II. Yazı Devrimi:
Yazı devrimi ile burada alfabe değişikliği, dilde özleştirme çabaları ve Türk dili hakkında ortaya atılan teoriler kast edilmektedir. Dilde özleştirme çabalarının en önemli başlangıç noktası Latin alfabesinin kabul edilmesi olmuştur.
Arap alfabesinin yetersizliği konusundaki tartışmalar Tanzimat dönemine kadar gitmektedir. Arap alfabesinin Türk fonetiği açısından yetersizliği ilk olarak medrese kökenli Ahmet Cevdet Paşa tarafından 1851’de Encümen-i Dâniş’te öne sürülmüştür. Cevdet, Arap alfabesinin Osmanlı Türkçesindeki bazı sesleri karşılayamadığından hareketle soruna bir çözüm bulunması gerektiğini savunuyordu. Encümen-i Dâniş bu teklifi kabul etmiş fakat bunu uygulamaya koyamamıştır. Daha sonra benzer tekliflerin Münif Paşa tarafından 1862 yılında tekrar gündeme getirdiği görülmektedir (Sadoğlu: s. 216).
Burada dikkat edilmesi gereken husus Arap alfabesinin uygulamadaki bazı sıkıntılarını değinilmekle birlikte başka bir alfabeyle değiştirilmesi gerektiği hususunun söz konusu bile edilmemiş olmamasıdır. Arnavutların Latin harflerini kabulü hususundaki girişimleri ise Türk kamuoyunu ikiye bölmüştü. Bir yandan Latin alfabesine geçilmesi gerektiği savunulmakta öte yandan ise bunun Türk-İslam birliğine zarar vereceği görüşü ortaya atılmaktaydı. Örneğin, Namık Kemal’e göre mevcut Arap harflerinin ıslahından bahsedilebilirdi. Ancak sorun bütünüyle harflerden değil; eğitim sisteminin bozukluğundan kaynaklanıyordu. Bu anlamda hiçbir alfabenin gelişmeye engel teşkil ettiği de iddia edilemezdi. Üstelik yeni alfabenin bütün sesleri tam anlamıyla karşılaması bir avantaj olmadığı gibi mümkün de değildi. Bununla birlikte Namık Kemal’in Arnavutların Latin alfabesini benimseyecek olmasına karşı çıkmış olmasının diğer bir nedeni ise bunun İslam kültür çevresinde bir kopuşa neden olacağı endişesiydi( Sadoğlu: 218-19).
Abdullah Cevdet ve Kılıçzâde Latin harflerine geçişi savunmaktaydılar. Fakat bunu sadece fonetik anlamda sağlayacağı kolaylıktan ziyade topyekûn Batılılaşmayı hızlandıracak olmasından dolayı istemekteydiler. Bu anlamda alfabe tartışmasını sadece şekilsel bir dil problemi olarak anlamlandırmak oldukça hatalı olacaktır. Bu değişim arzusu sadece bir dil meselesi olarak değil, bir medeniyet tasavvuru olarak değerlendirilmelidir. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde bir grubun Latin alfabesine geçmeyi teklif etmesi sonucu Kazım Karabekir’in teklife gösterdiği tepki sadece bunun bir dil meselesi olmadığını gösterir niteliktedir. Karabekir’e göre “Türk yazısı güçtür, okunmaz” şeklindeki propaganda aslında yüzyıllardır bizi kemirmek isteyen Batı menşeli bir düşünceydi. Çünkü amacı İslam alemini parçalamak olan Avrupa, Latin harflerini kabul ettiğimiz takdirde tüm Müslüman dünyasına karşı “ Türkler ecnebi yazısını kabul etmişler ve Hıristiyan olmuşlardır” şeklinde ajitatif bir koz elde edeceklerdi. Oysa Arap harfleri, aynı zamanda “İslam harfleri”dir ve Müslüman “Türk ırkına” mal olmuşlardır. Üstelik “kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz, yazılarımız ve binlerce cilt eserlerimiz bu lisanla yazılmış iken büsbütün başka şekilde olan hurufu kabul ettiğimiz gün en büyük felakete maruz” kalacaktık ( Sadoğlu: s. 222).
Arap alfabesinin değiştirilmesini, Bernard Lewis, amaç ve sonuçlar bakımından çok açık bir şekilde özetlemektedir: İslamiyet’in devletten kopartılması süreci tamamlanmıştı ve Türkiye artık hukuken ve anayasal olarak dindışı bir devletti. Anayasasıyla, kanunlarıyla ve hedefleriyle laik ve modern bir ülkeydi. Ancak onu Doğuya bağlayan ve Batılı milletler topluluğundan ayıran kudretli ve evrensel tek bir simge kalmıştı: Arap alfabesi. Bu alfabe geçmişe gömülmüş olan hilafeti ve ilahi yasayı takip edecek Müslüman kimliğinin son işaretiydi. Harf devrimini açıklamak ve haklı göstermek için çeşitli argümanlar ileri sürülmüştür. Arap harfleri Türk dilinin seslerinin ifadesi için uygun değildi, öğretilmesi zor, baskısı sorunluydu. Dolayısıyla eğitim ve kültürel genişleme açısından bir engeldi. Bu ithamlar mesnetsiz değildir ve açık, basit ve fonetik olan yeni alfabenin okuryazarlık oranını artırmaya ve matbuatın kapsamlı biçimde yayılmasına yol açtığına kuşku yoktur. Ancak değişimin altında yatan temel amaç toplumsal ve kültürel alanda çok da uygulamaya ya da eğitime dönük değildi. Halkını bu alfabeye kabule zorlarken M. Kemal aslında geçmişin kapısını kapatıyor ve geleceğe doğru bir kapı açıyordu. Geçmişle ve doğuyla olan son bağ da böylece koparılacak ve Türkiye’nin modern Batı uygarlığıyla bütünleşmesine giden yolu açılacaktı (Lewis, s.374).
Kültürel anlamda muhafazakar aydınların alfabe değişikliği konusunda duydukları rahatsızlığın gerekçesini anlamak mümkündü. Köprülüzade M. Fuad ve Zeki Velidi gibi Türkçüler, böyle bir değişikliğin uzun vadede bir “kültür buhranına” yol açacağını savunuyorlardı. Üstelik Latin harfleri Batı medeniyetine dahil olmanın zorunlu bir koşulu da olamazdı. İlginç bir şekilde Musevi Avram Galanti de Latin harflerine aynı gerekçelerle karşı çıkıyordu. Yeni harfleri “eslafımızın müellefatını unutturacak” ve “mazimiz ile olan her türlü revabıtı kesecekti”. Galanti’ye göre “ilerleme” ile alfabe değişikliği arasında kurulan bağlantı da tamamen temelsiz bir iddiaydı. Nitekim Japonlar, geleneksel alfabelerini korudukları halde hızla modernleşebilmişlerdi (Sadoğlu: 223).
Sonuç olarak, M. Kemal 9 Ağustos 1928 tarihinde Sarayburnu Parkı’nda verdiği söylev ile milli sırrını açıklamış ve Latin alfabesine geçişin ilk sinyallerini vermiştir. 1 Kasım 1928 yılında meclise sunulan teklif kabul edilmiş ve 3 Kasım 1928’de teklif yasalaşmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken iki husus vardır. Bunlardan ilki yukarıda Dankwart Rustow’un da belirttiği üzere bu yasayla “Türk harflerinin kabulü” söz konusu edilmiştir. Tamamıyla batı menşeli olan bu ürüne “Türk harfleri” damgasını vurmak dönemin şartları açısından uygun bir strateji olmuştur. İkinci husus ise alfabe değişikliği hakkındaki teklifin çok hızlı bir şekilde yasalaştırılmış olmasıdır. Bu da Kemalist stratejinin olağan tezahürü ile açıklanabilir olsa gerek.
Alfabe devriminden sonraki süreç ise dilde özleştirme çalışmalarıdır. Kanaatimce hadiseyi “dil mühendisliği” ya da “dil soykırımı” olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır. Zira bu süreçte dildeki Türkçe olmayan kelimelere karşı büyük bir savaş açılmış ve bilhassa Arapça ve Farsça kelimelerin soyu kırılmaya çalışılmıştır. 1931 yılında Türk Dil Kurumu’nun kurulması ile dilde özleştirme konusunda tam bir seferberlik ilan edilmiştir. Bu seferberlikle her yabancı kelime yerine onun Türkçe karşılığını bulmak amaçlanmıştır. Bunun için ise Orta Asya menşeli kitaplardan taranmış kelimeler -kelimelerin kendi tarihsel evrimlerini önemsemeksizin- kullanılmak üzere oluşturulan yeni Türkçe sözlüklere kaydedilmiştir. Bununla birlikte yerel idaredeki tüm yöneticiler ve öğretmenler de yoğun gayretler sonucu yerelde kullanılan, halka mal olmuş kelimeleri topluyor ve merkeze iletiyorlardı. Yazma dilini konuşma diline yakınlaştırmak adına çok zengin olan dil tüketiliyor, köksüzleştiriliyordu.
Dil mühendisliği ya da dil soykırımı derken elbette ki dilde sadeleşmeyi kast etmiyoruz. Bir medeniyetin kendi bünyesinden çıkmış ya da kendi bünyesinde bir medeniyet inşa etmiş dilin kısırlaştırılmasıdır buradaki mesele. Dilde sadeleşme çabaları Tanzimat döneminde yoğunluk kazanmış ve basın ile yönetim aygıtının gelişmesi ile zorunlu hale gelmişti. Yeni gelişen bu ihtiyaçlara paralel olarak gösterilen çabalarla Cumhuriyet dönemindeki sadeleştirme çabaları birbirinden tamamen farklı eylemlerdir.
Dilde özleşme, yukarıda da belirtildiği üzere, üç veçheye sahip olmuştur. Bunlar uluslaşma, Batılılaşma ve laikleşmedir. Dilde özleşmeye gidilerek, Türkiye, kültürel anlamda Misak-ı Milli sınırlarıyla tahdit edilmek istenmiştir. İçersinde daha çok öz Türkçe kelime barındıran dil Arapça ve Farsçadan farklılığını daha çok temayüz ettirebilecekti. Böylelikle Türkiye ve Türkçe İslam dünyasının geri kalanını ötekileştirerek ya da İslam dünyasının ötekisi olarak ulusal rüşdünü daha kuvvetli bir şekilde isbat etmiş olacaktı.
Dilde özleştirme çalışmaları yapılırken Batı menşeli mefhumlar ve kelimeler de bundan nasibini almıştır. Fakat daha sonra Arapça ve Farsça mefhumların tasfiyesiyle oluşan boşluğun daha çok Avrupai kelimelerle giderilmesine tolerans gösterilmiştir. Bu uzun vadede Avrupa kökenli kelimelerin literatürün birçok alanını istilası ile sonuçlanmıştır. Fakat amacı total bir Batıcılık olan bir zihniyet için sanırım bu endişe verici bulunmamıştır.
Resmi tarih tezi ile nasıl ki Osmanlı-İslam mirası göz ardı edilerek seküler bir tarih inşa edilmeye çalışılmışsa, aynı şekilde dilden de İslam’a has unsurlar temizlenerek seküler bir dil inşa edilmeye çalışılmıştır. Örneğin “tabiat” kelimesi (yaratılmış olanı ifade eder) yerine “doğa” kelimesinin (doğmak fiilinden türetilmiştir) ikame edilmesi ya da Allah’ın iradesine de insanın iradesi yanında muteber bir konum tevdi eden “kaza ve kader” kelimeleri yerine salt insan iradesini vurgulayan, sadece insanın kendi iradesiyle fırsatlardan yararlanıp yararlanamadığını ifade eden “şans ve talih” kelimeleri ikame edilmek suretiyle dil İslam’dan arındırılmaya çalışılmıştır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür fakat sonuç olarak diyebiliriz ki, inşa edilen seküler dil uluslaşma ve Batılılaşma hedeflerini de yakınlaştıracak bir unsur olmuştur.
Özleştirme çabaları 1935 yılında önemli bir sekteye uğramış fakat bu sekte dilde özleştirme sürecini sonlandırmamıştır. Bu sekte ise 1935 yılında bilakis M. Kemal tarafından desteklenen Güneş Dil Teorisi olmuştur. Bu teorinin Yıldız’ın belirttiği şekliyle ulusal gururun ya da Batı karşısındaki ezikliğin giderilmesi gibi bir amacı da olmuştur. Yıldız, tarih ve dil tezlerinin ortaya atılmasındaki amacı şu cümlelerle özetlemektedir: “Kemalistler, önceki iki kuşak Türkçüler gibi, dil, tarih, edebiyat ve coğrafya alanları üzerinde yoğunlaşarak, Türklerin İslam öncesi “muhteşem” geçmişlerini incelediler. Böylece Türk ordusuna övünç duyacağı bir geçmiş sağlayacaklarını düşünüyorlardı. Yeni gelecek imajı, yeni rejimin ideolojik tercihlerine uygun şekilde tasarlanmış geçmişten türetilecekti. Türkçenin saflaştırılması ve yeni tarih yazımı bunun iki ana örneğidir. Dil politikasının bir parçası olarak Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin sistematik olarak ayıklanması, Pan-Türkler tarafından Türkiye ve dış Türkler arasında ortak bir dil oluşturulması yönünde atılmış bir adım olarak görülmüştür. Yeni tarih tezi ise Kemalistler için, Orta Asya’daki yurtlarından göç etmek zorunda kalan Türklerin, medeniyeti tüm dünyaya taşıdığı tezine sözde bilimsel destek sunmaktaydı. Batılaşmanın gerçekte yerli köklere dönüş süreci olduğu ve unutulan ulusal benliğin yeniden keşfedilmesini temsil ettiğini öne süren Kemalist tez böylece doğdu” (Yıldız, s. 110).
Güneş Dil Teorisi’nin açıkça belirtilmemiş olsa da doğurduğu bir başka sonuç ise dilde aşırı özleştirme faaliyetlerini sekteye uğratmış olmasıdır. Bu neticeyi Cemil Meriç şu cümlelerle ifade etmektedir: “Mustağripler, zaferin sarhoşluğuyla bedahatlere meydan okurlar. Hiçbir ülkenin eşine rastlamadığı bir Vandalizme inkılâp adı verilir: Dil inkılâbı. Bu aşırı tasfiyecilik çıkmaza saplanınca sahneye yeni bir nazariye çıkarılır: Güneş Dil Teorisi. Bu dahiyane buluş, intelijansiyanın namusunu kurtarır. Türkçe bütün dillerinin anası olduğuna göre özleştirmeye ne lüzum var… ama bir kere ok yaydan fırlamıştır. İntelijansiya ebedi şef’in ölümünden sonra büsbütün gemi azıya alır. Dil devrimi politikanın emrindedir artık. Ona dil uzatmak, devlete karşı koymaktır. Aydının tek hürriyeti vardır: dili tahrip. Mektepler, nesillerin hafızasını nesebi gayr-i sahih ‘tilcik’lerle doldurur. Güdümlü basın bu yıkıcılığa alkış tutar”(Meriç, s. 24).
Sonuç
Dil devrimi, toplumu ve kültürü sekülerleştirme alanında yapılmış olan Kemalist devrimler silsilesinin önemli bir halkasını teşkil etmektedir. Dil devrimi ile kültür ve toplum İslami kodlarından arındırılmaya çalışılmış ve bunda başarılı da olunmuştur. Sonuçları ne olursa olsun ya da neye mâl olursa olsun dil devrimi amacına ulaşmıştır. Geofrey Lewis’in Catastrophic Success (Türkçe çevirisi; Trajik Başarı) adlı eserinde belirttiği gibi dil devriminin başarısını kanıtlayan en önemli örnek M. Kemal’in 1927 yılında altı gün boyunca irâd ettiği Nutuk’un 1960’lı yılların başında “günün diline çevrilmek” zorunda kalmış olmasıdır (Geoffrey Lewis: s. 17).
Dil devrimi kültürel anlamda yeni nesiller için bir inkıta-kopuş olmuştur. Bu kopuş Türkiye’de felsefenin ve tarihçiliğin gelişimine de engel teşkil etmiştir. Makaleye Cemil Meriç’in dil devrimi ile alakalı, tarihsel süreci en veciz ifadelerler özetleyen değerlendirmeleriyle son vermek istiyorum.
Cemil Meriç dil inkılabına şiddetle karşı çıkar: “Dil’de inkılab olmaz. İhtiyar tarih, dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir çılgınlığa şahit olmamıştır. (Meriç, s.25) der. Harf inkılabı hakkında ise “harf inkılabı da kütüphanelerimizi tuğla yığınına çevirmiş, irfanımızı düne bağlayan köprüleri uçurmuş, kütüphanelerimizi dilsizleştirmiştir (Meriç, s. 24, 34) tesbitinde bulunur. Son olarak, dil ona göre kendi seyrini takip eder. Tasfiyeyi devlet değil, zaman yapar. Bu yüzden yeni mefhumlara yeni karşılık elbette bulunacaktır. Ama dilin öz malı olmuş kelimeleri, kökleri Arapça veya Farsça diye kovmamalıyız. Birincisi inşa, ikincisi tahriptir. Cedlerimiz buldukları yeni kelimeleri devlet zoruyla kabul ettirmemişlerdir. Her buluş sadece bir teklif olmuştur. Zira Osmanlı’nın “tilcik” üretmeye memur ulema-yı rüsumu yoktur (Meriç, s. 26).