Arama

İmce (Harf) Devrimi

Güncelleme: 24 Eylül 2014 Gösterim: 14.198 Cevap: 2
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
14 Ekim 2006       Mesaj #1
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
İMCE (HARF) DEVRİMİ

(1 KASIM 1928)

Sponsorlu Bağlantılar

Türkiye Cumhuriyeti beşinci yılını doldururken ve birbiri arkasına devrimler yapılırken Atatürk ile arkadaşları kültür devriminin en önemli, en büyük adımını atmaya hazırlanırlar. Çünkü genç Cumhuriyete, Osmanlı İmparatorluğunun kalıtı (mirası) olan yazı biçimi türlü sorunlar yaratmaktadır. Yüzyıllar süren imparatorluk Arap imceliğini/abecesini (alfabesini) kullanmıştır. Arap imceliği/abecesi, doğal olarak bükünlü bir dil olan Arapçanın doğasına yatkındır; bağlantılı dil özelliği taşıyan Türkçenin doğasındaki sesleri yansıtmaktan uzak bir dizgedir (sistemdir). Arap imceliği/abecesi (alfabesi), Türkçenin ünlü seslerini göstermemekte, h, k, s gibi kimi ünsüzler içinse birkaç ayrı imce (harf) kullanılmaktadır.

Arap imceliği/abecesi (alfabesi), ayrıca dinsel anlamlar yüklenmiş bir dizgedir (sistemdir); okuma yazma bilmeyen halk, bu imcelikle/abeceyle (alfabeyle) yazılmış bütün betiklere (kitaplara), yerde gördüğü bir gazete parçasına, iki satırlık bir not kağıdına bile inanç penceresinden bakmakta; salt okuma yazma bilmek, bu nedenle dinle ilişkilendirilmektedir.

Yönünü çağdaş uygarlığa çeviren genç Cumhuriyetin amaçladığı devrimlerin yaşama biçimi olması için ilk engellerden biri yazıdır, kaldı ki Cumhuriyet öncesi yazı ile dil, Osmanlı aydınlarınca da yoğun tartışılara yol açmıştır. Atatürk’ün yazının değiştirilmesine ilişkin düşüncesi, yeni değildir, bu düşünceyi çevresiyle tartışarak geliştirmiş, o güne değin yapılan çalışmalar da göz önüne alınarak bir kurul oluşturulmuş, bu kurula "Alfabe Komisyonu" denmiş, bu adın yanına bir de "Dil Encümeni" eklenmiştir.

Bu kurulda 9 üye bulunuyordu. Ragıp Hulusi Özden, İbrahim Grantay, Ahmet Cevat Emre, Emin Erişirgil, İhsan Sungu, Avni Başman, Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın, Yakup kadri Karaosmanloğlu'ndan oluşan kurul çalışmalarını kısa zamanda bütünledi.

Atatürk, yeni imceliği/abeceyi dilci İbrahim Necmi Dilmen'den öğrenmiş, 4-5 Ağustos gecesi, Başbakan İsmet İnönü'ye yeni imcelerle (harflerle) bir mektup yazmıştı. 9-10 Ağustos akşamı Sarayburnu'nda düzenlenen bir konferansta Falih Rıfkı Atay, Atatürk'ün yeni imcelerle (harflerle) yazdığı açıklamayı yüksek sesle okudu:

"Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk imcelerini (harflerini) benimsiyoruz. Bizim güzel, ahenkli, varsıl (zengin) dilimiz yeni Türk imceleriyle (harfleriyle) kendini gösterecektir. Yüzyıllardan bu yana kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak anlaşılmayan ve anlayamadığımız imlerden (işaretlerden) kendimizi kurtarmak, bunu anlamak zorundasınız. Anladığımızın belirtilerine yakın gelecekte bütün dünya tanık olacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum."

Atatürk, aynı gece Sarayburnu'nda halkla konuşurken, "Bugün yapmak zorunda bulunduğumuz çok değerli bir iş daha vardır: Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmek... Kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya, bütün yurttaşlara öğretiniz... Bunu yurtseverlik, ulusseverlik görevi biliniz. Bu görevi yaparken düşününüz ki, bir ulusun, bir toplumun yüzde onu ancak okuma yazma bilir, yüzde doksanı bilmezse, bundan insan olanların utanması gerek."

Atatürk, yazı devrimini tanıtmak için hemen yurt gezilerine başladı. Türkiye Kamutay’ı (TBMM) 1 Kasım 1928'de 1353 Sayılı Yasayla, 29 imceden (harften) oluşan yeni Türk imceliğini/abecesini benimsedi. Yeni imceliğin/abecenin bütün ulusa öğretilmesi, "Millet Mektepleri" (Ulus Okulları) denilen, bir bakıma ülkedeki ekin devrimini hızlandıran kurumlar aracığıyla sağlandı.

Mustafa Kemal Atatürk'ün, 1 Kasım 1928'de Kamutay’ı (TBMM'yi) açarken söylediği şu sözler, imce (harf) devrimini ve önemini tanımlamaktadır:

"Kamutay’ın kararıyla Türk imcelerinin kesinlik ve yasallık kazanması, bu ülkenin yükselme uğraşında başlıbaşına bir geçit olacaktır."

Yeni yazı, bir gerçeği gözler önüne sermişti. Yeni yazıyla Osmanlıca sözcükleri, tümlemeleri (tamlamaları) yazmak, yazımda birliktelik sağlamak kolay olmuyordu. Yazı devrimi, dile ayna tutmuştu. Türkçenin üzerinden kalın bir perde kalkmıştı sanki. Başka dillerden, özellikle Arapça ve Farsçadan akın eden, bu dillerin yapısına uydurulmaya çalışılarak yapılan uzunlu kısalı, anlaşılması zor "terkipler"in, başka başka yazılan batı kaynaklı sözcüklerin boyunduruğu altındaki Türkçe tanınmayacak durumdaydı. Kuşkusuz Osmanlıca, yüzyıllar süren bir imparatorluğun dili olarak, genç Cumhuriyete kültürel açıdan önemli bir kalıttı (mirastı), bu nedenle asla yadsınamazdı ancak kendi benliğinden çok uzaklaşmış bir dille genç Cumhuriyetin bilimsel, sanatsal yaratıcığını ortaya çıkarması, düşünsel üretimin hızlanması, bütün bilim, sanat, teknik kavramlarının karşılanması olanaksızdı.

Atatürk, dilin yenileşmesi gerektiğini yakın çevresine açıklamıştı. Yazı devrimini gerçekleştiren "Dil Yarkurulu" dağılmamış, Milli Eğitim Bakanlığı içinde bir birim olarak dil işleriyle ilgilenmeye başlamıştı. Yazım (imla) konusu, bu kurulun çözmesi gereken ilk sorundu, nitekim Dil Yarkurulu (encümeni) ilkin, "İmla Lügatı" (1928) adıyla bir yazım kılavuzu hazırlamıştı. Arkasından "Türk Söz Kitabı" adıyla sözlük hazırlığına girişilmişti. Ancak hem kurul üyeleri arasında anlaşmazlık vardı hem bu anlaşmazlıklar Kamutay kürsüsüne dek uzanıyordu. Bu kurulun, dilin yenileşmesi için çalışamayacağı belli olmuştu. Nitekim 1931 yazında Milli Eğitim Bakanlığı ödeneğini kesince, Dil Yarkurulu’nun (Encümeni'nin) çalışmaları son buldu.

Mira - avatarı
Mira
VIP VIP Üye
19 Mart 2012       Mesaj #2
Mira - avatarı
VIP VIP Üye
Harf Devrimi
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Sponsorlu Bağlantılar

Harf Devrimi , Türkiye'de 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı "Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında Kanun"un kabul edilmesi ve yeni alfabenin yerleştirilmesi sürecine genel olarak verilen isimdir. Bu yasayla o güne kadar kullanılan Osmanlı Alfabesi'nin yerine, Latin Alfabesi'nin Türkçeye uyarlanmış bir biçimi kabul edildi.

Tarihçe
Türkler 10. yüzyıldan itibaren İslam dini ile birlikte (eskiden İslam kültürünün vazgeçilmez ögesi sayılan) Arap alfabesini de Türkçe ses sistemine uyarlayarak benimsemişlerdi. Bunu izleyen 900 yıl boyunca Türkçe'nin gerek Batı (Osmanlı) gerek Doğu lehçeleri, Arap alfabesinin Türkçeye uyarlanmış bir biçimi ile yazıldı. Türkiye'de alfabe reformu önerileri 19. yüzyıl ortalarından itibaren duyulmaya başladı. Öneriler ikiye ayrılıyordu:
  • Osmanlıca yazısının düzeltilmesini isteyenler,
  • Latin alfabesinin kabulünü isteyenler.
Yazı Devriminin Gerekçeleri
Osmanlıca yazısının düzeltilmesini isteyenlerin başlıca gerekçesi, bu yazının Türkçe'nin ünlü seslerini ifade etmekte yetersiz kalmasıydı. Bu sorundan doğan imla kargaşası, yazılı basının ve resmi okul kitaplarının yaygınlaşması ile daha çok hissedildi. 1870'lerden itibaren Türkçe'nin standart bir sözlüğünü oluşturma çalışmaları da imla konusunu gündeme getirdi.

Latin Harflerini Benimseme Gerekçeleri

Atatürk Devrimleri

Siyasal
  • Saltanatın Kaldırılması
  • Cumhuriyetin İlanı
  • Halifeliğin Kaldırılması
  • Kadınlara Siyasal Haklarının Verilmesi
Toplumsal
  • Kıyafet İnkılabı
  • Tekke, Zâviye ve Türbelerin Kapatılması
  • Soyadı Kanunu
  • Lâkap ve Unvanların Kaldırılması
  • Uluslararası Ölçülerin Kabulü
Eğitim ve kültür
  • Öğretimin Birleştirilmesi
Harf Devrimi
  • Millet Mektepleri
  • Türk Dil ve Türk Tarih Kurumlarının Kurulması
  • Üniversite Öğreniminin Düzenlenmesi
  • Güzel Sanatlarda Yenilikler
Ekonomi
  • Aşarın Kaldırılması
  • Çiftçinin Özendirilmesi
  • Toprak Reformu
  • Örnek Çiftliklerin Kurulması
  • Sanayi Teşvik Kanunu
  • I. ve II. Kalkınma Planları
Hukuk
  • Mecellenin Kaldırılması
  • Medeni Kanunun Kabülü
  1. Batı kültürüne duyulan hayranlık veya Avrupa'nın üstünlüğüne olan inanç, Latin alfabesinin kazandığı prestijin temeliydi. 1850-60'lardan itibaren Türk aydın sınıfının tümü Fransızca biliyor ve bazen kendi aralarındaki yazışmalarda Fransızca kullanacak kadar bu dili benimsiyordu. Telgrafın yaygınlaşmasıyla birlikte, Türkçenin Latin alfabesiyle ve Fransız imlasına göre yazılan bir biçimi de günlük yaşamın bir parçası haline geldi. Beyoğlu, Selanik, İzmir gibi kozmopolit çevrelerde dükkân tabelaları ve ticari reklamlarda çoğu zaman bu yazı kullanılıyordu.
  2. İkinci Meşrutiyet döneminde, Türk ulusal kimliğini İslamiyetten bağımsız olarak tanımlama çabaları, özellikle İttihat ve Terakki'ye yakın aydınlar arasında ağırlık kazandı. Arap yazısı İslam kültürünün ayrılmaz bir parçası sayıldığı için, bu yazının terkedilmesi aynı zamanda Türk ulusal kimliğinin laikleşmesi ve kendi özbenliğini ortaya çıkarması anlamına gelecekti.
  3. 19. yüzyılın son çeyreğinde İstanbul ve Anadolu'da Rum ve Ermeni harfleriyle basılan gazete ve kitaplar önemli bir sayı tutmaya başlamıştı. Bu yayınların kazandığı popülerlik, Türkçe'nin Arap yazısından başka yazıyla da yazılabileceği düşüncesinin benimsenmesine yardımcı oldu. 1908-1911'de Latin temelli Arnavut Alfabesi'nin kabulü ve 1922'de Azerbaycan'ın Latin alfabesini kabulü Türkiye'de büyük yankı uyandırdı.[kaynak belirtilmeli]
İlk reform önerileri
Latin alfabesinin Türkçe'ye uyarlanması görüşü ilk kez 1860'lı yıllarda Azerbaycan'lı Feth Ali Ahundzade tarafından ortaya atıldı. Ahundzade ayrıca Kiril alfabesi kökenli bir de alfabe de hazırlamıştı.

1908-1911 döneminde Latin esaslı yeni Arnavut alfabesinin benimsenmesi, Türk aydınları arasında da yoğun tartışmalara neden oldu. 1911'de Elbasan'da hocaların Latin harflerinin şeriat'a aykırı olduğuna dair fetvasına karşı sert bir polemiğe giren Hüseyin Cahit, Latin esaslı Arnavut alfabesini savunmakla yetinmeyip Türklerin de aynısını uygulamalarını önerdi. 1911'de İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Arnavut kolu Latin esaslı alfabeyi kabul etti.

1914 yılında Kılıçzade Hakkı'nın yayınladığı Hürriyet-i Fikriye adlı dergide çıkan beş imzasız makale, Latin harflerinin yavaş yavaş kullanılmalarını öneriyor ve bu değişikliğin kaçınılmaz olduğunu ileri sürüyordu. Ancak dergi bu makaleler nedeniyle İttihat ve Terakki iktidarı tarafından yasaklandı.

1911 yılında Manastır-Bitola'da Latin harfleriyle basılan ilk Türkçe gazete yayınlandı. Zekeriya Sami Efendi'nin neşrettiği adı Eças (Fransızca imlâ ile çıkan 'esas' diye okunan ve Cumartesi günleri yayınlanan bu gazetenin ancak birkaç sayısı günümüze ulaşmıştır.

Atatürk ve Harf Reformu
Mustafa Kemal de bu konuyla 1905-1907 tarihleri arasında Suriye'deyken ilgilenmeye başladı. 1922 yılında Atatürk Halide Edip Adıvar'la yine bu konu hakkında konuşmuş ve böylesi bir değişikliğin sert önlemler gerektireceğini söylemişti.

Eylül 1922'de Hüseyin Cahit'in İstanbul basın yayın üyelerinin katıldığı bir toplantıda Atatürk'e sorduğu "neden Latin harflerini kabul etmiyoruz?" sorusuna, Atatürk "henüz zamanı değil" yanıtını vermişti. 1923'teki İzmir İktisat Kongresi'nde de aynı yolda bir öneri sunulmuş, ancak öneri kongre başkanı Kâzım Karabekir tarafından "İslam'ın bütünlüğüne zarar vereceği" gerekçesiyle reddedilmişti. Ancak tartışma basında geniş yer bulmuştu.

28 Mayıs 1928'de TBMM, 1 Haziran'dan itibaren resmi daire ve kuruluşlarda uluslararası rakamların kullanılmasına yönelik bir yasa çıkarttı. Yasaya önemli bir tepki gelmedi. Yaklaşık olarak bu yasayla aynı zamanda da harf reformu için bir komisyon kuruldu.

Komisyonun tartıştığı konulardan biri eski yazıdaki kaf ve kef harflerinin yeni Türkçe alfabede q ve k harfleriyle karşılanması önerisiydi. Ancak bu öneri Atatürk tarafından reddedildi ve q harfi alfabeden çıkartıldı. Yeni alfabenin hayata geçirilmesi için 5 ila 15 senelik geçiş süreçleri öngören komisyonda bulunan Falih Rıfkı Atay'ın aktardığına göre Atatürk "bu ya üç ayda olur, ya da hiç olmaz" diyerek zaman kaybedilmemesini istedi. Alfabe tamamlandıktan sonra 9 Ağustos 1928'de Atatürk alfabeyi Cumhuriyet Halk Partisi'nin Gülhane'deki galasına katılanlara tanıttı. 11 Ağustos'ta Cumhurbaşkanlığı hizmetlileri ve milletvekillerine, 15 Ağustos'ta da üniversite öğretim üyeleri ve edebiyatçılara yeni alfabe tanıtıldı. Ağustos ve Eylül aylarında da Atatürk farklı illerde yeni alfabeyi halka tanıttı. Bu sürecin sonunda komisyonun önerilerinde, kimi ekleri ana sözcüğe birleştirme amaçlı kullanılan tirenin atılması ve şapka işaretinin eklenmesi gibi düzeltmeler yapıldı. 8-25 Ekim tarihleri arasında resmi görevlilerin hepsi yeni harfleri kullanımla ilgili bir sınavdan geçirildi. Sevan Nişanyan'ın Yanlış Cumhuriyet isimli kitabında Harf Devrimi üzerine düşüncelerini istatistikî olarak anlatılmıştır.
Milli bir seferberlik olarak benimsenen ve olağanüstü bir ısrarla sürdürülen okuryazarlık kampanyasına rağmen, 1927-35 arasında yeni okuma-yazma öğrenenler resmi rakamlara göre Türkiye nüfusunun sadece % 10.3'ünü (1927'de okuryazar olmayan nüfusun % 11.2'sini) bulmuştur. Oysa, örneğin 1960-70 yılları arasında okuryazar sayısındaki artış, toplam nüfusun %27.2'si ve 1960'ta okuryazar olmayan nüfusun %40.1'idir. Bu rakamlar, okuryazarlık artışında belirleyici olan etkenin harf devrimi olmadığını düşündürmektedir. Harf devrimini izleyen yıllarda gazete satışlarında görülen ve yaklaşık yirmi yıl boyunca telafi edilemeyen düşüş ise, harf devriminin, okuryazarlık oranını artırmak şöyle dursun, azaltmış olabileceği olasılığını akla getirmektedir.
Okuma
  • Mehmet Ali Ağakay (der.) (1962). Dil Devriminin 30 Yılı. Ankara: TDK.
  • Agop Dilaçar (1962). Devlet Dili Olarak Türkçe. Ankara: AÜ.
  • İsmail Doğan (der.) (1999). Atatürk’ün Harf Devrimi ve Türk Dünyasına Yansımaları Sempozyumu, 27 Ekim 1998: Bildiriler. Trabzon: KTÜ.
  • M. German (1938). 1928 9 Ağustos Harf İnkilabı. İstanbul: Beşiktaş Halkevi
  • İsmet Giritli (1989). Harf İnkılâbı ve Atatürk. Ankara.
  • Nurettin Gülmez (2006). Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Harfler Üzerine Tartışmalar. Bursa: Aktüel Yayınları.
  • Harf devriminin 50. yılı sempozyumu (1981). Ankara: TTK.
  • Agah Sırrı Levend (1949). Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Safhaları. Ankara: TDK.
  • Sevan Nişanyan, Yanlış Cumhuriyet: Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru, Kırmızı Y.
  • İsa Öztürk (1998). Harf devrimi ve sonuçları. Ankara: Kültür Bakanlığı.
  • İhsan Sungu (1941). Harf İnkılabı ve Millî Şef İsmet İnönü. Ankara: Maarif.
  • Mehmet Tekin (1988). Harf İnkılabı: Türk Ocaklarının Çalışmaları ve Hatay’da Yeni Yazı. Antakya.
  • Neriman Tongul (1990). Türk Harf İnkılabı. HÜ. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
  • Mehmet Şakir Ülkütaşır (2000). Atatürk ve Harf Devrimi. Ankara: TDK.
  • Ruşen Eşref Ünaydın (1943). Hatıralar: Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin Kuruluşundan İlk Kurultaya Kadar. Ankara: Recep Ulusoğlu Basımevi.
  • Türkiye'de Latin Harfleri Meselesi (1908-1928) makalesi, Arş.Gör. Selami Kılıç, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 1991, Cilt:2 Sayı:7, ISSN:1303-5290. (Kâzım Karabekir Paşa ve Prof. Avram Galanti’nin görüşlerini de içermektedir.)

theMira
perlina - avatarı
perlina
Ziyaretçi
24 Eylül 2014       Mesaj #3
perlina - avatarı
Ziyaretçi
II. Yazı Devrimi:
Yazı devrimi ile burada alfabe değişikliği, dilde özleştirme çabaları ve Türk dili hakkında ortaya atılan teoriler kast edilmektedir. Dilde özleştirme çabalarının en önemli başlangıç noktası Latin alfabesinin kabul edilmesi olmuştur.
Arap alfabesinin yetersizliği konusundaki tartışmalar Tanzimat dönemine kadar gitmektedir. Arap alfabesinin Türk fonetiği açısından yetersizliği ilk olarak medrese kökenli Ahmet Cevdet Paşa tarafından 1851’de Encümen-i Dâniş’te öne sürülmüştür. Cevdet, Arap alfabesinin Osmanlı Türkçesindeki bazı sesleri karşılayamadığından hareketle soruna bir çözüm bulunması gerektiğini savunuyordu. Encümen-i Dâniş bu teklifi kabul etmiş fakat bunu uygulamaya koyamamıştır. Daha sonra benzer tekliflerin Münif Paşa tarafından 1862 yılında tekrar gündeme getirdiği görülmektedir (Sadoğlu: s. 216).
Burada dikkat edilmesi gereken husus Arap alfabesinin uygulamadaki bazı sıkıntılarını değinilmekle birlikte başka bir alfabeyle değiştirilmesi gerektiği hususunun söz konusu bile edilmemiş olmamasıdır. Arnavutların Latin harflerini kabulü hususundaki girişimleri ise Türk kamuoyunu ikiye bölmüştü. Bir yandan Latin alfabesine geçilmesi gerektiği savunulmakta öte yandan ise bunun Türk-İslam birliğine zarar vereceği görüşü ortaya atılmaktaydı. Örneğin, Namık Kemal’e göre mevcut Arap harflerinin ıslahından bahsedilebilirdi. Ancak sorun bütünüyle harflerden değil; eğitim sisteminin bozukluğundan kaynaklanıyordu. Bu anlamda hiçbir alfabenin gelişmeye engel teşkil ettiği de iddia edilemezdi. Üstelik yeni alfabenin bütün sesleri tam anlamıyla karşılaması bir avantaj olmadığı gibi mümkün de değildi. Bununla birlikte Namık Kemal’in Arnavutların Latin alfabesini benimseyecek olmasına karşı çıkmış olmasının diğer bir nedeni ise bunun İslam kültür çevresinde bir kopuşa neden olacağı endişesiydi( Sadoğlu: 218-19).
Abdullah Cevdet ve Kılıçzâde Latin harflerine geçişi savunmaktaydılar. Fakat bunu sadece fonetik anlamda sağlayacağı kolaylıktan ziyade topyekûn Batılılaşmayı hızlandıracak olmasından dolayı istemekteydiler. Bu anlamda alfabe tartışmasını sadece şekilsel bir dil problemi olarak anlamlandırmak oldukça hatalı olacaktır. Bu değişim arzusu sadece bir dil meselesi olarak değil, bir medeniyet tasavvuru olarak değerlendirilmelidir. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde bir grubun Latin alfabesine geçmeyi teklif etmesi sonucu Kazım Karabekir’in teklife gösterdiği tepki sadece bunun bir dil meselesi olmadığını gösterir niteliktedir. Karabekir’e göre “Türk yazısı güçtür, okunmaz” şeklindeki propaganda aslında yüzyıllardır bizi kemirmek isteyen Batı menşeli bir düşünceydi. Çünkü amacı İslam alemini parçalamak olan Avrupa, Latin harflerini kabul ettiğimiz takdirde tüm Müslüman dünyasına karşı “ Türkler ecnebi yazısını kabul etmişler ve Hıristiyan olmuşlardır” şeklinde ajitatif bir koz elde edeceklerdi. Oysa Arap harfleri, aynı zamanda “İslam harfleri”dir ve Müslüman “Türk ırkına” mal olmuşlardır. Üstelik “kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz, yazılarımız ve binlerce cilt eserlerimiz bu lisanla yazılmış iken büsbütün başka şekilde olan hurufu kabul ettiğimiz gün en büyük felakete maruz” kalacaktık ( Sadoğlu: s. 222).
Arap alfabesinin değiştirilmesini, Bernard Lewis, amaç ve sonuçlar bakımından çok açık bir şekilde özetlemektedir: İslamiyet’in devletten kopartılması süreci tamamlanmıştı ve Türkiye artık hukuken ve anayasal olarak dindışı bir devletti. Anayasasıyla, kanunlarıyla ve hedefleriyle laik ve modern bir ülkeydi. Ancak onu Doğuya bağlayan ve Batılı milletler topluluğundan ayıran kudretli ve evrensel tek bir simge kalmıştı: Arap alfabesi. Bu alfabe geçmişe gömülmüş olan hilafeti ve ilahi yasayı takip edecek Müslüman kimliğinin son işaretiydi. Harf devrimini açıklamak ve haklı göstermek için çeşitli argümanlar ileri sürülmüştür. Arap harfleri Türk dilinin seslerinin ifadesi için uygun değildi, öğretilmesi zor, baskısı sorunluydu. Dolayısıyla eğitim ve kültürel genişleme açısından bir engeldi. Bu ithamlar mesnetsiz değildir ve açık, basit ve fonetik olan yeni alfabenin okuryazarlık oranını artırmaya ve matbuatın kapsamlı biçimde yayılmasına yol açtığına kuşku yoktur. Ancak değişimin altında yatan temel amaç toplumsal ve kültürel alanda çok da uygulamaya ya da eğitime dönük değildi. Halkını bu alfabeye kabule zorlarken M. Kemal aslında geçmişin kapısını kapatıyor ve geleceğe doğru bir kapı açıyordu. Geçmişle ve doğuyla olan son bağ da böylece koparılacak ve Türkiye’nin modern Batı uygarlığıyla bütünleşmesine giden yolu açılacaktı (Lewis, s.374).
Kültürel anlamda muhafazakar aydınların alfabe değişikliği konusunda duydukları rahatsızlığın gerekçesini anlamak mümkündü. Köprülüzade M. Fuad ve Zeki Velidi gibi Türkçüler, böyle bir değişikliğin uzun vadede bir “kültür buhranına” yol açacağını savunuyorlardı. Üstelik Latin harfleri Batı medeniyetine dahil olmanın zorunlu bir koşulu da olamazdı. İlginç bir şekilde Musevi Avram Galanti de Latin harflerine aynı gerekçelerle karşı çıkıyordu. Yeni harfleri “eslafımızın müellefatını unutturacak” ve “mazimiz ile olan her türlü revabıtı kesecekti”. Galanti’ye göre “ilerleme” ile alfabe değişikliği arasında kurulan bağlantı da tamamen temelsiz bir iddiaydı. Nitekim Japonlar, geleneksel alfabelerini korudukları halde hızla modernleşebilmişlerdi (Sadoğlu: 223).
Sonuç olarak, M. Kemal 9 Ağustos 1928 tarihinde Sarayburnu Parkı’nda verdiği söylev ile milli sırrını açıklamış ve Latin alfabesine geçişin ilk sinyallerini vermiştir. 1 Kasım 1928 yılında meclise sunulan teklif kabul edilmiş ve 3 Kasım 1928’de teklif yasalaşmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken iki husus vardır. Bunlardan ilki yukarıda Dankwart Rustow’un da belirttiği üzere bu yasayla “Türk harflerinin kabulü” söz konusu edilmiştir. Tamamıyla batı menşeli olan bu ürüne “Türk harfleri” damgasını vurmak dönemin şartları açısından uygun bir strateji olmuştur. İkinci husus ise alfabe değişikliği hakkındaki teklifin çok hızlı bir şekilde yasalaştırılmış olmasıdır. Bu da Kemalist stratejinin olağan tezahürü ile açıklanabilir olsa gerek.
Alfabe devriminden sonraki süreç ise dilde özleştirme çalışmalarıdır. Kanaatimce hadiseyi “dil mühendisliği” ya da “dil soykırımı” olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır. Zira bu süreçte dildeki Türkçe olmayan kelimelere karşı büyük bir savaş açılmış ve bilhassa Arapça ve Farsça kelimelerin soyu kırılmaya çalışılmıştır. 1931 yılında Türk Dil Kurumu’nun kurulması ile dilde özleştirme konusunda tam bir seferberlik ilan edilmiştir. Bu seferberlikle her yabancı kelime yerine onun Türkçe karşılığını bulmak amaçlanmıştır. Bunun için ise Orta Asya menşeli kitaplardan taranmış kelimeler -kelimelerin kendi tarihsel evrimlerini önemsemeksizin- kullanılmak üzere oluşturulan yeni Türkçe sözlüklere kaydedilmiştir. Bununla birlikte yerel idaredeki tüm yöneticiler ve öğretmenler de yoğun gayretler sonucu yerelde kullanılan, halka mal olmuş kelimeleri topluyor ve merkeze iletiyorlardı. Yazma dilini konuşma diline yakınlaştırmak adına çok zengin olan dil tüketiliyor, köksüzleştiriliyordu.
Dil mühendisliği ya da dil soykırımı derken elbette ki dilde sadeleşmeyi kast etmiyoruz. Bir medeniyetin kendi bünyesinden çıkmış ya da kendi bünyesinde bir medeniyet inşa etmiş dilin kısırlaştırılmasıdır buradaki mesele. Dilde sadeleşme çabaları Tanzimat döneminde yoğunluk kazanmış ve basın ile yönetim aygıtının gelişmesi ile zorunlu hale gelmişti. Yeni gelişen bu ihtiyaçlara paralel olarak gösterilen çabalarla Cumhuriyet dönemindeki sadeleştirme çabaları birbirinden tamamen farklı eylemlerdir.
Dilde özleşme, yukarıda da belirtildiği üzere, üç veçheye sahip olmuştur. Bunlar uluslaşma, Batılılaşma ve laikleşmedir. Dilde özleşmeye gidilerek, Türkiye, kültürel anlamda Misak-ı Milli sınırlarıyla tahdit edilmek istenmiştir. İçersinde daha çok öz Türkçe kelime barındıran dil Arapça ve Farsçadan farklılığını daha çok temayüz ettirebilecekti. Böylelikle Türkiye ve Türkçe İslam dünyasının geri kalanını ötekileştirerek ya da İslam dünyasının ötekisi olarak ulusal rüşdünü daha kuvvetli bir şekilde isbat etmiş olacaktı.
Dilde özleştirme çalışmaları yapılırken Batı menşeli mefhumlar ve kelimeler de bundan nasibini almıştır. Fakat daha sonra Arapça ve Farsça mefhumların tasfiyesiyle oluşan boşluğun daha çok Avrupai kelimelerle giderilmesine tolerans gösterilmiştir. Bu uzun vadede Avrupa kökenli kelimelerin literatürün birçok alanını istilası ile sonuçlanmıştır. Fakat amacı total bir Batıcılık olan bir zihniyet için sanırım bu endişe verici bulunmamıştır.
Resmi tarih tezi ile nasıl ki Osmanlı-İslam mirası göz ardı edilerek seküler bir tarih inşa edilmeye çalışılmışsa, aynı şekilde dilden de İslam’a has unsurlar temizlenerek seküler bir dil inşa edilmeye çalışılmıştır. Örneğin “tabiat” kelimesi (yaratılmış olanı ifade eder) yerine “doğa” kelimesinin (doğmak fiilinden türetilmiştir) ikame edilmesi ya da Allah’ın iradesine de insanın iradesi yanında muteber bir konum tevdi eden “kaza ve kader” kelimeleri yerine salt insan iradesini vurgulayan, sadece insanın kendi iradesiyle fırsatlardan yararlanıp yararlanamadığını ifade eden “şans ve talih” kelimeleri ikame edilmek suretiyle dil İslam’dan arındırılmaya çalışılmıştır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür fakat sonuç olarak diyebiliriz ki, inşa edilen seküler dil uluslaşma ve Batılılaşma hedeflerini de yakınlaştıracak bir unsur olmuştur.
Özleştirme çabaları 1935 yılında önemli bir sekteye uğramış fakat bu sekte dilde özleştirme sürecini sonlandırmamıştır. Bu sekte ise 1935 yılında bilakis M. Kemal tarafından desteklenen Güneş Dil Teorisi olmuştur. Bu teorinin Yıldız’ın belirttiği şekliyle ulusal gururun ya da Batı karşısındaki ezikliğin giderilmesi gibi bir amacı da olmuştur. Yıldız, tarih ve dil tezlerinin ortaya atılmasındaki amacı şu cümlelerle özetlemektedir: Kemalistler, önceki iki kuşak Türkçüler gibi, dil, tarih, edebiyat ve coğrafya alanları üzerinde yoğunlaşarak, Türklerin İslam öncesi “muhteşem” geçmişlerini incelediler. Böylece Türk ordusuna övünç duyacağı bir geçmiş sağlayacaklarını düşünüyorlardı. Yeni gelecek imajı, yeni rejimin ideolojik tercihlerine uygun şekilde tasarlanmış geçmişten türetilecekti. Türkçenin saflaştırılması ve yeni tarih yazımı bunun iki ana örneğidir. Dil politikasının bir parçası olarak Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin sistematik olarak ayıklanması, Pan-Türkler tarafından Türkiye ve dış Türkler arasında ortak bir dil oluşturulması yönünde atılmış bir adım olarak görülmüştür. Yeni tarih tezi ise Kemalistler için, Orta Asya’daki yurtlarından göç etmek zorunda kalan Türklerin, medeniyeti tüm dünyaya taşıdığı tezine sözde bilimsel destek sunmaktaydı. Batılaşmanın gerçekte yerli köklere dönüş süreci olduğu ve unutulan ulusal benliğin yeniden keşfedilmesini temsil ettiğini öne süren Kemalist tez böylece doğdu” (Yıldız, s. 110).
Güneş Dil Teorisi’nin açıkça belirtilmemiş olsa da doğurduğu bir başka sonuç ise dilde aşırı özleştirme faaliyetlerini sekteye uğratmış olmasıdır. Bu neticeyi Cemil Meriç şu cümlelerle ifade etmektedir: “Mustağripler, zaferin sarhoşluğuyla bedahatlere meydan okurlar. Hiçbir ülkenin eşine rastlamadığı bir Vandalizme inkılâp adı verilir: Dil inkılâbı. Bu aşırı tasfiyecilik çıkmaza saplanınca sahneye yeni bir nazariye çıkarılır: Güneş Dil Teorisi. Bu dahiyane buluş, intelijansiyanın namusunu kurtarır. Türkçe bütün dillerinin anası olduğuna göre özleştirmeye ne lüzum var… ama bir kere ok yaydan fırlamıştır. İntelijansiya ebedi şef’in ölümünden sonra büsbütün gemi azıya alır. Dil devrimi politikanın emrindedir artık. Ona dil uzatmak, devlete karşı koymaktır. Aydının tek hürriyeti vardır: dili tahrip. Mektepler, nesillerin hafızasını nesebi gayr-i sahih ‘tilcik’lerle doldurur. Güdümlü basın bu yıkıcılığa alkış tutar”(Meriç, s. 24).
Sonuç
Dil devrimi, toplumu ve kültürü sekülerleştirme alanında yapılmış olan Kemalist devrimler silsilesinin önemli bir halkasını teşkil etmektedir. Dil devrimi ile kültür ve toplum İslami kodlarından arındırılmaya çalışılmış ve bunda başarılı da olunmuştur. Sonuçları ne olursa olsun ya da neye mâl olursa olsun dil devrimi amacına ulaşmıştır. Geofrey Lewis’in Catastrophic Success (Türkçe çevirisi; Trajik Başarı) adlı eserinde belirttiği gibi dil devriminin başarısını kanıtlayan en önemli örnek M. Kemal’in 1927 yılında altı gün boyunca irâd ettiği Nutuk’un 1960’lı yılların başında “günün diline çevrilmek” zorunda kalmış olmasıdır (Geoffrey Lewis: s. 17).
Dil devrimi kültürel anlamda yeni nesiller için bir inkıta-kopuş olmuştur. Bu kopuş Türkiye’de felsefenin ve tarihçiliğin gelişimine de engel teşkil etmiştir. Makaleye Cemil Meriç’in dil devrimi ile alakalı, tarihsel süreci en veciz ifadelerler özetleyen değerlendirmeleriyle son vermek istiyorum.
Cemil Meriç dil inkılabına şiddetle karşı çıkar: “Dil’de inkılab olmaz. İhtiyar tarih, dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir çılgınlığa şahit olmamıştır. (Meriç, s.25) der. Harf inkılabı hakkında ise “harf inkılabı da kütüphanelerimizi tuğla yığınına çevirmiş, irfanımızı düne bağlayan köprüleri uçurmuş, kütüphanelerimizi dilsizleştirmiştir (Meriç, s. 24, 34) tesbitinde bulunur. Son olarak, dil ona göre kendi seyrini takip eder. Tasfiyeyi devlet değil, zaman yapar. Bu yüzden yeni mefhumlara yeni karşılık elbette bulunacaktır. Ama dilin öz malı olmuş kelimeleri, kökleri Arapça veya Farsça diye kovmamalıyız. Birincisi inşa, ikincisi tahriptir. Cedlerimiz buldukları yeni kelimeleri devlet zoruyla kabul ettirmemişlerdir. Her buluş sadece bir teklif olmuştur. Zira Osmanlı’nın “tilcik” üretmeye memur ulema-yı rüsumu yoktur (Meriç, s. 26).

Benzer Konular

16 Şubat 2020 / RuffRyders Forum Oyunları
9 Nisan 2013 / Misafir Tarih
8 Ağustos 2016 / Misafir Mustafa Kemal ATATÜRK
19 Ocak 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat
1 Kasım 2008 / SatanpisT Taslak Konular