeterya hizmetleri, klasik Türk Sanat Müziği örneklerinin seslendirildiği Aynalıkavak Konserleri ile ulusal ve uluslararası nitelikte resepsiyonlar verilmektedir.

Ihlamur Kasırları


Beşiktaş, Yıldız ve Nişantaşı arasında kalan Ihlamur Vadisi’nin 18. yüzyılda Hacı Hüseyin Bağları adıyla tanınan bir mesire yeri olduğu bilinmektedir. Sultan III. Ahmed Dönemi’nde Padişah’a ait bir “Has Bahçe”ye dönüştürülmesine karşılık 19.yüzyılın ikinci yarısına kadar "Hacı Hüseyin Bağları" olarak bilinen bu alan, I. Abdülhamid (1774-1789) ve III. Selim (1789-1807) dönemlerinde de ilgi çekmiştir.
Sultan Abdülmecid’in (1839-1861) Osmanlı tahtına geçmesiyle birlikte yeni yapılaşmalara gidilmiş,Beşiktaş’ta Dolmabahçe Sarayı, Küçüksu Kasrı ve Ihlamur Mesiresi’nin bulunduğu bu alanda da Ihlamur Kasırları’nın yapımına başlanmıştır.




Sultan Abdülmecid Ihlamur Mesiresi’ne bugünkü kasırları yaptırmadan önce de sık sık gelir ve buradaki yalın ve küçük bağ evinde dinlenir; kimi konukları bu arada ünlü Fransız ozanı Lamartine’i burada kabul ederek görüşürdü.
Yüksek çevre duvarlarının sınırlandırıldığı 24.724 m2 lik ağaçlı bir alan içindeki Nikogos Balyan’ın yaptığı bu iki yapı; yapıldıkları 1849-1855 yıllarından bu yana kimi zaman "Nüzhetiye" kimi zaman da "Ihlamur Kasırları" adıyla anılagelmiştir.
Törenler için düşünülen ve kullanılan Merasim Köşkü: Ön cephesindeki dönemin beğenisini yansıtan Barok çizgiler taşıyan merdiveni, ilginç ve hareketli kabartmalarıyla çarpıcı bir mimarlığa sahiptir. İç süslemelerinde; Osmanlı sanatında 19. yüzyılda tercih edilen motifler ve kalem işleri kullanılmış, Avrupa’nın çeşitli üsluplarındaki mobilyalar ve döşeme öğeleriyle belirli bir bütünlük sağlanmıştır.



Padişahın maiyeti, kimi zaman da haremi tarafından kullanılan Maiyet Köşkü ise; diğerine oranla daha küçük ve daha yalındır.
Sultan Abdülmecid’in genç yaşta ölümünden sonra, Abdülaziz de (1861-1876) ağabeyinin sevdiği bu yapılara ve çevreye fazla önem vermemekle birlikte ilgi göstermiş, meraklı olduğu horoz ve koç döğüşüyle güreşlerin bazılarını bu bahçede yaptırmıştır. Sultan Mehmed Reşad’ın da (1909-1918) zaman zaman kullandığı yapıda, İstanbul’u ziyaret eden Bulgar ve Sırp kralları ağırlanmıştır.



Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra 1966 yılında TBMM Milli Saraylar bünyesinde katılan Ihlamur Kasırları’nın Merasim Köşkü bir müze-saray olarak ziyarete açık tutulmakta, Maiyet Köşkü ve bahçenin bir bölümünde kafeterya hizmetleri yapılmakta ve bu bahçede, diğer saray ve kasırlarımızda olduğu gibi, ulusal ya da uluslararası resepsiyonlar verilebilmektedir. Öte yandan yine bahçede, yakın bir geçmişe dek lojman olarak kullanılan Cumhuriyet Dönemi yapısı da, müze-sanat ilişkisini kuran yeni işleviyle özellikle çocukların, güzel sanatlardaki becerilerini geliştirene resim, heykel ve tiyatro çalışmalarını sürdürdükleri mekânlar olarak değerlendirilmiştir.

Şale Köşkü


İstanbul'da Yıldız Sarayı Arazisindedir. Alman İmparatoru II. Wilhelm'in üç ziyaretinde ağırlandığı bir yapıdır.
II. Abdülhamit'in isteği üzerine üç bölüm halinde (1878-1880, 1889, 1898) inşa edilmiştir.



İki katlı köşkte 60 Oda, 9 banyo, iki hamam vardır.
Sarkis Balyan, Nikolaki Kalfa, R. d'Aranco gibi mimarlar görev almıştır

Şerifler Yalısı



İstanbul Boğaziçi'nde Emirgan sahilindedir. Barok üslupta yapılmış tipi bir Türk yalısıdır. 1782 yılında yapılmıştır. Harem dairesi yıkılmıştır. Günümüze yalnızca selamlık bölümü ulaşmıştır.



Divanhanesinde güzel bir şadırvan bulunmaktadır. Kalemişi tavan ve dolap süslemeleri ve duvar resimleriyle ünlüdür

Kaynak:Kultur.gov
Son düzenleyen Safi; 2 Şubat 2016 19:13 Sebep: Resim Linkleri Yenilendi / Kaynak Girildi
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
27 Ocak 2006       Mesaj #6
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
KONAKLAR - KUŞ KÖŞKLERİ


Hazeranlar Konağı


Hazeranlar Konağı

Amasya'dadır. 1865 yılında defterdar Hasan Talat Efendi tarafından yaptırılıp ablası Hazeran Hanım'a armağan edilmiştir. Üç katlıdır. Selamlık, harem ve hayat bölümleriyle tipik bir Osmanlı Konağı'dır.
Tavan ve dolap kapaklarının bezemeleri, ocakları ve rafları dikkat çekici güzelliktedir. 1984 yılında müze olarak düzenlenmiştir.
Kundupoğlu KonağıGeniş bir bahçe içinde yer alan iki katlı ev 18.yüzyılda Trabzon'un en iyi Türk evi örneğini teşkil ediyordu. Dış duvarlar moloz taş, iç duvarlar bağdadi ve ahşaptır. Girişi doğudaki yarım daire şeklindeki merdivenle sağlanıyordu. 1. katta girişten sonra sofaya geliniyordu. Bu dış sofa dört odaya açılıyordu. Bu kattan günümüze yalnız doğuda ki oda kalmıştır. Onunda iç düzeni büyük değişikliklere uğramıştır. 2. katta sofaya dıştan ahşap bir merdivenle çıkılıyordu. Merdivenden sonra açık bir sofa bulunuyordu. Bu sofada dört odaya geçit veriyordu. Sofadan sonra sağdaki oda evin en süslü odasını teşkil ediyordu ki bugün bu oda da değişikliğe uğramasına rağmen mevcuttur. Bu odadaki ocak ve duvardaki şerbetlikler; alçı ve ahşap oymacılığın iyi örneklerini teşkil ederler. Ayrıca duvarlarda kalem işi çiçek resimleri bulunmaktadır. Pencerelerde vitraylar vardır.

İstanbul Selimiye Camisi duvarında bir kuş köşkü. XX yüzyıl başı.
Son düzenleyen asla_asla_deme; 27 Aralık 2008 00:03 Sebep: Kırık Link
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Ocak 2006       Mesaj #7
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Safranbolu


SAFRANBOLU'NUN YERİ, KOMŞU İL, İLÇE, KÖYLERİ VE MAHALLELERİ
Safranbolu, Kuzeybatı Karadeniz Bölgesi'ndedir. Koordinatları 41° 16' kuzey enlemi, 32° 41' boylamıdır. Karadeniz'den kuş uçumu 65 km. içeridedir. 1995 yılında Karabük'ün il yapılmasıyla, Karabük'e bağlanmıştır. Yeni yönetim düzenine göre komşu iller: Bartın ve Kastamonu; komşu ilçeler: Ulus, Eflani, Araç, Ovacık'tır. 59 köyü olup bazı komşu köyleri: Bulak, Gayıza (İncekaya), Tokatlı, Danaköy, Yazıköy, Konarı, Yörük (Yürük), Akören(Akveren), Oğulören (Oğulveren), Davutobası, Bostanbükü, Çerçen, Hacılarobası, Karıt, Başköy, Kılavuzlar, Kapullu'dur. Ovacuma ise bucak merkezidir. Yürük Köyü çok eskiden beri özellikle İstanbul'da fırıncılıkta çalışan insanları ve büyük evleri ile Safranbolu yakınında önemli bir merkezdir. Safranbolu'nun 1995 yılına göre 20 mahallesi olup isimleri: Akçasu, Babasultan, Bağlarbaşı (Bağlar), Çavuş, Çeşme, Cami-i Kebir, Hacıhalil, Hüseyin Çelebi, Musalla, İsmetpaşa, İzzetpaşa, Karaali, Kirkille, Aşağı Tokatlı, Barış, İnönü, Yeni Mahalle, Cemal Caymaz, Emek, Esentepe’dir. Kıranköy önce Misak-ı Milli Mahallesi olmuş, 1975'ten sonra da Barış ve İnönü olarak iki mahalleye ayrılmıştır.
TARİHÇE
Safranbolu çevresi Paleolitik Çağ'dan beri bir yerleşme yeri olmuştur. Eflani çevresinde üç büyük höyük bulunmaktadır. Homeros’ta bu bölge Paflagonya olarak geçer. Pers ve Helenistik dönemlerini yaşadıktan sonra Roma, Bizans döneminde yoğun bir yerleşme alanı olmuştur. Safranbolu - Eflani bölgesinde 24 tümülüs, çeşitli kaya mezarları, kabartmalar, Safranbolu güneyinde Sipahiler Köyü'nde bir Roma tapınağı sayılabilir. Safranbolu içinde Roma ve Bizans Çağları’na ait eser yoktur. Bu dönemdeki adı da belli değildir. Leonard, Safranbolu'nun eski Germia olabileceğini, Ainsworth ise Zafaran Bolı'nin eski adının yine safran kenti anlamında Flaviopolis olduğunu söyler. Osman Turan Türkler almadan önce kentin adının Dadybra olduğunu yazıyor
Türkler'in Anadolu'ya gelmesinden sonra Safranbolu tarihi, Kastamonu tarihine bağlı olarak gelişir. Bu bölge ilk önce Danişmentliler zamanında Türklerin eline geçmiştir (12.yy başı). Sonra tekrar Bizans'a geçmiş, 13. yy başlarında Çobanoğulları burada yerleşmiştir. Çobanoğulları önce Selçuklulara sonra İlhanlılara bağlı kalmıştır. 13.yy sonlarında eflani'de kurulan Kayı Boyu'ndan Candaroğulları Beyliği de burada önce Selçuklulara sonra İlhanlılara bağlı olarak yaşadıktan sonra 15.yy başlarında kısa bir süre bağımsız olmuş, sonra Osmanlılara bağlı kalarak 1461 yılına kadar egemenliğini sürdürmüştür. Kentin o dönemdeki adının Zâlifre veya Zalifra olduğu sanılıyor. Safranbolu'da Candaroğulları döneminden Eski Cami, Süleyman Paşa Medresesi ile Eski Hamam kalmıştır. Bütün bu dönemlerde ve daha sonra Osmanlı döneminde merkez hep Kastamonu olmuştur. Safranbolu, Candaroğulları döneminden başlayarak Osmanlı döneminde de uzun bir süre Taraklı Borlu adıyla anılmıştır. 18.yy'dan itibaren önce Zağfiran-Borlu sonra Zağfiranranbolu adı da kullanılmaya başlanmıştır. Rumlar ise Safranpolis veya Teadorapolis demişlerdir.
Safranbolu'nun Osmanlı dönemindeki geçmişine ait yayınlar pek azdır.Tarihî yapılarına bakarsak bazı isimler ortaya çıkıyor. Bunlardan Cinci Hoca, Köprülü Mehmet Paşa, İzzet Mehmet Paşa, Safranbolu'da eserler bırakmışlardır.
YAPI MALZEMESİ KAYNAKLARI
Taş
Civardaki kalkerler yapı taşı olarak kullanılmıştır. Bu sert mavi kalkerlerden iyi cins kireç yapılır. Küfünk denilen gözenekli hafif bir taş ahşap çatkı dolgusu ve testere ile kesilerek baca yapımında kullanılmıştır.
Ker***
Genel olarak her topraktan ker*** yapılmıştır. Özel olarak Köprücek’ten gelen topraktan yapılan ker*** beğenilirdi.
Kiremit
Çerçarı, Bostanbükü köyleri ve Çamlıca mevkiinde elde yapılmış ve pişirilmiştir.
Ahşap
Safranbolu evlerine baktıkça çok iyi nitelikte ve bol ahşap kullanıldığını görüyoruz. Bu bölgede bugün toplam alanın yarısında fazlasını ormanlar kaplar. Eski devirde bu oranın daha çok olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz. Bugün Karabük Orman İşletmesi alanında ağaçların %38’i köknar, %30'u kayın, % 20'si çam, % 9'u meşedir.Yapıda kullanılan ağaçlar köknar ve çamdır, çok az ceviz ve kavak da kullanılmıştır. Ev için ağaç siparişi orman köylerine veriliyordu.Gayıza, Tokatlıköy, Danaköy, Karaevli, Susundur, Arıcak, Başköy gibi dağ köyleri kestikleri ağacı balta ile yontup katırların iki yanına iple bağlayarak sürüklerler.
Daha kalın ağaçları ise öküzler taşır. Tahta el bıçkısı ya da su hızarlarında kesilir. Danaköy’de 20.yy'ın ilk yarısında 3 su hızarı vardır.
Bağlayıcılar
Kireç: Gayıza başında ormanda yakılır. Çevredeki mavi kalkerler iyi kireç verir.
Çamur harcı: Her cins topraktan ker*** hamuru gibi hazırlanır.
ÖNEMLİ TARİHİ YAPILAR
Safranbolu içinde Bizans dönemine ait yapı kalıntısı henüz bilmiyoruz. Kıranköy’deki Aya Stefanos (Hagios Stephanos) Kilisesi (Ulucami) belki de Theodora tarafından yaptırılmıştır. Eski camii bir bizans kilisesinden değiştirilmiş olabilir. Türklere ait kalıntılar Candarogullları döneminden başlamaktadır. Bu yapılar zaman içinde değişimler geçirmişlerdir. Burada yalnız en önemlileri sayarsak;
Dini Yapılar
Camilerin sayısı 30 kadardır. En eskisi Candaroğulları devrinden Süleyman Paşa Camii (Eski Cami)'dir (14.yy) Daha sonra en önemlileri Köprülü Mehmet Paşa Camii (1662), İzzet Mehmet Paşa Camii (1796), Dağdelen Camii (1768), Kazdağlı Camii (1779)’dir.
Eğitim Yapıları
Süleyman Paşa Medresesi'nin (14.yy) bugün yalnız temelleri kalmıştır.
Sosyal Yapılar
Cinci Hoca Kervansarayı (Cinci Hanı, 17.yy), Eski Hamam (14.yy), Yeni Hamam (17.yy), ayrıca 100 kadar çeşme 15 kadar köprü vardır.
Bu yapılara bakarak Safranbolu'nun 14. yy'da önem kazandıgı, 17 yy’dan 18. yy sonuna kadar bazı devlet adamlarından ilgi gördüğünü ve 18.yy'dan beri de kendi ekonomik gücünün artmasıyla 20 yy’ın ilk Çeyreğine kadar küçük cami ve özellikle çeşme olarak pek çok yapı oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Yalkın, 1940’ta Şehir’de 1766, Bağlar’da 1075 ev olmak üzere 2841 ev sayıyor. Rumlar ticaret, kunduracılık, terzicilik, duvarcılık, taşcılık yaparlar ve Türkçe konuşurlardı. Yazlık evleri yoktu. Mubadelede Yunanistan’a gitmişlerdir (1924). 1965 sayımında Şehir’de 1140, Kıranköy’de 249, Bağlar’da 912 olmak üzere 2301 ev vardır.

Safranbolu’daki nüfus sayımları şöyledir:
  • YılNüfusYılNüfus1890-19007500-800019659771193555711970124681940 532719751470019455164198019440195053881985224041955615519902435119607352199 731387
19. yy. sonundaki nüfus sayımından önceki nüfus ve özelliklerini bilmiyoruz. Kentteki anıtların dağılışına göre önce kale içi ve çevresinde olan yerleşmenin giderek artığı, vadiyi doldurduğu, güvence ve refahın artmasıyla da bağların yazlık mahallelere dönüştüğünü söyleyebiliriz. Eskiden de herhalde nüfus on bini aşmamış olmalıdır.
Eski dönemde beyler, yöneticiler, Rumlar dışında homejen bir toplum olduğu söylenebilir. Yüksek gelir düzeyi ve devrin kapalı ekonomisi bunu sağlıyordu. Her ailenin iki evi olması bunu kanıtlıyor. Üretim ve ticaret bir lonca düzeni içinde birbirini denetliyor ve destekliyordu. Lonca kalktıktan, ekonomik düzen bozulmaya başladıktan, Demir Çelik Fabrikası da kurulduktan sonra sosyal sınıflar ortaya çıktı. Bugünkü sınıflar nüfüsa göre şöyledir. İşçiler %37, memurlar %20, küçük esnaf %11 zenaatçı %8, tacir %4, çiftçi %1, diğerleri %19.
Safranbolu çevresinde bazı yürük köyleri vardır. Bunların başlıcaları Yürük, Hacılarobası, Davutobası’dır. 1935’lerde yerleşmiş diğer yürüklerin dışında göçebe olanlar (tahtacı ve çepniler) da vardır. Ayrıca Kürtler ve Zazalar da göçebe olarak çevrede yaşarlardı.
Folklor
Safranbolu bölgenin en güçlü folklor varlığına sahiptir. Gelenekleri, töreleri, masalları, türkü, müzik ve oyunları, ayrı ayrı incelenmeye değer konulardır. Bütün bu folklor öğelerinin arkasında Türk toplumunun özelliklerini görürüz.
EKONOMİ
Safranbolu evlerini incelerken evlerin büyüklüğü, düzgün, sağlam yapılışı, iç düzenlemenin zenginliği, geniş, bol meyveli, içinde havuzu, havuzlu köşkü olan bahçeleri her ailenin yazlık - kışlık iki evi olması insanlarının güngörmüşlüğü, inceliği, saygınlığı bizi Safranbolu'daki bu zenginliğin nedenlerini araştırmaya iter.
Tarım
Kent içinde kapalı ekonomi sonucu herkes kendi yiyeceğini kendisi üretir. Bunlar sebze, meyve ve mevsimlik hazırlanarak saklanabilen yiyecek maddeleridir. Bunun dışında dışarıdan et, yağ, şeker satın alınır. Safranboluluların çok büyük bir bölümünün kent çevresinde tarlaları vardır. Şimdi Demir Çelik Fabrikalarının bulunduğu alanda da eskiden çeltik tarlaları vardı. Buğday, arpa, pirinç ve saman ortakçıya verdiği bu tarlalardan gelirdi.
Safran:
Kentin adı "Safran"la başladığına ve bugün bile yetiştirildiğine göre safrandan biraz daha ayrıntılı söz etmek doğru olur. Süsengillerden (iridaceae) safran (Crocus sativus L.), soğanlı, çiğdeme benzer, eflatun-mor çiçekleri olan bir bitkidir. Eylül-ekim aylarında çiçek açar.Dişi organın tepecikleri gün doğarken toplanır. Dikildikten bir yıl sonra çiçek açar. İki yıl çiçeği toplanır sonra sökülür. Yüz bin çiçekten toplanan tepeciklerin ağırlığı ancak 1 kg olur.
Kullanılışı: Kokusuz boyar madde olması ve ilaç etkisi nedeniyle eczacılıkta, boyacılıkta ve yemeklere katkı maddesi olarak kullanılır. Boya olarak kendi ağırlığının yüz bin katı suyu boyayabilir.
Tarihçe: Homeros ve Hippokrates safrandan söz ediyor. İran ve Keşmir'de uzun yıllardan beri yetiştirilmiştir. Moğollar Çin'e, Araplar İspanya'ya, Haçlılar Avrupa'ya yaymışlar. Eski Yunan ve Roma'da kokusu ve ilaç etkisi nedeniyle çiğneniyor. Boya olarak kullanılıyor.
Yetiştiği yerler: İspanya, Fransa, Sicilya, Apenin etekleri, İran ve Keşmir'dir. Türkiye'de İstanbul, İzmir, Safranbolu, Adana, Birecik'te yetiştirilir. Safranbolu'da üç köyde (Akveren, Oğulveren, Davutobası) bir kaç aile bu işle uğraşmaktadır.
Ekonomi: Safranın yüzyıl başında ekonomik değerinin ne olduğu hakkındaki belgeler henüz pek bilinmiyor. 19.yy sonunda Safranbolu'da ekim ayında toplanan safranın Suriye ve Mısır'a ihraç edildiğini biliyoruz. 1923'te 3200 Osmanlı lirası değerinde safran İstanbul ve Ankara'ya ihraç edilmektedir. Türkiye'de yetişen safran bugün yurt ihtiyacını karşılayamamakta, dışarıdan ithal edilmektedir.
Hayvancılık
Kent içinde her evde genellikle bir inek vardır. Sütü için beslenir. Sabahları hergele denilen sürünün çobanı hergeleciye verilir. Çevrede en çok beslenen hayvan tiftik keçisidir. Sütten yoğurt, tereyağı yapılır. Kasaplık hayvanlar daha çok erkek hayvanlardır. Safranbolu'da koyun yenmez. Keçiden sonbaharda kıyma denilen kavurma yapılır ve et kesilmediği zamanlar yenir. Hayvancılık yünü, kılı ve derisi bakımından da önemlidir.
Yaylalarda yapılan arıcılık da eski devir için önemli bir üretim koludur. Şeker yerine kullanılan baldan ayrıca balmumu da çıkarılarak ihraç edilir. Balmumu dikicilikte de kullanılan yardımcı bir maddedir.
Dericilik
Safranbolu'nun en önemli üretimi deri ve deri eşyadır. Safranbolu'da dericiliğin ne zaman başladığını bilmiyoruz. Bu işe çok uygun Tabakha ne Deresi vadisinin, hem doğal yapısı hem de tabaklamakta kullanılan su kaynağı, atık suyun kolay atılabilmesi, pis koku ve görünümlerin esas kenti etkilememesi açısından belki de çok eskiden beri tabaklığa ayrıldığını söyleyebiliriz. Dericilik 18.yy sonuna kadar Osmanlılarda ileri bir düzeydeydi. Safranbolu'daki dericilik hakkında Mordtmann 1852 yılında ekonomik değeri olduğunu yazıyor. 1890 yıllarında ise 84 tabakhane sayılıyor. Yine o yıllarda kentin nüfusu 7500 olduğuna göre dericilik çok yoğun bir üretim kolu olmalıdır. Safranbolu'nun dış etkenlerden uzak kalması ve makineleşmenin dericiliği geç etkilemesi bu üretimin 20. yy ortalarına kadar az çok devamına neden olmuştur. Loncalar 1910'da kanunla kaldırılmış olmasına rağmen gelenekler içinde etkisi gittikçe azalarak devam etmiştir. Daha sonra yarı işlenmiş derilerin Avrupa'ya ihracı kârlı olmuş ve bunları satan tacirler içinden zenginler türemiştir. 1924'te yayınlanan Safranbolu Ticaret ve Sanayi Odasının kitapçığında yüze yakın tabakhanede 415 kişinin çalıştığı; yemenici, kunduracı, dikici olarak 430 kişinin olduğu; sahtiyan, manda gönü, siyah ve beyaz vakete, kösele olarak 84.600 Osmanlı lirası ihracat yapıldığı; kösele, glase ve rugan olarak 17.900 Osmanlı liralık Avrupa deri ithal edildiği; çevreden 56.000 Osmanlı lirası değerinde sığır, manda, keçi, koyun derisi getirtildiği, deri ile uğraşan 16, yemeni, kundura, kavafiye ticareti ile uğraşan 5 tacirin olduğu yazılır. Yine aynı yıllarda Safranbolu Debbağ Şirketi bir deri fabrikasını tamamlamak üzeredir. Bu fabrika ne yazık ki çok kısa bir süre çalışabilmiştir.
Ayakkabı modası, köylü için daha ucuz lastik ayakkabıların satışa çıkması yemeniciliğin önemini azalttı. Yarı işlenmiş derilerin de Anadolu'nun çeşitli yerlerinde kurulan fabrika ürünleriyle son olarak Demir ve Çelik Fabrikası dericiliğin sonu oldu.
Tabakhane: Aynı adla anılan dere boyunca bir vadi içinde yer alır. Mescidi ve kahvesi vardır. Mescid altından çıkan su kimyasal yapısı ile tabaklığa uygundur. Vadi kenarlarında yer alan doğal ve yapay çukurlara bırakılan deriler belirli bir sürede olgunlaşır. Tabaklık yorucu ve uzun süren bir iştir. Bu işte çalışanlar lonca düzeninde örgütlenmişlerdi. Çevreden toplanan ham deriler burada işlenerek en iyi işlenmiş deri haline gelir. Deri işlemede kullanılan yöntem gelenekseldir. 1975'te geleneksel yöntemle ara sıra çalışan iki işlikle,bazı işlemleri makina ile yapan iki işlik vardır.
Deri İşleyenler: Tabakhanede işlenen deriler dikiciler ,semerciler ve saraçlar tarafından alınır.
Arasta:Yemeni diken dükkân sahibi dikiciler, arasta denilen çarşıda toplanmışlardır. Yanlarında kalfa ve çırak çalıştırırlar. Arastada 46 dükkân yer alır. Çok küçük olan bu dükkânların her birinde 3-5 kişi çalışır. Yemeniler iplere dizili olarak dükkânda sergilenir. Yüzyıl başında üretilen yemeni türleri şunlardı: Kadın ayakkabıları, küçükten büyüğe: zenne, zelgerde. Erkek ayakkabıları, küçükten büyüğe: lorta, ürüzger, ulu ayak. Ayrıca mes ve süm süm mes yapılırdı. Üretilen yemeniler daha çok dışarıdan gelen kavaflara satılır. Bunlar çok sayıda hayvan ve denklerle Safranbolu’ya gelirler. Dikiciler cumartesi günü öğleden sonra, ürettikleri yemenileri sepetlere koyarlar ve alıcılara toptan verirler. Alıcılar çoğunlukla iki haftada bir gelir. Dikiciler sabahlara kadar süren uğraşlarına rağmen ancak geçinmişler, zengin olamamışlardır. Tabak ile kasım ayından kasım ayına hesaplaşırlar. Daha önce para kullanılmaz. Safranbolu'daki yemeniciliğin ne kadar etkin olduğu Kurtuluş Savaşı'nda ordu ihtiyacı bir bölümünü karşılamış olmasından anlaşılabilir. 1923'te 15.000 Osmanlı lirası değerinde kundura çevre köy ve kasabalara satılmaktadır.
1975'te arastada çalışan bir iki dükkân kalmıştır.
Semerciler ve Saraçlar: Ulaşımda önemli bir araç olan at ve eşek Safranbolu ve çevresinde çok sayıda kullanılıyordu. Bu yüzden semercilik ve saraçlık yaygın bir üretim koluydu. Çarşıda Semerciler İçi ve Saraçlar İçi adı verilen iki sokakta toplanmışlardır.1923’te semercilikte uğraşan 120 kişi olduğu bilinmektedir.
1975 yılında birkaç semerci bulunuyordu.
Nalbantlık: Kent içinde her evde bir ya da iki binek hayvanı olduğu için bu hayvanların nallanması işlemini yapan nalbantlar vardı.
Demircilik: Çarşı bölgesinde bugün bile yaşayan demirciler eski devrin çok önemli bir üretim koluydular. Tarım aletleri, koşum takımlannın parçaları, ahşap ve deri işlemeye yarayan aletler, ev ekonomisinde kullanılan aletler, yapı üretiminde kullanılan alet ve malzemeler (balta, keser, çekiç, çiviler, burgu, güllap, kilit, kapı halkası, şakşağı, demiri, yel demiri, kancası vb.) demirciler çarşısında yapılmaktaydı.
Bakırcılık: Safranbolu, çevrenin bakır çarşısıdır. Bugün yalnız kalaycılık ve dışarıdan getirilmiş bakır kap satan bakırcılar, eski devirde kendileri bakır kap yapıp satıyorlardı.
Dokumacılık
Bez Dokuına: Dokumacılık evde yapılır. Bir kapalı ekonomi ürünü olmasına rağmen üretim fazlası satılır, yerine çoğunlukla iplik alınırdı. Yüzyıl başında evlerin belki dörtte birinde dokuma tezgâhı vardı. Yine yüzyıl başında artık iplik eğirilmiyor dışarıdan getirtiliyordu. Ticaret değeri olan bez daha çok kalın bezdir. Bu bez tacire satılır. Tacir bunu boyattırır. Mavi boyalısından (Gök bez) köylüler erkek pantolonu yapar; üzerine çeşitli desende baskı yapılanı ise çite bezi adıyla satılır. Köylü kadınlar bu bezden dizlik denilen şalvar yapar. Ayrıca yatak yüzü, bohça yapılır. Tacir satın aldığı ince bezden ise üzerine baskı yaptırarak sofra bezi, karakalem yazdırarak yazma baş örtüsü yaptırır ve satar. Yollu dokunan beze alaca denir. Döşemelik olarak da kullanılır.
1923'te 72.500 Osmanlı lirası değerinde pamuk ipliği getirilmektedir. Yine aynı yıl 350 tezgâhta bez dokunmakta ve dokunan beyaz bez çevreye satılarak 21.000 Osmanlı lirası gelir elde edilmektedir.
Bugün dokumacılık kalmamıştır.
Mutaflık: Hayvan kılından harar, kıl heybe, yem torbası, kolan, at çulu, kepre, sergi (bulgur vb. serilen yaygı) bazı evlerde kadın ve erkekler tarafından dokunur. Ticaret malıdır. 1923'te mutaflıkla uğraşan 120. kişi, ticaretini yapan 5 tacir vardır. 9 bin Osmanlı liralık satış yapılmaktadır.
Bugün mutaflık kalmamıştır.
Keçecilik: Koyun yünü ve eşek tüyünden evde ya da dükkânda yapılır. Tümüyle ticaret değeri olan bir iştir. 1923'te 10 keçeci olduğu biliniyor.
GELENEK, GÖRENEK VE DİN
Gelenek, görenek ve din, azla yetinen bir yaşama felsefesi getirmiştir. Tutumludur. Lükse düşkünlük görülmez. Herşeyde yalınlık vardır. Yere oturur, yerde çalışır, yer yatağında yatar, yerde yemek yer. Evde fazla eşya yoktur. Süsleme bile malzemenin kendi yapısı içinde kalır. Malzemenin doğal görünüşü bozulmaz. Bu yüzden zengin ve fakir evleri kolay ayırt edilemez. Bu yalınlığa rağmen bir bolluk vardır. Yiyeceği boldur, çeşitlidir; odası çoktur, büyüktür; evi bile iki tanedir. Hiçbir sıkıntısı olmayan, sağlıklı bir toplumdur.
Harem-Selâmlık
Din ve gelenekler evi dışarıya kapar, bu yüzden ev içi ve bahçeler yüksek duvarlarla ayrılmıştır, pencereler kafeslidir, kadın yabancı erkeğe görünmez. Bazen aynı evin içinde bile, kadınlar ve erkekler ayrı ayrı yaşarlar. Safranbolu'da selâmlık ve harem olarak ikiye bölünmüş böyle evler vardır. Bu düzen daha çok zengin evlerinde görülmekteydi. Hacı Memişler’in bağ evi yanyana bitişik harem ve selâmlıklıdır. İncelenen evler içinde Kaymakamlar Evi'nde harem ve selâmlık girişleri değişik katta iki ayrı sokaktan sağlanmıştır. Hacı Salih Paşa Evi’nde de harem ve selâmlık için iki ayrı giriş ve iki ayrı merdiven vardır. Diğer evlerde giriş tek olmakla beraber aile yaşantısını tedirgin etmeden evin merdivenden kolay ulaşılabilen bir odası selâmlık odası olarak kullanılır. Selâmlık odaları biraz daha özenlidir. Eski örneklerde tepe pencerelidir. Tavanları daha süslüdür.
Dönme Dolap:
Eski devirde ev içinde bile kadın yakın aileden olmayan erkeklere görünmediğinden evin harem bölümünden selâmlığa hizmet eden kadınların kendini göstermeden yemek, kahve, şurup alıp vermesi için iki oda arasında bir dolap içinde dönme dolap yapılmıştı. Bu dolabın raflarına konan kaplar, dolap elle çevrilerek öbür bölüme iletilir. Bu tasarım, ayn bir selâmlık bölümü ve hizmetlileri olmayan evlerin geleneklere uyumunu yansıtıyor.

Selâmlık Köşkü:
Bazı evlerin bahçelerinde selâmlık köşkleri vardır. Bu köşkler bir ya da birkaç odalıdır. Ana oturma alanında çoğunlukla bi havuz yer alır. Bazı evlerin alt katlarındaki selâmlık odalarında da havuzlara rastlanıyor. Asmazlar'ın her iki Şehir evinde böyle havuzlar vardır. Havuz yerden 50-60 cm kadar yüksektedir. Çevresinde duvar dibinde sedirler yer alır. Curtlar'ın yazlık selâmlık köşkünde pencere duvarında direkli bir sekilik, kahve ocağı, yanda iki oda abdestlik-helâ vardır. Pencerelerde hâlâ cam yoktur. Havuzlu ana zemin kat üzerine kurulmuştur. Bağlar’da Rauf Beyler'in Evı'nde de görkemli bir selâmlık köşkü vardır. Simetrik planı az bulunur niteliktedir. İki odası ve arasındaki eyvanı, orta büyük havuzu ve çevresindeki sedirleriyle 8 metre açıklıklı havuz odası kalem işi süslemeleriyle olağanüstü bir mimarlığı yansıtır. Selâmlık köşklerine ayrı bir sokak kapısı ile bahçeden girilir. Bir tek odadan oluşan havuzlu bahçe köşklerine havuz odası orta havuzu, fıskiyesi, çevresinde sedirleri ve bazen kahve ocağı olan bu havuzlu odalar genellikle çokgen planlıdır. Bağlar'da çeşme suyu olmayan bazı evlerde ortada bir kuyu, kenarında sedirler olan kuyu odaları vardır. Bu odada da havuz odası gibi yazın serinlemek için oturulur. Kuyuda su ve meyve soğutulur.
Abdest
Dinin gereği olarak ibadet etmeden önce abdest almak zorunludur. Evde bu işler için ayrılmış abdestlik ve gusülhaneler bulunur. Yaşama birimi olan odanın boy abdesti almak için de düzenlenmiş olması aile içi yaşayışın gizliliği bakımından doğru çözümlenmiş bir sonuçtur.Yine abdest bozma ve abdest alma yakın ilişkisi helâ-abdestlik düzeni ile çözümlenmiştir.
Geleneklerin sonucu olarak bulaşık suları, helâ suyu ile karıştırılmaz. Bulaşık yıkamak için bir tasarım yapılırsa kullanılan su ayrı bir yolla başka bir çukurda toplanır. Evde ibadet için özel bir yer ayrılmamıştır.İnançlara göre temiz olan her yerde, her odada namaz kılınabilir.




Safranbolu Evlerinden Örnekler




Akçasu, Dağdelen Camisi. Yamaçların birbirine uzaklığı, gözün bütünü kavrayıp, detayı ayıracak orandadır. Yamaca yerleşen evler birbirlerini örtmezler. Karşı yamaçtan onları tek tek seyredersiniz. Arkalarında kayalıklar duvar gibi yükselir, evleri kışın sert rüzgârlarından korur.



Engebeli arazide, Çuhadar ve Gümüş Sokak’ın birleşiminde Karaosmanlar’ın şehir evi, köşe evi olarak çok büyük bir ustalıkla biçimlendirilmiştir. Taştan zemin katı, destek duvarı görevini de yaparak üst katları taşır. Üst katlar çıkmalarla hem enine hem yüksekliğine büyüyerek sokağa perde perde açılır. Köşedeki kapı, orta ve üst katlarda büyüklük ve aralıkları ustaca düzenlenmiş pencereler, orta ekseni güçlendiren üçgen alınlık ve ortasına yerleştirilen tuğra biçiminde Maşaallah ile olağanüstü bir cephe kurulmuştur. Ne yazık ki bu cephe şimdi bozulmuş durumdadır.



Evin sokak yanındaki duvarı sokağın doğal çizgisini izler. Bu duvar bahçe duvarının devamıdır. Onun üzerinde ise başka bir düzen gelişir. Son kat varılmak istenen amaçtır. Ölçüleri ile Taşatarlar Evi çok dengeli bir mimarlığı yansıtır. (Akçasu)



Hayatın ara katı da kapsayan ahşap kaplaması üst katı taşıyan dikmeleri saklar. O zaman bu koca beyaz kütle, sanki bir gölge üzerinde yükseliyormuşçasına şaşırtıcıdır. (Saraçlar şehir evi)



Zemin katı pencerisizdir. Orta katı zemin katınının devamıdır. Üst kat odaları çıkma yapar. Değişik boyda payandalar simetriği bozar. Kocaman kütle çıkma ve pencere tekrarı ile yumuşatılmıştır. Orta kat sofası camsız olup muşabaklarla dışa açılır. (Gökçüoğlu bağ evi)



Kapılar düz, düşey tahtalarla yalın bir görünümdedir. İki kanatlıdır. İri başlı çiviler (kalpaklı çivi) hem kapıyı süsler hem de arka kuşaklara tahtaları bağlar. Bini, klasik üslupta süslenmiştir. (Kayyumlar şehir evi)



Odaya giriş dolaylı olup tavanı daha alçaktır. Oda tavanı gibi teknetavan yönteminde yapılmıştır. Arkada kapısı aralık çubuk dolabı görünüyor. Sağda yüklük ve altında gusülhane vardır. Bu oda misafir odası olmalıdır. (Gökçüoğlu bağ evi, orta kat)



Türk odasının en önemli özelliği bir yaşama biçimi olarak çok amaçlı kullanılmasıdır. Hem odada oturulur, çalışılır, yemek yenir, uyunur, yıkanılabilir. Burada en büyük etken eşyaların taşınır olmasıdır. Eşyalar, gerekli olduğu zaman ortaya getirilir, kullanıldıktan sonra tekrar yerlerine konur. Bu amaçla orta alan boş bırakılmıştır. Bugüne kalmış geleneksel odaların önemli örneklerinden biri olan bu oda sahibi Nezihe Aycan tarafından titizlikle korunmaktadır. (Emirhoca zade Ahmet Bey bağ evi)

Son düzenleyen Safi; 2 Şubat 2016 19:14 Sebep: Resim Linkleri Yenilendi
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
29 Ocak 2006       Mesaj #8
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
DİNSEL YAPILAR


Akdamar Kilisesi


Van Gölü'ndeki Akdamar adasında bulunan kilise 915-921 yılları arasında yapıldı. Mimarı Keşiş Manuel'dir. Ermeni Kralı I. Gagik tarafından yaptırılmıştır. Dört kollu, haç biçiminde bir planı vardır. Taş işçiliği ve duvarlarındaki kabartma figürlerle Ermeni mimarlığının önemli yapıları arasındadır.




Ayasofya (Hagia Sophia)



İstanbul'da 532'de yanan bazilikanın yerinde Bizans İmp. Justinianus tarafından mimar Antemius ve İsidoros'a yaptınlarak 537'de ibadete açıldı. Çeşitli onarımlarla günümüze ulaştı. En büyük onarım Mimar Sinan tarafından yapıldı ve kubbe yıkılmaktan kurtarıldı. 1453 yılında İstanbul alınınca camiye dönüştürüldü. Çeşitli padişahlarca dört minare eklendi. 1934 yılında müze haline getirildi. Mozaikleriyle ünlü yapıyı 55.60 m. yüksekliğinde ve içten 30.80.-31.88 m. çapında 40 kaburgalı bir kubbe örtmektedir. Binanın ağırlığını 40'ı aşağıda, 67'si üst katta 107 sütun taşımaktadır.




AYA İRİNİ (ST. İRENE)


Topkapı Sarayı I. avlusunda yer alan Aya İrini VI. yüzyılda İmparator Iustinianus zamanında inşa edilmiştir. Yapı atrium, narteks, üç nefli naos ve apsisten oluşmaktadır. Malzeme ve mimarisi ile tipik bir Bizans yapısıdır.
1453 yılında İstanbul'un fethinden sonra kilise camiye çevrilmediği için yapıda önemli bir değişiklik yapılmamıştır.


Uzun süre ganimet ve silah deposu olarak kullanılmıştır. Tophane müşirlerinden Damat Ahmet Fethi Paşa 1846 yılında Türk müzesinin ilk nüvesini oluşturan eserleri burada sergilenmiştir. 1869 yılında Aya İrini, Müze-i Hümayun (İmparatorluk Müzesi) adını almıştır. Zamanla, sergi mekânlarının yetersiz kalması nedeniyle buradaki eserler 1875 yılında Çinili Köşk'e taşınmıştır. 1908 tarihinden itibaren Aya İrini Askeri Müze olarak kullanılmıştır. Daha sonra bir süre boş kalan yapı onarılmış ve Ayasofya Müzesi Müdürlüğü'ne bağlı bir birim haline getirilmiştir. Ayasofya Müzesi Müdürlüğü'nün izni ile gezilebilir


NOEL BABA


Bütün dünyada Noel Baba olarak tanınan Aziz Nicholaos, Türkiye’nin Akdeniz kıyılarında önemli bir Lykia kenti olan Patara'da doğmuştur. M.S. 300'e doğru Patara refah içindeyken kentte yaşayan zengin buğday tüccarının bir oğlu olur ve ona Nicholaos adı verilir. Doğduğunda göğün bir hediyesi, ana-babasının dualarının ve sundukları adakların bir meyvesi, fakirlerin bir kurtarıcısı olarak dünyaya geldiğine işaret edilmiştir. Daha gençliğinde bile mucizeler yarattığına inanılır. Bu inanca göre inşa halindeki bir kilisenin yıkılmasıyla enkaz altında kalan Nicholaos, annesi ağlayıp inlerken, üzerine yığılan taşların altından sağlam olarak kurtulmuştur.
Bir süre sonra babası öldüğünde büyük bir servetin tek mirasçısı olmuş ve servetini yoksullara yardım için harcamaya karar vermiştir. Bu sırada Patara'da önceleri çok zengin olan bir şahıs fakirleşmiş ve kızlarının çeyizini yapamayacak duruma gelmiştir. Çaresizlikten kızlarını satmayı bile düşündüğü bir anda, Nicholaos durumu görerek onlara yardım etmeye karar verir. Kendini belli etmemek ve aynı zamanda gururlarını kırmamak için kızların evine gece gider. Onlar uykuda iken büyük kızın açık olan penceresinden çeyizine yetecek olan bir kese altını içeri atar. Sabah parayı bulan büyük kız çok sevinir ve kötü durumdan kurtulur.
Daha sonra ortanca ve küçük kızın çeyiz paralarını da karşılamak isteyen Nicholaos, pencereleri kapalı olduğu için bacadan atar. İşte Noel Baba'nın yılbaşında hediye bırakma öyküsü böylece doğar. İkonalarda ve resimlerde de Nicholaos'ın üç altın top ile gösterilmesi bu yüzdendir.
Aziz Nicholaos'un yaşamıyla ilgili bir öykü de şöyledir;
Nicholaos hacı olmak üzere Kudüs'e gider. Geri dönüşünde fırtınaya tutulan gemiyi dualarıyla batmaktan kurtarır, ayrıca denize düşerek boğulan bir denizciyi de diriltir. O günden sonra Aziz Nicholaos denizcilerin de koruyucu azizi olarak kabul edilmiştir.
Nicholaos bir müddet sonra Patara'nın komşu kenti Myra'ya göç eder. Myra Başpiskoposu ölmüş yerine geçecek kişi üzerinde anlaşma sağlanamamıştır. Bunun üzerine sabah kiliseye ilk gelen kişinin başpiskopos olması kararlaştırılır. Aziz Nicholaos kiliseye ilk gelen kişi olarak başpiskopos seçilir. Burada da mucizelerine devam ederek üç generali ölümden kurtarır. Diğer bir öyküsü ise şöyledir:
0 yıl Myra'da kıtlık çıkar. İskenderiye'den Byzantion'a mısır götüren bir filo Myra'nın limanı olan Andriake'ye uğrar. Nicholaos hemen limana koşar ve her gemi başına bir miktar mısır vermelerini ister. Gemiciler Byzantion'a vardıklarında istemeyerek verdikleri mısırların yerlerinde olduğunu hayretle görürler.


Hıristiyanlara karşı olan İmparator Diocletianus ve Licinius zamanında Nicholaos da diğer Hıristiyanlar gibi bir ara hapsedilmiştir. M.S. 325 tarihinde Hıristiyanlık içindeki problemleri çözmek için İznik'teki (Nikaea) meclis toplantısına Myra Başpiskoposu olarak katılır. Yolda giderken bir handa öldürülerek salamura yapılmış üç çocuğu dirilttiği daha sonra Bonaventure adlı bir kilise adamı tarafından iddia edilmiştir. Ögrencilerin de koruyucusu olduğuna inanılan Aziz
Nicholaos'un 6 Aralık 343'te 65 yaşında iken öldüğü sanılmaktadır. Myralılar onun adına bir kilise yaparak içindeki lahitte onu sonsuz uykusuna bırakmışlardır.
Haçlı Seferleri sırasında 20 Nisan 1087'de Bari'den gelen tüccarlar kemiklerini çalıp Bari'ye götürmüş ve yaptıkları bazilikaya gömmüşlerdir. onun olduğu sanılan geride kalmış bir kısım kemik ise bugün Antalya Müzesi'nde saklanmaktadır.
Noel Baba Kilisesi
Aziz Nicholaos öldüğünde yapılan kilise veya şapel 529 yılındaki zelzelede yıkılınca daha büyük belki de bazilika tipinde bir kilise yapılmıştır. Peschlow, büyük apsisin güney tarafında eşit apsisli iki küçük mekân ile bugünkü binanın kuzey yan nefinin büyük kısmının bu ilk yapıya ait olduğunu tahmin etmektedir. Bu kilise VIII. yüzyılda zelzele veya Arap akınlarıyla yıkılmış, daha sonra tekrar yenilenmiştir. 1034 yılında Arap donanmasının denizden yaptığı akınlarla harap olmuştur. On yıl harap durumda kalan kilisenin 1042'de Bizans İmparatoru IX. Konstantin Monomakhos ve eşi Zöe tarafından tamir ettirildiği kitabesinden anlaşılmaktadır. XII. yüzyılda binaya bazı ekler yapılmış, kilise tekrar onarılmıştır.


XIII. yüzyılda Türklerin eline geçen Myra'da, kiliseyi serbestçe ibadet etmek için kullandığını ve kilisede bazı onarımların yapıldığını anlıyoruz. 1738'de büyük kilisenin yanındaki şapel tamir edilmiştir. 1833- 1837 yılları arasında Anadolu'yu gezen C. Texier, Myra'ya da uğramış ve kitaplarında kiliseden bahsetmiştir. Ondan on yıl kadar sonra 1842 yılı Mart ayında Teğmen Spratt ile Prof. Forbes de Myra'ya gelmiş, kilisenin bir krokisini çıkarmışlar ve kilisenin yanında bir manastırın olduğunu görmüşlerdir.
1853 yılında Kırım Harbi sırasında Ruslar kilise ile ilgilenmişler ve burada bir Rus kolonisi kurmak için Anna Golicia adındaki Rus kontesi adına toprak almışlardır. Ancak Osmanlı Devleti işin siyasî yönünü farkedince Rusların aldıkları toprakları geri almış, yalnızca kilisenin onarım istekleri kabul edilmiştir. Böylece 1862 yılında August Salzmann adında bir Fransız, Nicholaos Kilisesi'nin onarımı ile vazifelendirilmiştir. Bu restorasyonlar kilisenin aslını bozacak kadar kötü yapılmıştır. Bu restorasyon sırasında 1876'da bugün görülen çan kulesi de ilave edilmiştir.
Birçok kentin koruyucu azizi olan Noel Baba'ya adanmış iki bine yakın kilise bulunmaktadır. O'nun yaşam öyküsü ve mucizeleri birçok kitapta yer almış, ancak en eskisi 750-800 yılları arasında Byzantion'da Stadion Manastırı Başkeşişlerinden Michael tarafından yazılmıştır. Şimdi biz Anadolu Bizans mimarisinin ilgi çekici bir yapısı olan St. Nicholaos Kilisesi'ni beraberce gezelim.
Müze girişinden sonra taş döşeli yoldan aşağıya doğru inilir. İnerken Noel Baba'nın heykeli solumuzda yeşillikler içinde görülür.
IV. yüzyılda burada bulunan tek kubbeli kilisenin güneyine VIII. yüzyılda haç şeklinde bir şapel ile kuzey tarafına da eklemeler yapılmıştır. Ayrıca 1862-63 senelerinde de binaya dış narteks ile iç narteksin bazı kısımları ilave edilmiştir.


Binanın esas girişi batı yönünde olmasına karşılık biz gezi yönünde anlatmayı daha uygun bulduk. Bugün iki sütunu ayakta kalmış bir avludan bir iki basamakla Bizans Devri'nde ilave edilmiş güney nefine inilir. Haç biçimli bu bölümün doğu kısmında üç kemerli pencereye sahip bir apsis yer alır. Apsisin önünde orijinal stylobat ile ortasında altar kaidesi hâlâ görülür. Apsis nişinin içinde yer yer renkleri kaybolmuş ve belirsizleşmiş aziz figürleri vardır. Bunların altındaki küçük niş içindeki fresko Noel Baba'ya aittir. Bu bölüm ve esas kilisenin güneydoğu şapelinin tabanlarında farklı desenlerde mozaik panolar görülür. Batı yönünde merdivenlerin karşısındaki niş içerisinde İsa, Meryem ve Yahya freskoları vardır.
Buradan iyi muhafaza edilmiş kapı çerçevesi bizi lahitlerin bulunduğu kısma, yani haç biçimli şapelin uzun kısmına çıkartır. Lahitlerin yer aldığı nişler içindeki freskolar bugün net olarak görülmese bile çeşitli aziz tasvirlerini içeren freskolar ile bezenmiştir. Kuzey duvarındaki ilk nişle sütunların üzerinde Meryem freskosu ilginç örneklerdir. Noel baba freskosunun bulunduğu ikinci niş sütununun ters konduğu yazılarından anlaşılmaktadır.
Nişler içinde yer alan lahitlerden birinci niş içindeki akarthus yaprakları ile süslü Roma Devri lahdinin Noel Baba'ya ait olduğu kabul edilir. Hatta Noel Baba'nın denizcilerin de azizi olmasından dolayı lahdin üzerinin balık pulu desenleriyle süslendiği söylenir. 20 Nisan 1087'de Bari'li korsanlar, Noel Baba'nın kemiklerini almak için lahdi kırmışlar, bazı kemikleri alarak Bari'ye götürmüşlerdir.


İkinci niş ile karşısındaki nişte bulunan lahitler sadedir. Burada nişler içindeki lahitlerden başka yerde iki mezar daha bulunmaktadır. Buradan bir kapı ile kilisenin iri blok levhalarla döşeli avlusuna geçilir. Avluda ise bir niş içerisinde boşaltılmış iki mezar bulunur. Yanında bulunan mermer üzerinde haç ve çapa motifi Noel Baba için yapılmış olmalıdır. Solda duvar içine yerleştirilmiş mezardaki kitabede 1118 tarihi yer alır. Avludan önce dış nartekse, sonra üç kapı ile ana mekâna (naos) açılan iç nartekse geçilir. Burası gruplar halinde piskoposların resmedildiği freskolarla süslenmiştir. Buradan geçilen esas mekân üç kemerle yan neflere açılır. Ana mekânın güneyinde iki nef vardır. İkinci nefte niş içindeki lahitte Noel Baba'nın mezarı olduğu söylenir ise de üzerindeki kadın erkek kabartması bunun böyle olmadığını gösterir. Yan nefin karşısındaki niş içerisinde ise birbaşka mezar vardır. Kuzey nefin kubbesinde Hz. İsa ve 12 havarinin freskoları bulunur. Yanda ise yan nefin kazısı yapılmaktadır. Bu kazının yapıldığı nefin batı kısmında ise üç oda bulunur. Binanın ortasında pencereli ve kasnaklı bir kubbenin olması gerekirken, Salzmann yaptığı tamir sırasında mekânın üstünü kapatarak, kesme taştan kaburgalı büyük bir çapraz tonoz kullanmıştır.


Kariye (Chora) Kilisesi



İstanbul Edirnekapı yakınlanndaki mozaik ve freksleriyle ünlü bu kilise Bizans İmp. Alexius Komnenos'un kayınvalidesi Maria Dukaina tarafindan yaptırıldı ve sonradan büyütüldü. Hz. İsa'ya ithaf edilmiştir. Mozaik ve fresklerinin çoğu 1305-1320 yıllarında yapıldı. II. Bayezit döneminde camiye çevrildi. Cumhuriyet döneminde 1929'da restore edildi, mozaikleri meydana çıkanldı ve Ayasofya'dan sonra müze olarak ziyarete açıldı. Mozaik Müzesi olarak değerlendirilmiştir.



Küçük Ayasofya Camii - Ss. Sergius ve Bacchus Kilisesi


Küçük Ayasofya Camii Eminönü ilçesinde Cankurtaran ile Kadırga semtleri arasında Marmara surlarının güney deniz kısmına yaklaşık 20 m. mesafede konumlanmaktadır. Bazı kaynaklarda yapının yakınında Hormidas Sarayı olarak bilinen Büyük Saray'ın bir pavyonunun ve bitişiğinde de Havari Petrus ve Pavlos adına yapılmış bazikal planlı bir kilise bulunduğu belirtiliyorsa da günümüzde bunların yerini tam olarak belirleyen hiçbir kanıt yoktur. (Prokopios 1994)
Günümüzde İstanbul'un kullanılabilir en eski yapısı olan Küçük Ayasofya Camii ya da eski adıyla Ss. Sergius ve Bacchus kilisesi 527-536 yılları arasında inşa edilmiştir. Kaynaklarda yapının inşaatı hakkında rastlanan efsaneye göre (Millingen 1912) I. Anastasyus devrinde I. Justiniaunus ve amcası I. Justinos, İmparator Anastasyus aleyhinde bir ayaklanmaya adları karıştığı için idama mahkum edildiler. Hüküm yerine getirilmeden bir gece önce çifte azizler Ss. Sergius ve Bacchus İmparator Anastasyus'un rüyasına girip I. Justinos ve I. Justiniaunus lehinde tanıklık ederler. Bu olaydan etkilenen imparator onları affeder. I. Justinianus tahta çıkıp imparator olduğunda çifte azizlere karçı şükran borcunu ödemek için adak kilisesi olarak Ss. Sergius ve Bacchus kilisesini yaptırır.
Yaklaşık 1000 yıla yakın bir süre kilise olarak hizmet veren yapı İstanbul'un fethinden sonra 1504'te II. Bayezid devrinde Kapu Ağası Hüseyin Ağa tarafından camiye çevrilmiştir.
Mimari Tanım


Yapı başkent Konstantinopol'da merkezi planlı, birinci dönem Bizans kiliselerinin tipik örneklerindendir. Düzgün olmayan dikdörtgen planlı kilisenin batısında narthex kısmı, doğusunda da yarım altıgen biçimindeki apsis kısmı yer alır. Düzgün olmayan dikdörtgenin içine yerleştirilmiş olan sekizgen planlı orta mekan, köşelerinde exedra denilen yarım daire biçimli nişlerle genişletilmiştir. Bu orta mekanın köşelerine çokgen biçimli ayaklar ile apsis hariç bunların arasına ikişer sütun yerleştirilerek orta mekan ile apsis arasında bir mekan bütünlüğü sağlanmıştır. Bu plan şeması bakımından yapı; Ravenna - St. Vitale, Aachen - Aix Le Chapella ve Basra - Bacchus kiliseleri ile benzer özelliklere sahip olmasına rağmen üçüncü boyutta tamamen farklıdır.
Orta mekan üzerinde köşelerindeki sekiz büyük ayak ile taşınan 16 dilimli bir kubbe yer almaktadır. Bu dilimlerin sekizi düz, sekizi de iç bükey olup düz dilimlerde çekme gerilemelerinin erkisinde kalan alt kısımlarda bu etkiyi kaldırmak için kemer biçimli pencereler açılmıştır. Orta mekandan dikdörtgen forma geçişi sağlayan koridorların üstü tonozlarla geçilerek üst katta galeri şeklini alır. Galeri katında exedraların üstü üç kemerle taşınan yarım kubbelerle geçilmiştir.
Kilisenin yapıldığı dönemde iç duvarların eş zamanlı yapılarda olduğu gibi mozaiklerle süslü olduğu sanılmaktadır. Ancak günümüzde bunu doğrulayan hiçbir kanıt yoktur, yapının iç yüzeyi tamamen sıvalıdır. Yapıda Bizans dönemine ait tek süsleme orta mekanın etrafında galeri katı seviyesinde çok ince bir işçiliğe sahip üzüm salkımı ve yaprağı motiflerinden oluşan bir arşitravdır. Buna göre yapının putpereslik devrinde şarap tanrısı Bakus adına yapılmış olan bir tapınağın yerine inşa edildiği ve adındaki Bacchus'un da buradan geldiği iddia edilmektedir.
Yapı Malzemesi
Ss. Sergius ve Bacchus kilisesinde kullanılan yapı malzemesi taş, tuğla ve harçtır. Kuzey, batı ve doğu cephelerindeki duvarlar, onarım görmüş kısımlar hariç yığma tağlanın geniş aralıklarla düzenlenen taş sıralarıyla takviyelenmesi ile oluşturulmuştur. Ortalama olarak 70x35x5 cm. boyutlu tuğlalar 4-5 cm. kalınlığında harç ile birbirine bağlanmıştır. 19. yüzyıl yapısı olan güney cephesinde ise düzensiz taş ve tuğla örgüleri vardır. Yapı bütününde tuğla örgüsünü takviye amacıyla yapılan taş sıralarında değişik kireç taşı türleri kullanılmıştır.
Yapı içinde malzeme olarak ayaklarda zemin katta 4 cm. harç ile bağlanmış kavkılı kalker, galeri katında ise tuğla kullanılmıştır. Koridorların ve galeri katının tonozları ile merkezi kubbede de malzeme olarak tuğla kullanılıp tuğlalar tonozun merkezinde birleşen ışınsal derzler oluşturacak biçimde yerleştirilmiştir.
Ayaklar arasında yer alan kolonlar kırmızı ve yeşil serpatinden olup, kolon başlıkları ile galeri katı seviyesindeki arşitrav Marmara mermerindendir. Yapı camiye çevrildikten sonra yapıya eklenen minber ve müezzin mahfili de mermerden yapılmıştır.
Yapının Geçirdiği Değişiklikler
Kaynaklara göre yapıda ilk hasar ve buna bağlı olarak ilk onarım 9. yüzyıldaki İkonoklazm hareketleri sonrasında oluşmuştur (Müller - Weiner 1977). Bunu takiben 1204 Latin istilâsı sonrasında da iç süslemelerin onarılması gekermiştir (Paolesi 1961).
1504'te Kapu Ağası Hüseyin Ağa'nın yapıyı camiye çevirtmesi sırasında yapının tüm iç süslemeleri değiştirilip iç kısmında güneydoğuya minber, kuzeybatıya müezzin mahfili, dış kısımında da batı duvarı önüne son cemaat yeri olmak üzere camiye özgü bazı bölümler eklenmiş, cephelerinde Osmanlı mimarî özelliklerine bağlı olarak farklı boyutlarda pek çok pencere açılıp mevcut pencelerinde bir kısmı kapatılmıştır.
Yapının güneybatı köşesine esas yapıdan bağımsız olarak bir minare inşa edilmiştir. İlk minarenin nasıl olduğu bilinmektedir. Kaynaklarda 18. yüzyılda Barok üslup özelliklerine sahip yeni bir minarenin yapıldığı belirtilmektedir. (S. Eyice 1978). Bu Barok üsluptaki minarenin gövdesi sekizgen bir kürsüye oturtulmuş, gövde Barok profili kemerlerin üzerine yükselip yukarıda bir bilezik kısmıyla şerefeye bağlanmıştır. Tamamen Barok süslemelere sahip şerefenin korkuluğu da düz levhalardan yapılmıştır. Kurşun kaplı klasik bir külahı olan bu minare bilinmeyen bir nedenle 1936 yılında kürsüsüne kadar yıkılmıştır. Bir süre yıkık duran minare 1955 yılında şimdiki yeniden inşa edilmiştir.


Önemli deprem kuşağı üzerinde bulunan İstanbul'da 1600'den günümüze dek VI şiddetinden daha büyük şiddetli 89 deprem kayıtlı olduğuna göre Küçük Ayasofya Camii'nin daha fazla deprem yaşadığı kuşkusuzdur. (N. Çamlıbel 1991). Kapu Ağası Hüseyin Ağa'nın vakıflarında 1648 depreminde sıvaların döküldüğü, kuzey ve güney camlarının kırıldığı, 1763 depreminde de yapının büyük hasar gördüğü ve restorasyon işlerinde Ahmet Ağa'nın görevlendirildiği belirtilmektedir (S. Eyice 1978).
1870-1871'de yapıyla güney deniz surları arasında kalan bölgeye yapıdan yaklaşık 5 m. mesafeden geçecek biçimde demiryolu inşa edilmiştir. Zemin seviyesinden 1 m. yükseklikte bulunan demiryolu yaklaşık 50 yıl tek hat olarak hizmet vermiştir. Kaynaklarda belirtildiğine göre her tren geçişinde güney duvarlarının taşları döküldüğü için 1877'de Osmanlı örgü üslubuyla bir duvar örülmüştür (Mathews 1971). 20. yüzyılın başlarında demiryolu zemin seviyesinden 3m. yükseltilerek çift hatlı hale getirilmiştir.
Balkan Savaşı sırasında savaştan kaçanlar tarafından barınma mekanı olarak kullanılan yapı Cumhuriyet döneminde 1937 ve 1955'te olmak üzere iki büyük onarım geçirmiştir (S. Eyice 1978). Daha önce sıvalı ve badanalı olarak bilinen yapının cephesi 1955'ten sonra bakım görmüş ve kubbe kasnağı dışında tüm cephede tuğla ve taş örgüleri görünür hale getirilmiştir.
Günümüzde cami olarak kullanılan yapının kuzeydoğu ve güneydoğu kısımlarında özellikle exedralarda yoğunlaşan çatlaklar mevcuttur. Bu çatlaklar sürekli olup kubbeden başlayıp exedralar üzerindeki yarım kubbelerden ve galeri tonozlarından geçip yapının dış duvarlarına kadar inmektedir. Yapının güvenliğini tehlikeye düşüren bu çatlakların oluşum nedenlerinin bulunması ve hasarların onarılması için gerekli çalışmalar yapılmalıdır.

Küçük Ayvasıl Kilisesi (St. Anna Kilisesi)

St. Anna Kilisesi de denilen Küçük Ayvasıl Kilisesi 1923 yılına kadar kilise olarak faaliyetini sürdürmüştür. Daha sonra Belediyenin ambarı olarak kullanılmıştır. Bu gün kullanılmıyor.
Üç nefli bir bazilika olan kilise nartesksizdir. Nefler birer apsisle son bulmaktadır. Apsisler içten ve dıştan yuvarlak planlıdır. Orta ve yan nefler beşik tonozla örtülmüşlerdir.
Sütunlar devşirme olup, iyon başlıklarıyla impostları taşımaktadırlar. Kemerler tuğladandırlar.
Zeminin altında bir mezar odası bulunmaktadır. Batı duvarının dışında kalan izler yapının vaktiyle başka bir yapıya bağlı olduğunu göstermektedir.
Yapıda fresk kalıntısı olmasına rağmen çok bozulmuş durumdadır.

Sumela Manastırı


Trabzon'un Maçka İlçesinin Altındere Köyü sınırları içinde Altındere vadisine hakim Karadağ'ın eteklerinde sarp bir kayalık üzerinde kurulmuş olan Sumela Manastırı, halk arasında “Meryem Ana” ile anılır. Vadiden yaklaşık 300 metre yükseklikte bulunan yapı, bu konumuyla manastırların şehir dışında, ormanlarda, mağara ve su kenarlarında kurulma geleneğini sürdürmüştür.
Meryem Ana adına kurulan manastırın “Sumela” adını siyah anlamına gelen “melas” sözcüğünden aldığı söylenmektedir. Bu ismin manastırın kurulduğu koyu renkli Karadağlardan geldiği düşünülmekte ise de, Sumela kelimesi buradaki Meryem tasvirinin siyah rengine bağlanabilmektedir.
Rivayete göre; Bizans İmparatoru I. Theodosius zamanında (375-395) Atina'dan gelen Barnabas ve Sophronios isimli iki rahip tarafından kurulmuş olan manastır 6. yüzyılda İmparator Justinianus'un manastırın onarılarak genişletilmesini istemesi üzerine generallerinden Belisarios tarafından tamir edilmiştir.
Sumela Manastırının şimdiki durumuyla varlığını 13.yüzyıldan itibaren sürdürdüğü bilinmektedir. 1204 tarihinde kurulan Trabzon Komnenosları Prensliği'nden III. Alexios (1349-1390) zamanında manastırın önemi artmış ve fermanlarla gelir sağlanmıştır. III. Alexios'un oğlu III. Manuel ve sonraki prensler döneminde de Sumela yeni fermanlarla zenginleştirilmiştir.
Doğu Karadeniz kıyılarının Türk egemenliğine girmesini takiben Osmanlı Padişahları pek çok manastırda olduğu gibi Sumela'nın da haklarını korumuşlar, bazı imtiyazlar vermişlerdir.
Sumela Manastırı'nın 18. yüzyılda bir çok bölümü yenilenmiş, bazı duvarlar fresklerle süslenmiştir. 19 yüzyılda büyük binaların ilave edilmesi ile manastır muhteşem bir görünüm kazanmış, en zengin ve parlak dönemini yaşamıştır. Bu dönemde son şeklini alan manastır pek çok yabancı seyyahın ziyaret ettiği, yazılarına konu edilen bir yer haline gelmiştir.
Trabzon'un 1916-1918 yılları arasındaki Rus işgali sırasında manastıra el konulmuş, 1923'den sonra tamamıyla boşaltılmıştır.
Sumela Manastırı'nın başlıca bölümleri; Ana kaya kilisesi, birkaç şapel, mutfak, öğrenci odaları, misafirhane, kütüphane ile kutsal ayazmadır ve bu yapılar topluluğu oldukça geniş bir alan üzerine inşa edilmiştir.
Manastırın girişinde su getirdiği anlaşılan büyük su kemeri yamaca yaslanmış durumdadır. Çok gözlü olan bu kemerin bugün büyük bir bölümü yıkılmıştır.
Dar ve uzun bir merdivenle manastırın ana girişine ulaşılmaktadır. Giriş kapısının yanında muhafız odaları bulunmaktadır. Buradan bir merdivenle iç avluya inilmektedir. Solda, manastırın esasını teşkil eden ve kilise haline getirilen mağaranın önünde çeşitli manastır binaları bulunmaktadır. Sağ tarafta kütüphane yer almaktadır. Yine sağda yamacın ön yüzünü kaplayan büyük balkonlu bölüm keşiş odaları ve misafir odaları olarak kullanılmıştır ve 1860 yılına tarihlenmektedir.
Avlunun etrafındaki binalarda odalardaki dolapları, hücreleri, ocakları ile Türk sanatının etkileri de görülmektedir.
Manastırın ana ünitesini meydana getiren kaya kilisesinin ve ona bitişik şapelin iç ve dış duvarları fresklerle donatılmıştır. Kaya kilisesinin içinde avluya bakan duvarda III. Alexios dönemine ait fresklerin varlığı tespit edilmiştir. Şapeldeki freskler ise 18. yüzyılın başlarına tarihlenmektedir ve üç ayrı devirde yapılan üç tabaka görülmektedir. En tabakanın freskleri daha üstün niteliktedir.
Sumela Manastırında yer yer sökülerek alınmış olan ve oldukça harap bir görünüm taşıyan fresklerde işlenen başlıca konular İncil'den alınmış sahneler, Hz. İsa ve Meryem Ana hayatıyla ilgili tasvirlerdir.

Karanlık Kilise

Kuzeydeki kavisli bir merdivenden kilisenin dikdörtgen, beşik tonozlu narteksine çıkılır. Narteksin güneyinde bir mezar bulunmaktadır. Kilise haç planlı, haç kolları çapraz tonozlu merkezi kubbeli, dört sütunlu, üç apsislidir.
Karanlık Kilise olarak adlandırılmasının nedeni, narteks kısmındaki küçük bir pencereden çok az ışık almasından dolayıdır. Bu sebeple fresklerdeki renkler oldukça canlıdır.
Kilise ve narteks İncil ve İsa siklusunu içeren zengin süslemelere sahiptir. Ayrıca Elmalı ve Çarıklı Kilise'de olduğu gibi Tevrat kaynaklı sahneler de resmedilmiştir. Kilise, 11.yüzyıl sonu 12.yüzyıl başına tarihlenmektedir. Sahneler: Deesis, müjde, Beytüllahim'e yolculuk, doğum, üç müneccimin tapınması, vaftiz, Lazarus'un diriltilmesi, başkalaşım, Kudüs'e giriş, son akşam yemeği, ihanet, İsa çarmıhta, İsa'nın cehenneme inişi, kadınlar boş mezar başında, Havarilerin takdisi ve görevlendirilmesi, İsa'nın göğe çıkışı, İbrahim Peygamber'in misafirperverliği, üç Yahudi gencin yakılması ve aziz tasvirleri.

Suleymaniye Camii


Osmanlı'nın eski yapılarında, iki önemli konuya özen gösterilirdi. Bunlardan biri yapının yapılacağı yer, ikincisi de yapının bölümlerinin birbirine uyum sağlamasıdır. Yeri bakımından yapısı yüksek bir alanda bulunsun, bulunmasın yapının sayesinde geniş bir alan görülür. Ne kadar uzağa bakılsa gökyüzü görülür. Yapının genel görünümü gösterişli ve genişçedir. Her ayrıntısı ve çeşitli süslemeleriyle devamlı şekilde sâde ve uyumlu bir etki sağlayabilir.
Mimar Sinan ile öğrencilerinin üstün zekâları sayesinde mey- dana gelen güzel sanat eserleri içinde Osmanlı Mimari usullerinin en gerçekçi olar~k görüldüğü yapı, Süleymâniye Cami'dir.
Camii, Kantarcılar mahallesine bakan bir tepe üzerinde Bâb-ı Vâlâ-yı Seraskeri (Genelkurmay Başkanlığı bugünkü İstanbul Üniversitesi Rektörlük ve diğer binaları) ile Bâb-ı Vâlâ-yı Fetvâ- penâhî (bugünkü İstanbul Müftülüğü binası) arasındadır. Ulu bir görüntü ile göğe doğru uzanır. Geniş avlusunda etrafa göz atıldığında Rumeli ve Anadolu kıtaları ve İstanbul önünde birleşen iki deniz ve adalar görülür. Biraz daha uzaktan ve havanın sisi için- den Keşi~ (Bursa Ulu Dağ) Dağı, açık bir havada Osmanlı'nın eski büyüklüğünü düşündürür.
Böyle bir güzel görünüm insanın aklına hoş düşünceler getirir. Süleymaniye Cami'nin oldukça sade olan dış görünümü, son de rece güzel ve etkili hatları, bulunduğu yerin güzelliğini tamamlar. İnsanın düşüncelerini en doruk noktada kendisini yaratana ulaştırır. Süleymâniye Camü 1556 yılında Kanûnî Sultan Süleyman ta- rafından yaptırılmıştır. Avlusunun iki yanında minareleri vardır. Rivayete göre, dört minâre, camii yaptıranın İstanbul'un fethin- den sonra dördüncü hükümdar olduğunu gösterir. Minârelerin şerefelerinin toplam sayısıda Kanunî Sultan Süleyman'ın Osman- lı Devleti'nin kurucusu olan Sultan Osman Gazi'den sonra onuncu padişah olduğunu belirtir. Cami ön kısmının iki yanındaki minarelerde ikişer ve avlunun sonunda iki minarede de üçer şerefe olup dört minarede toplam on şerefedir ve alt kısımlarında sarkaç süslemeleri vardır.
Yine Cami'nin ön kısmıyla iki yanında bulunan üç güzel k dan içeri girilir. Bu kapıların üstleri yassı kemerlidirler. Kemerin üzerinde de süslü oymalar vardır. Kubbenin etrafında yirmi dört kubbe ve bir o kadar da sütunlar ile bir daire oluşur. Ön kısmında bulunan kapıya en yakın olan iki sütun somaki taşındandır. Diğer sütunlardan sıra ile onu sarı gül renginde mermer ve onu da beyaz mermerdendir. Bu sütunların tamamı mücevherî mimarî yöntemi ile yapılmış olup boşlukları beyaz mermerdir. Sarkaçların uçları dahi süslenmiştir. Caminin çatısında yi: dört kubbe vardır. Kubbelerin iç yüzeyleri yağlıboya üzerine çek motifleri işlenip süslenmiştir. Ortada olan en büyük kubbe beyaz mermerden sarkaçlar ile süslenmiş olup, sarkaçların ucu yaldızlıdır.
Caminin iç kapısının yukarı kısmı üçgen şekilde, süslü beyaz mermerden yapılmıştır. Üzerindeki süsleme son derece güzel olup görünüşü dahi büyük yapılara örnektir. Kapı caminin bütün mimari özellikleri ile son derecede uyumludur.
Cami binası ile 'avlunun duvarı arasında eşit aralıklarda ve her iki tarafta iki küçük oda vardır. Kapı aralığının pencereleri dik- dörtgen şekildedir. Ortalarında mavi yüzey üzerine mineli çiniler ile süslenmiş bir kemer bulunmaktadır. Bu kemerin üzerinde beyaz harflerle âyetler yazılı levhalar vardır.
Kapının önünde avlunun ortasında üzeri çinko kaplı ve birbiri- ne paralel dört yönlü, son derece sade bir şadırvan yapılmıştır. Bunun güzel süslemeleri zümrüd yeşili renkte boyanmış demir parmaklıklardır. Bu parmaklıkların üzerindeki pervazlar beyaz mermerdendir. Bunların üzerinde de büyük yaprak şekilleri bezenmiştir ki bu yaprakların ortalan da zümrüt rengidir.
Avlunun tabanı tamamen beyaz büyük mermer taşlarla döşelidir. Ancak caminin içine girilecek bölümde kapı arasında yani, büyük kapının önünde çok güzel somakiden yapılmış iki metre kadar çapında yuvarlak bir taş konulmuştur.
Her ne ise bu somaki taşın üzerinden geçilip caminin içine girilir. Orada ilgi çekici olarak göze ilk görünen şey caminin son derece geniş alanı ve yüksek kubbesidir. Kubbenin tamamının üzerinde açık, mavi, beyaz ve sarı süslemeler kaplıdır.
Bu renkler cami çok canlı bir şekilde süslemektedir. İçten ve dıştan birçok işlemeler ve oymalar, değerli mermerler ve fağfurî (porselen)ler vardır. Bu işlemelerde beyaz ile mavi, özellikle be- yaz renk çoktur. Somaki ve gül renginde granit sütunlar ve bazı kırmızı çizgiler süslemelere uyumlu şekilde çeşni katarlar. İşlemelerin yaldızlan da son derece sınırlı bir şekilde kullanılmış olduğundan yapının ulu görüntüsüne zarar vermemiştir.
Büyük kubbeyi tutan dört büyük dirsek vardır. Bunların, alt yanında da, giriş katı ile kadınlara özel olan ve kare şeklinde caminin ortasına bakan mahfelin bulunduğu yerin karşısında ikinci katın yan tabakalarının dayandığı sütunlar bulunmaktadır.
Ortada bulunan dairenin etrafında üç yuvarlak kat vardır. Ramazan ve bayram gecelerinde bunların parmaklıkları üzerinde yakılan kandiller yıldız, çiçek ve yaprak gibi şekiller oluştururlar. Bu katların birine kapının yanında yapılmış iki merdivenden girilir. İki yüksek katdan biri ortada bulunan büyük kubbenin al- tındadır. Yukarıda sözü edilen kubbelerin üzerine de cami avlusunun dışından konulmuş ağaç merdivenler ile çıkılır. Bu ikinci
katta insan hoş bir manevî duyguya kapılır. Caminin içinde çıkan her çeşit ses (akustik) orada toplanır. Caminin içinde herhangi bir tarafında al~ak sesle bile söylenmiş olsa, her ne söylenirse orada duyulur.
İlgi çekici insanı şaşırtan diğer bir özellik de mimarlara örnek gösterilebilir. Bunu da aşağıda açıklayalım: Yeraltında birtakım yollar kazılıp üzerlerinde birtakım kemerler yapılmıştır. Bu yollardan caminin içinden dışarıda, Süleymâniye'nin bütün yan yapılarına su dağıtan su depolarına gidilir. Süleymâniye Camii'nin mimarı ünlü Mimar Sinan cami içinde devamlı hoş güzel bir hava bulundurmak için bu yer altındaki yolları yapmıştır. Caminin ta- banının orta kısmında yer alan bu yollar üzerinde tahtadan kapaklar konularak aşağıdan gelen hava aracılığı ile caminin içerisinin yaz mevsiminde devamlı serin ve kış mevsiminde sıcak olması sağlanmıştır.
Süleymâniye Camii’sini süslemekte olan levhaların tümü ünlü hattat Hasan Çelebi tarafından çizilmiş ve yazılmıştır. Bu ünlü hattatın mezarı Sütlüce'de öğretmeni olan kişinin yanındadır. Hasan Çelebi'nin güzel eserlerinden olarak mavi zemin üzerine be- yaz harfleri oluşturan mineli çiniler gerçekten övgüyle anlatılacak eserlerdir. Bu çinilerin etrafı zümrüt mavisi renkte yaprak şekille- ri olarak mihrabın iki tarafını süslerler. Sol tarafta bulunan minber gibi mihrabın da beyaz mermerden yapılmış süslü sarkaçları vardır. Minberi oluşturan mermer taşlar dört parçadır. Minberin kapısıyla kanatlan birinin uzunluğu ve diğerinin yüksekliği sekiz metre olarak tek parça mermerden yapılmıştır. Sağ tarafta bulunan mahfel (Padişaha özel bölme)de beyaz mermerden olup, mücevherî mimari yöntemi ile yapılmıştır ve uçlarında süslü be- yaz mermerden başlıklar ile somakî sütunları vardır. Bu mahfelde abdest almak için çok süslü iki musluk vardır. Mahfelin kapısıyla tahtaları tamamen geometrik şekiller oyulmuş ceviz ağacın- dandır. Yine aynı mahfelde bulunan ceviz bir kürsünün üzerin- deki oymalar da son derece özenilerek yapılmıştır. Caminin diğer tarafında hatib (din konularında konu~san, bilgi veren)'in konuş- ma yeri vardır. Burası sade olarak yapılmış ise de Padişah mahfeli kadar güzeldir ve mücevherî yöntem ile yapılmıştır. Hatib mahfelinin arka kısmında bir kütüphane yapılmıştır. Çok güzel bir parmaklık ile ayrılmıştır. Bu parmaklığın onarımı Sultan I. Mahmud zamanında Sadrazam Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştır. Daha sonra bu parmaklık Ahmet Vefik Efendi tarafından tekrar onarım yapılarak yenilenmiştir. Camiden dışarı çıkıldığın- da diğer dış katların üslerinden geçilir. Bu katların en a~ağıdaki olanı sıra ile kemer şeklindeki kubbeler ile yapılmıştır. Bu kubbelerin bazıları yüksek ve bazıları da alçak ve dardır. En yukarıdaki kubbe ise müstevî mimari yönteminde yapılmış olup kemerleri aynı hizada dar ve yüksektir.
Kıble tarafında içinde gül ağaçları dikili mezarlar vardır. Bunların ortasında çok güzel türbeler de bulunur. Bunlardan camiyi yaptıran Padişahın (Kanûnî Sultan Süleyman) türbesi de buradadır. Türbenin tanıtımı özel olarak ayrıca yapılacaktır. Türbenin et- rafında gerek padişah soyundan, gerek tarihte adı geçmiş ünlü kişilerden bazılarının mezarları olduğu gibi ünlü Sadrazam Ali Paşa ile ailesi de orada gömülüdür.
Süleymâniye Camii'nin mimarı olan Mimar Sinan'ın mezarı bu anlatılan ünlülerin arasında olmayıp, Caminin dış avlusu ile kendi zamanında Yeniçeri Ocağı olan Bâb-ı Fetvâ-Penâhî (bugünkü
İstanbul Müftülüğü) arasında, kendilerine özel, alçak gönüllüce bir güzel mezar yapmıştır.
Mimar Sinan'ın Yeniçeri (bir askerî sınıf) komutanlarından olduğu ve uzun zaman onur ve şerefle mimar oldukları sürece yeniçeriler sınıfında Hasekilik ulufesi (ücreti) almış olduğu bilinmektedir.
Başlangıçta Osmanlı Devleti'nin askerî gücünü en yüksek düzeye çıkarmış oldukları halde sonraları devamlı ayaklanmalar ile hem padişaha hem de halka zararlı davranışlarda bulunan Yeniçeri Ocağı, Sultan II. Mahmud tarafından yüksek kararlılıkları ile kapatılmasıyla, geride kalanlara yeniçerilerin adını hatıra getirecek bir iz ve eser bırakmayıp herşeyiyle yok edilmiştir. Hatta Yeniçerilerin mezar taşlarında bulunan imâme (başlıklar)leri kırılmıştır. Ancak özel olarak Mimar Sinan'ın mezarına dokunulmamıştır. Padişah Sultan II. Mahmud'un özel izinleri ile Osmanlı Mimarisi'nin öncülerinden olan kişinin mezarı üstünde Hasekîlerin görülmeye değer imâmelerinin şekli bugünde durmaktadır.
Süleymâniye Camii'nin yan yapıları İslâmi bilimlerin öğretildiği özel bir mektep, dört yüksek okul (medrese), bir lise, bir tıb mektebi, bir ilk öğretim mektebi, bir aşevi ve öğrenciler için hastahane, bir hamam ve bir akıl hastahanesinden oluşan külliyeden meydana gelir.
Peçevî Tarihi'nin 424. sayfasında anlatıldığına göre Süleymâniye Camii'nin yapılmasında vekillere (hesap görevlisi, muhasebeci) tarafından tutulan defter kayıtlarında caminin yapım giderlerinin sekizyüzdoksanaltıbin sekizyüzseksen üç (896.883) florin olarak gösterilmektedir. O zaman elli tanesi bir kuruş olmak üzere elliüç milyon yediyüzseksenikibin dokuzyüz (53.782.900) akçe karşılığıdır.
Kanunî Sultan Süleyman'ın zamanındaki bir kuruşun zamanımızdaki gümüş Mecidiye ile elli kuruş yirmiyedi paraya karşılık olacağı Mösyö Belen tarafından tahmin olunduğuna göre Süleymâniye Camii’nin bütün yapım giderleri şimdiki hesaplarla ve Sîm Mecidiye (bir para çeşidi) karşılığı olarak ellidörtmilyon beş- yüzsekizbin dokuzyüzaltmışdokuz (54.508.969) kuruşa ve yahut onmilyon dokuzyüzbin (10.900.000) Frank'a ulaşır. Florin altmış akçe olarak hesaplanırsa yaklaşık yine bu rakkam elde edilir.


Selimiye Camii


Sultan II. Selim tarafından Mimar Sinan'a 1568-1575 yılları arasında Edirne'de yaptırılmıştır. Sinan'ın "ustalık eserim" dediği camidir. Üçer şerefeli, 71 m. yüksekliğinde dört minaresi vardır. Şerefelere üç ayrı merdivenle çıkılmaktadır. Sekiz fil ayağına dayanan kubbesi 31,28 m. çapında olup tabandan yüksekliği 43.28 m.'dir. Mermer minberi ve çinileriyle ünlüdür. 1878'de Rusların Edirne'yi işgali sırasında çinilerinin bir bölümü sökülüp Rusya'ya götürülmüştür. Çevresindeki diğer Sinan yapılarıyla birlikte Selimiye Külliyesi adıyla anılır.


Sultanahmet Camii


Sultan I. Ahmet tarafından İstanbul'da adıyla anılan meydanda 1609-1616 yılları arasında yaptırıldı. Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa'dır. Türkiye'nin altı minareli tek camisidir. Cami bölümü 64 x 72 m. boyutlanndadır. Caminin içi 260 pencereyle aydınlatılmıştır. Mavi, yeşil ve beyaz renkli çok güzel çinilerle bezendiği için Avrupalılarca "Mavi Cami" olarak adlandırılmıştır. Yazıları Diyarbakırlı Seyyid Kasım Gubarî tarafından yazılmıştır. Çevresindeki yapılarla birlikte bir külliye oluşturur.




Hanlar, Kervansaraylar, Çarşılar, Bedestenler



Sultan Hanı (Alaeddin Kervansarayı)



Aksaray'a 40 km. uzaklıkta ve Sultanhanı kasabasındadır. Selçuklu kervansaraylarının en büyüğü ve en güzelidir. I. Alaeddin Keykubat tarafından 1229 yılında yaptırılmıştır, bir yangından sonra 1278'de onarılarak genişletilmiştir. Mimarı Muhammed bin Havlan el-Dimışki'dir. 50x110 m.ebatında bir plan üzerine yapılmıştır. Yazlık ve kışlık olmak üzere iki bölümdür. Taçkapısının bezemeleriyle ünlüdür.


Rüstem Paşa Kervansarayı



Edirne'dir. 1554 tarihinde Rüstem Paşa tarafından Mimar Sinan'a yaptırılmıştır. İki katlıdır. Birinci katta 39, ikinci katta 41 odası vardır. 1972 yılında restore edilerek otel olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Kapalıçarşı



İstanbul Kapalıçarşısı Fatih tarafından kurulmuş, Kanuni döneminde (1520-1566) büyütülmüş, 1701 yılında bugünkü planıyla inşa edilmiştir.



İstanbul'da Eminönü'ndedir. IV. Mehmet'in annesi Hatice Turhan Sultan tarafından Yeni Cami'ye vakıf olarak yaptırılmıştır. Yapımına Mimar Kasım Ağa başlamış, 1660 yılında Mimar MustafaAğa tarafından tamamlanmıştır. Plan I, şeklindedir. Altı kapısı ve 86 dükkanı bulunmaktadır. Son şeklini 1943 restorasyonunda almıştır.


Son düzenleyen Safi; 2 Şubat 2016 19:18 Sebep: Resim Linkleri Yenilendi
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
30 Ocak 2006       Mesaj #9
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Medreseler, Darüşşifalar, İmaretler, Hamamlar

Karatay Medresesi



Konya'da 1251 yılında Selçuklu veziri Karatay tarafından bu Selçuklu medresesinin duvarlarınfda ve kubbe içindeki çini mozaik dekorasyon gözalıcı güzelliktedir. Çini Eserler Müzesi olarak kullanılmaktadır.

Gök Medrese



Sivas'tadır. Sahip Ata tarafından 1271 yılında Mimar Kaluyan'a yaptırılmıştır. Çifte minareli taçkapısı, taş süslemeleriyle yapının en görkemli bölümüdür. 12 tür hayvan başı, yıldız ve hayat ağacı motifleri dikkati çeker. Taçkapıdan dört eyvanlı, havuzlu avluya girilir. Avlunun yanlarında, arkada medrese odalarının yer aldığı revaklar vardır.

Çifte Minareli Medrese



Erzurum'daki bu medrese Osmanlı öncesi medreselerin en büyüğüdür."Hatuniye Medresesi" olarak da bilinmektedir. 1270-1291 yılları arasında yapıldığı tahmin edilmektedir. İki katlı ve 35x48 m. boyutlarındadır. Taş bezelemeleri ve minareleriyle dikkati çeken bir yapıdır.

İzzettin Keykavus Şifahanesi



Sivas'tadır. Selçuklu Sultanı İzzettin Keykavus I tarafından 1218-1219 yıllarında yaptırılmıştır. En büyük Selçuklu Şifahanesidir. Şifahane ve Keykavus'un türbesi çini süslemeleri ve taş işçiliğiyle ünlüdür. Türbe cephesinin çini süslemeleri Marendli Ahmet'in eseridir. Şifahanede göz, dahiliye, cilt ve ruh hastalıkları tedavi ediliyordu. Aynı zamanda medrese olarak da hekim yetiştiriliyordu.

Divriği Darüşşifası



Sivas'ın Divriği ilçesindedir. Mengücekoğulları Beyi Ahmet Şah'ın eşi ve Fahrettin Behramşah'ın kızı Turan Melek tarafından Camiyle birlikte 1228-1229 yıllarında yaptırılmıştır. Mimarı Ahlatlı Muğis oğlu Hürremşah'tır. Dikdörtgen planlıdır. Türbe bölümünde Ahmet Şah ve eşi Turan Melek dahil 16 kişinin mezarı bulunmaktadır. Taş bezemeleriyle ünlüdür.

Amasya Şifahanesi (Bimarhane)



İlhanlı Sultanı Olcayto ve eşi Yıldız (İlduş) Hatun adına köleleri Amber Bin Abdullah tarafından 1308-1309 yıllarında yaptırılmıştır. Klasik Selçuklu Medrese planı uygulanmıştır. Sabuncuzade Şerafeddin Bin Ali 14 yıl hekimlik yapmıştır. XIX. yüzyıla kadar birçok ünlü hekim şifahanede yetişmiştir. Ruh hastaları telkin ve müzikle tedavi ediliyordu.

İsmail Bey Hamamı



İznik'tedir. İznik Beylerinden İsmail Bey tarafından yaptırılmıştır. (XIV-XV yüzyıl). Kubbe mimarisiyle tanınmıştır.

Sokollu Mehmet Paşa Hamamı



Sokollu Mehmet Paşa tarafından Edirne'de 1568 yılında Mimar Sinan'a yaptırılmıştır. Çifte Hamam planlıdır. Geliri Üç Şerefeli Cami'ye bağlanmıştır.

Bursa Eski Kaplıca-Armutlu



Eski Kaplıca-Armutlu I. Murat döneminde 1394 yılında yaptırılmış, 1511'de II. Bayezid tarafından soğukluk bölümü eklenmiştir.

Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü
Erzurum - Türk İslam Eserleri ve Etnografya Müzesi ( Yakutiye Medresesi )
Medrese taçkapısında bulunan kitabeye göre, İlhanlı Hükümdarı Sultan Olcayto zamanında Gazanhan ve Bolugan Hatun adına, Cemaleddin Hoca Yakut Gazani tarafından Hicri 710 (milâdi 1310) yılında yaptırılmıştır.
Türkler'in Anadolu'ya gelişlerinden hemen sonra başlayan Anadolu'yu değişik amaçlı mimarî eserlerle donatma çabası bütün tarihi olaylara rağmen devam etmiş ve Selçuklu Dönemi geleneksel mimarî tarzı Yakutiye Medresesi'nde de sürdürülerek anıtsal bir yapı ortaya çıkarılmıştır.
Yapı dört eyvanlı kapalı avlulu medreseler grubundadır. Eyvanlar arasında hücreler yer almaktadır. Batı eyvanı değişik bir tarzda ele alınarak iki katlı inşa edilmiştir. Güney eyvanı mescit olarak planlanmış ve bu eyvanın her iki duvarına mermer vakfiye kitabesi yerleştirilmiştir. Orta avlunun üzeri mukarnaslı bir kubbeyle örtülmüştür. Doğu eyvanın bitiminde kümbet yer almaktadır. Kümbette mezar bulunmamaktadır.
Medresenin dışa taşkın taçkapısı ve iki köşesindeki minareleriyle kurulan denge, yapının bütününde de cepheye karşılık kümbet yerleştirilerek sağlanmıştır. Bu da mimarlığın Selçuklu Döneminde bilimsel metotlarla yapıldığını göstermesi bakımından önemlidir. Ancak köşelerdeki minarelerden biri şerefeye kadar, diğeri kaideye kadar yıkılarak üzeri konik külâhla kapatılmıştır.
Cephede yer alan bitkisel, geometrik motifler ve sembolik tasvirlerde de denge ve simetriye önem verilmiştir. Gerek taçkapısındaki ve hücre kapılarındaki süslemeler gerekse minaredeki çini süslemeler o dönemde, sanatta gelinen noktayı ve sanata verilen önemi göstermektedir.
Taçkapısının her iki yüzünde, silme kemerler içerisinde altta ajurlu bir küre, hayat ağacı, her iki taraftaki pars figürleri ve üstte çift başlı kartal, Selçuklu Döneminde dini inançların anlatımını da içeren ve bazı farklılıklarla değişik yapılarda karşımıza sık sık çıkan bir semboldür.

Erzurum Çifte Minareli Medrese

Kitabesi olmadığından ne zaman yapıldığı ve gerçek adı bilinmez. Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad'ın kızı Hundi Hatun veya İlhanlı Hanedanı'ndan Padişah Hatun tarafından yaptırılmış olabileceği düşüncesiyle buna Hatuniye Medresesi de denmektedir. Genelde 13. yy. sonlarında yapıldığı kabul edilir. Sultan IV. Murad'ın emriyle tophane haline getirilmiştir. Bir süre de kışla olarak kullanılmıştır. 1971-1972 yıllarında Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce kazı ve restorasyonu yapılan medrese halen Erzurum Yakutiye Belediye Başkanlığı'nca kullanılmaktadır.


Dört eyvanlı, açık avlulu medreselerin Anadolu'daki en büyük örneğini teşkil eder. Çifte minareli taç kapısı güneyde ana eyvanla bitişen kümbetle değişik düzenlemeye sahiptir. Plandaki çarpıklık sur duvarına bitişik olmasından kaynaklanmaktadır. Cephede, taçkapı formundan başka çeşme nişleri ile yarım yuvarlak iki payanda vardır. Taçkapının iki yanında yükselen çok dilimli silindirik minareler sırlı-sırsız tuğla, pabuç kısımları ise mozaik çinilerle süslenmiştir. Şerefelerden itibaren üst kısımları yıkılmıştır. Taçkapıyı kademeli kuşaklar halinde çeviren plastik hacimli bitki süslemeleri ile kalın silmeli panoların içindeki ejder, hayat ağacı, kartal motifleri cephenin en gösterişli bölümleridir. Doğudaki tamamlanmış hayat ağacı ile kartal motiflerinin bir arma olmaktan çok, Orta Asya Türk inanışına kadar uzanan gücü ve ölümsüzlüğü dile getirdiği düşünülür.
Giriş eyvanın iki yanında kubbeyle örtülü odalar yer almaktadır. Uzun dikdörtgen avlu, değişik boyutlu sütun ve payelerle desteklenen revaklarla çevrilmiştir. Ortasında bir havuz bulunmaktadır. Revakların ortasında yer alan hücreler iki katlıdır. Küçük olan yan eyvanlar yıldız tonozlarla örtülmüştür. İç mimarî süslemelerin yarım kaldığı gözlenmektedir. Hücre kemerleri, kapı-pencere çerçeveleri ile sütunlarda görülen geometrik ve bitki örnekleri yanında ayet-hadislerden oluşan yazı kuşakları da mevcuttur.
Ana eyvanın sonunda altlı-üstlü merdivenlerle kümbetin mumyalık ve gövde kısmına geçilmektedir. İçten haçvari planlı mumyalıkta iki lahit mevcuttur. Onikigen planlı kümbet, Anadolu'daki bu tür mezar anıtların en büyüğüdür. Medresenin dışında kalan sekiz yüzde, birer atlamak suretiyle, alttan mukarnas kavsaralı ve daha büyük, üstte sade ve küçük olmak üzere sekiz pencere açılmıştır. Konik külâh, kırmızı renkli taşlarla kaplanmıştır. Tüm mimarî ihtiş***** rağmen süslemeleri yarım kalmıştır.

........
Son düzenleyen Safi; 2 Şubat 2016 19:19 Sebep: Resim Linkleri Yenilendi
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Şubat 2006       Mesaj #10
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kutsal Yerler, Eşyalar, Dergahlar
Eyüp Sultan




İstanbul'un Eyüp semtindeki cami ve yanındaki Eyüp Sultan türbesi en çok ziyaret edilen kutsal yerler arasındadır. Hz. Muhammed'in sancaktarı Ebu EyyübEnsari İstanbul'un Araplar tarafından ilk kuşatılması sırasında (672-679) burada şehit düşmüştür. Mezarı Akşemseddin tarafından bulunmuştur. Fatih Sultan Mehmet 1458'de ilk cami ve türbeyi yaptırmıştır. Günümüze ulaşan cami, III. Selim'in eskisini yıkıp yeniden yaptırdığı yapıdır. Osmanlı sultanları tahta çıktıktan sonra kılıç kuşanma törenlerini Eyüp Sultan'da yapmışlardır. Cami'nin haziresindeki ve çevresindeki mezarlıklarda pek çok ünlü kişinin, sanat eseri sayılan mezarları bulunmaktadır.



Kutsal Emanetler

Hz. Muhammed'e dostlarına ve bazı peygamberlere ait eşyalardır. Yavuz Sultan Selim'in 1517'de Mısır'ı fethinden sonra İstanbul'a getirilmiş, bir bölümü de İslam ülkelerinden derlenmiştir. Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesi'nde korunmakta ve sergilenmektedir.



Hz. Muhammed'in ayak izi.



Hz. Muhammed'in deri üzerine yazılı İslamiyet'e davet mektubu,
19 x 16 cm. (Name-i Saadet)


Hazreti Osman'a izafe edilen Kur'an-ı Kerim


Hazreti Muhammed'in kılıçlarının kabzaları



Hacıbektaş Dergahı


Nevşehir'in Hacıbektaş ilçesindedir. Hacı Bektaş Veli adına bir külliye olarak inşa edilmiştir. Selçuklular döneminde ilk bölümleri yapılan dergah Osmanlılar döneminde ekler ve onarımlarkla bugünkü durumunu almıştır. I. avlu, II. Avlu, mescid, III. Avlu, Huzuz-u Pir ve türbe, Balım Sultan türbesi dergahın başlıca bölümleridir. Bektaşilikle ilgili eserlerin bulunduğu bir müze haline getirilerek 1964'te hizmete açılmıştır.



Konya Mevlevi Dergahı


Selçuklular döneminde 1274 yılından itibaren ilk bölümleri inşa edilen, Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde yapılan onarım ve eklerle bugünkü şeklini alan dergah; şadırvanlı avlu, tilavet odası, türbe, semahane, mescid, derviş odaları, matbah(mutfak), çelebi dairesi ve meydan-ı şerif bölümlerinden oluşmaktadır. Avluda Sinan Paşa, Fatma Hatun, Hürrem Paşa, Hasan Paşa, Mehmet Bey türbeleri bulunmaktadır. 1927 yılında müze haline getirilmiştir.



Galata Mevlevihanesi


İstanbul Galata (Kulekapısı) Mevlevihanesi 1491'de İskender Paşa tarafından yaptırıldı. İlk şeyhliğinde Sinoplu Safayi Dede getirildi. 1765'de ünlü Dİvan Şairi Şeyh Galip postnişin oldu. 1925'teki son şeyhi Ahmet Celaettin Dede'dir. Mezarlığı'nda Şeyh Galip başta olmak üzere pek çok ünlü Mevlevi'nin mezarı bulunmaktadır. 1973'te Divan Edebiyatı Müzesi yapılmıştır.
Son düzenleyen Safi; 2 Şubat 2016 19:19 Sebep: Resim Linkleri Yenilendi

Benzer Konular

10 Aralık 2012 / Misafir Soru-Cevap
18 Temmuz 2012 / Misafir Cevaplanmış
26 Mart 2013 / Misafir Soru-Cevap
31 Ekim 2011 / Ziyaretçi Soru-Cevap
5 Nisan 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap