Arama

Halk Bilgisi

Güncelleme: 11 Mayıs 2006 Gösterim: 28.024 Cevap: 9
NihLe - avatarı
NihLe
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #1
NihLe - avatarı
Ziyaretçi
Halk Bilgisi

Sponsorlu Bağlantılar
Günlük Yaşam

Günlük yaşam; bir yerleşim biriminde aile bireylerinin yaşamlarını sürdürebilmek için birbirlerine karşı hak ve görevlerini yerine getirme çabalarının tümüdür.
Anadolu'da günlük yaşam güneşin doğuşuyla başlayıp, güneşin batışına kadar devam eden zaman dilimini kapsar.Bu zaman içerisinde anneye babaya, çocuklara düşen görevler; geçmişten günümüze ulaşan gelenek, görenek, adet ve alışkanlıklarla belirlenmiştir. Ancak değişen toplumsal ve ekonomik yapıyla birlik günlük yaşam içerisinde kişilere düşen görevler de içerikte olmasa da şekilde bazı değişimler gözlenmektedir.

ÖRF

Örfler, çoğu zaman toplumun katı beklentileri olarak nitelenen birtakım örnek tutum ve davranışlardır. Örfler, aynı zamanda toplumu, herhangi bir değer sisteminin bünyesini oluşturan temel taşlarını da temsil ederler. Bu değerler sistemi, toplumsal yapının durumuna göre giderek özel bir hukuk sistemine göre ya da o sistemdeki bir yasa maddesine de gerekçe olur.
Örflerin bireyle birey, bireyle aile, bireyle komşular ve akrabalar, bireyle halk ve ulus arasındaki ilişkileri, davranışları, tutum ve tavırları düzenleyen ve belirleyen işlevleri vardır. Toplumun her üyesini sürekli olarak baskı altında tutan örfler, zorlayıcı yaptırıcı ya da yasaklayıcı yaptırımlarıyla bireyin grupla cemaatla ya da toplumla uygunlaşımını sağlarlar. Öte yandan cins, yaş, sınıf ve mesleklere göre belirlenmiş çeşitli örfler bunlar arasında bağlantıyı koruma, kollama, pekiştirme ve denetleme işlevleriyle de yüklüdürler.
Örflere karşı çıkma kimi toplumlarda yasaya karşı çıkmayla bir tutulur; hatta zaman zaman yasaların da üstünde tutularak katı ve bağışlamasız bir tutumla birey cezalandırılır.

ADET
Adetler, tıpkı örfler gibi birçok sosyal içerikli ilişkiyi düzenlemekte, yönetmekte ve denetlemektedirler. Toplumsal yaşamın düzenli gitmesinde, kuralların uygulanmasında adetler etkili olmaktadırlar; örneğin karşılama ve uğurlamalar; yemek ve sofra düzenleri; geçiş dönemleriyle ilgili kutlama ve kutsamalar; kız isteme, nişanlılık ve evlenme usülleri; cinsler, yaş grupları, meslek mensupları arasındaki ilişkilerin biçimleri; selamlaşma, hatır sorma sırasında uyulması gereken kurallar; bayramlar, mevsimler, önemli günlerle ilgili davranış biçimleri; 'yas alma', 'baş sağlığı dileme' gibi durumlarda söylenecek sözler, takınılacak tavırlar ve tutumlar adetlerin alanına girerler.
Adetler çeşitli kökenlerden kaynaklanmış ve biçimlenmişlerdir; bunlar içerisinde geçmiş zamanların yaşama biçimleri, dünya görüşleri, ilginç rastlantı ve olaylar önemli bir yer tutarlar. Bir toplumda, toplumun bütününü ilgilendiren adetler olduğu gibi, çeşitli mesleklerin, mezheplerin, etnik grupların v.b. kendilerine özgü adetleri vardır. Adetlerin pratikteki uygulanışını giderek gelenekleşmesini sağlayan bu konuda bilinçli yada bilinçsiz görev üstlenen yaş ve cins gruplarıyla dinsel liderler, dernek yöneticileri, oyun grubu başkanları bulunmaktadır. Kimi adetler oldukça durağan ve sürekliyken, kimisi de zamanla değişebilen niteliktedir. Adetlerden bir bölümü toplumun büyük değişim çalkantısına ayak uydurarak özlerinde ve biçimlerinde sınırlı değişmelere uyarak benliklerini bir dereceye kadar korurken, bir bölümü de tıpkı canlı organizmalar gibi etkinliği ve diriliğini zamanla yitirerek gün gelir ortadan kalkarlar.


GELENEK

Gelenekler geniş anlamıyla bir kuşaktan ötekine geçirilebilen bilgi, tasarım, boş inanç, yaşantı biçimi; daha geniş anlamıyla maddi olmayan kültürdür. Dar anlamda ise, kuşaklar boyunca bir toplumun örneğin kutsal yada politik işleri gibi önemli konulardaki görüşlerdir. Gelenekler sözlü ve yazılı olmak üzere iki bölüme ayrılırlar. Tıpkı adetler gibi, ama onlardan daha güçlü olarak toplumsal yaşamın düzenlenmesinde ve denetlenmesinde önemli rol oynarlar. Nitelikleri bakımından genellikle tutucu olan gelenekler aile, hukuk, din ve politika gibi toplumsal kurumlar üzerinde etkilidirler; bilim ve sanat, geleneklerin daha az etkisi altındadırlar. Bireyin bağlı bulunduğu grubun yada toplumun geleneklerine karşı çıkması, bu karşı çıkışın derecesine göre bireyin toplulukça afarozundan saldırıya uğramasına, hor görülmesinden alaya alınmasına kadar genişleyen tepki türlerinde biçimlenir. Geleneklerin tıpkı örfler gibi yasalarla belirlenmiş türleri vardır. Yasa, geleneklere ve onlara aykırı davranışlar için verilecek olan cezaları bir ölçüye sokmaya çalışır. Gelenekler, genellikle yasalardan çok daha geniş bir alanı yönetirler.


GÖRENEK

Göreneğin örfe, adete, geleneğe bakarak yaptırım gücü daha zayıftır. Örfteki yapılma zorunluğu, adet ve gelenekdeki yapılmalı özelliği görenekteki yapılabilme özelliğini alır. En yalın tanımıyla bir şeyi görüle geldiği gibi yapma alışkanlığı olan görenek, öteki sosyal alışkanlık gibi gerekli ve uygun görülenleri kapsar. Ama bunların mutlaka yerine getirilmesini istemez. Öteden beri yapıla gelmekte olan, fakat henüz adet durumunu kazanmamış olan bu davranış biçimlerine grubun, toplumun gelişmesin uygun yenilikler eklenir. Bunlar süreklilik kazandığı gibi, bir süre sonra ortadan kalkabilirler.
Görenekler, günlük yaşantımızın gerekli gördüğü ilişkilerin düzenlenmesinde, bireyler arasındaki sürtüşmeleri azaltmakta, toplumsal ilişkilerin kolaylaşmasında, belirleyici rol oynarlar. Komşu ziyaretlerinde, hasta yoklamalarında alış-verişte, ortak taşıtlara inip binmede, tanışma ve tanıştırılmalarda nasıl davranılacağını belirleyerek ilişkilerin düzenli gitmesine yardımcı olurlar.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Geleneksel Kurumlar - Tarikatlar
İçerisinde büyük Türk düşünürü Hacı Bektaş-ı Veli'nin de bulunduğu Horasan erenleri, Anadolu'da yaşayan Hıristiyan gruplarla, göçle gelmiş Türkmen grupları, eğitim ve imar faaliyetleriyle aynı kültür potasında yoğurmuş, Anadolu'nun kültürel bütünlüğünün oluşmasında ve merkezi otoritenin oluşumunda hayati bir rol oynamamışlardır. Göç yoluyla Anadolu'ya gelen bir kısım derviş dağ başlarına, kimsenin olmadığı yol kavşaklarına yerleşmiş, burada zaviyeler açmış, boş topraklar üzerine kurdukları bu kurumlar zamanla kültür, imar ve din merkezleri haline gelmiştir. Böylece dini cemaatler her tarafa yayılmış; ahlak, edep, davranış, inanış kuralları standartlaşmış, bilgi ve bilim devrin olanakları içerisinde bu merkezlerde üretilmiş ve yayılmıştır. Bu dervişlerin köylere yerleşerek toprak işletmeleri ve eğitim ile meşgul olmaları yöneticiler tarafından da desteklenmiş, dervişlere birtakım ayrıcalıklar verilmiştir. Sonuç olarak Anadolu'nun en ücra köşelerinde dahi zaviyeler açılmış ve verilen eğitim sayesinde ortak bir kültürel doku oluşmaya başlamıştı. Bu amaçla Anadolu'ya gelmiş olan Horasan erenlerinden birisi de Hacı Bektaş-ı Velidir. Hacı Bektaş-ı Veli M.S.1248'de İran Horasan'ının Nişabur kentinde doğmuş ve çocukluğu, gençliği Horasan'da geçmiş, Hoca Ahmet Yesevi Ocağı'nda; felsefe, sosyal ve fen bilimleri öğrenmiş ve İran, Irak, Arabistan'ı gezip inceledikten sonra M.S. 1275/80 tarihinde Anadolu'ya gelip eski ismi Sulucakarahöyük olan bugünkü Hacıbektaş'a yerleşmiştir. Bu tarihte Anadolu, bir yandan Moğol istilası altında ezilirken bir yandan da büyük bir siyasi ve ekonomik buhran ile beraber taht kavgalarına sahne oluyordu. İşte böylesi bir ortamda Sulucakarahöyük'e yerleşen Hacı Bektaş-ı Veli burada felsefesini geliştirir ve öğrenci yetiştirmeye başlar. Hoşgörü ve insan sevgisine dayalı düşünce sistemi kısa bir sürede, Hıristiyanlığın büyük bir merkezi durumundaki Kapadokya'da geniş halk yığınlarına ulaşmış ve benimsenmiştir.
  • İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır,
  • Kadınları okutunuz,
  • Eline, beline, diline sahip ol!
  • Okunacak en büyük kitap insandır,
  • Doğruluk dost kapısıdır,
  • Mürşitlik, alıcılık değil vericiliktir,
  • Alem Adem,Adem de Alem içindedir,
  • İlim, hakikate giden yolları aydınlatan ışıktır,
  • İlimden gidilmeyen sonu karanlıktır,
  • Yolumuz, ilim, irfan ve insanlık sevgisi üzerine kurulmuştur,
  • Oturduğun yeri pak et, kazandığın parayı hak et,
  • Bir olalım, iri olalım, diri olalım,
  • İncinsen de incitme,
  • Nefsine ağır geleni kimseye tatbik etme,
  • Hiçbir milleti ve insanı ayıplamayınız,
  • Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu,
  • Ara bul,
  • İnsanın cemali sözünün güzelliğidir,
  • Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayınız,
  • En büyük keramet çalışmaktır,
  • Erkek, dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde.
    Sponsorlu Bağlantılar
    Hak'ın yarattığı, herşey yerli yerinde.
    Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok.
    Noksanlık, eksiklik senin görüşlerinde.
Onun felsefi düşüncesinin temelinde İnsanın varoluşu ve insan sevgisi vardır. Bu dünya görüşü, 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile aynı anlayışı yansıtmaktadır. Hacı Bektaş-ı Veli'nin düşünceleri kendisinden yaklaşık 600 yıl sonra 1923'te M. Kemal Atatürk tarafından gündeme getirilmiş ve laik, demokratik, insan haklarına saygılı bir cumhuriyet kurulmuştur. Aradan geçen bunca zamana karşın düşünceleri hala geçerliliğini korumakta ve insanlığın yolunu aydınlatmaya devam etmektedir.
Hararet nardadır, sacda değildir,
Keramet hırkada, taçda değildir,
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs'te, Mekke'de, Hac'da değildir.


"Din ayrılığı gereksiz. Dinler insanlar arasında anlaşmazlıklara neden oluyorlar. Aslında tüm dinler dünyada barış ve kardeşliği sağlamak içindir" diyen Hacı Bektaş-ı Veli bu görüşlerini Velayetname adlı eserinde ortaya koymaktadır. Hacı Bektaş-ı Velinin bu düşünce sisteminden yola çıkarak kurulan Bektaşiliğin öncelikli hedefi, temelini sevginin oluşturduğu "Evren-Tanrı-İnsan" birliğini kavramaktır. İnsan bir sevgi varlığıdır. İnsan tanrısal niteliklerle donatılmıştır. Başarının ilk aşaması kişinin kendisini tanıması ve sevmesidir; çünkü insan kendisinde tanrısal bir öz taşır ve kendini seven insan tanrıyı da sever. Bektaşilikteki tanrı sevgisinin en güzel ifadesi aşağıdaki şu dörtlükte en güzel şekilde ifade edilmektedir:
Şakirdleri taş yonarlar
Yonup üstada sunarlar
Calabın adın anarlar
O taşın her paresinde.


İnsan yaşadığı ortamda bağımsız bir varlıktır. Onun görevi alçak gönüllü davranmak, özünü arındırmak, olgunlaşmak, gösterişten uzak durmak ve tanrı sevgisiyle doldurmaktır. İnsani bedenler amaç için sadece birer araçtır. Bu nedenle insanları kadın-erkek diye ayırmak, ya da sosyal konumlarına ve ya ırklarına bakarak küçük görmek yapılabilecek en büyük yanlıştır. Kadın-erkek tüm insanlar eşittir. Hacı Bektaş-ı Veli'nin görüşleri günümüzde de varlığını devam ettirmekte ve her yıl 15-16-17 Ağustos tarihlerinde Nevşehir iline bağlı Hacıbektaş ilçesinde gerçekleştirilen törenlerle büyük bir coşku içerisinde kutlanmaktadır.
Yukarıda sözünü ettiğimiz Anadolu'nun kültür birliğine ulaşmasında etkili olan kurumlardan birisi de Ahiliktir. Anadolu'ya Yesevi dervişleri ile birlikte gelen Ahiler, meslek sahibi olmaları nedeniyle kırsal alanlardan çok kentsel alanlara yerleştiler. Ahilik, bir meslek örgütü olmasının yanı sıra, giriş-davranış töreleri ve sırları olan Batıni bir kuruluştur. Anadolu Ahilerinin örgütlü bir güç haline gelmelerini, yine Hacı Bektaş-ı Veli gibi Horasan Erenlerinden olan Ahi Evran Veli sağlamıştır. Ahi Evran'ın karısı Fatma Bacı Kadın Ana olarak tanınmış ve dünyanın ilk kadın örgütü olan "Bacıyan-ı Rum" teşkilatını kurmuştur. Ahi Evran'ın şeyhliği altında 13. Yüzyılda Ankara ve Kırşehir'de toplanan Ahiler kısa sürede Selçuklu şehirlerine yayıldılar. Osmanlı devletinin kuruluşunda Ahiler oldukça önemli bir rol oynamış ve bazı kaynaklara göre Osmanlının kurucusu Osman Gazi'yi, oğlu Orhan Gazi'yi ve 3. Sultan Birinci Murad'ı saflarına katmışlardı.
Ahilikte temel ilke, örgüte üye olanların mutlak eşitliğidir. Üyelerin hepsi birbirinin kardeşidir. Ancak, aşama bakımından küçükten büyüğe doğru sonsuz bir saygı vardır. Üyelik için kişinin, örgüt bünyesinden birisi tarafından önerilmesi gerekir. Küçültücü işlerle uğraşanlar, çevresinde olumsuz tanınanlar, örgüte kötü söz getirebileceği düşünülenler Ahi olamazlar. Örneğin insan öldürenler, hayvan öldürenler(kasaplar), hırsızlar, zina ettiği ispatlananlar örgüte katılamazlar. Örgüte giriş Bektaşilikte olduğu gibi özel bir törenle ile olur. Törende Ahi adayına Şed kuşanılır ve tüm insanlara karşı sevgi dolu, saygılı olması, doğruluktan ayrılmaması öğütlenir. Üyelerden kesin bağlılık ve örgüte karşı sonsuz itaat istenir. Dinsizler örgüte kesin olarak giremezler ancak sofuların da Ahiler arasında işi yoktur. Ahilikte de Bektaşilikte olduğu gibi bilgi edinme, sabır, ruhun arındırılması, sadakat, dostluk, hoşgörü gibi özelliklerin kazandırıldığı aşamalardan geçilir. Bu özelliklere sahip olmanın yanı sıra Ahiliğin önemli olan altı ilkesi şunlardır:
  1. Elini açık tut,
  2. Sofranı açık tut,
  3. Kapını açık tut,
  4. Gözünü bağlı tut,
  5. Beline sahip ol,
  6. Diline sahip ol. Hak ile sabır dileyip
    Bize gelen bizdendir.
    Akıl ve ahlak ile çalışıp
    Bizi geçen bizdendir.
Ahilikte belli aşamalardan geçilir. Bu aşamalarda müride mesleki beceriler, tasavvuf ve dinsel bilgiler, okuma-yazma, Türkçe, Arapça, Farsça, müzik, matematik ve askeri bilgiler ile Ahiliğin anayasası niteliğindeki Fütüvvetname öğretilir. Ahilikte dokuz dereceli bir sistem bulunmaktadır. Bunlar:
  • Yiğit,
  • Yamak,
  • Çırak,
  • Kalfa,
  • Usta,
  • Ahi,
  • Halife,
  • Şeyh,
  • Şeyh ül Meşayıh.
Ahilik örgütü günümüzde varlığını yitirmiş olsa da günümüzde her yıl Ekim ayının ikinci Pazartesi gününde başlayan Ahilik Kültür Kutlama haftasıyla resmi olarak kutlanmaktadır.

İnsanlığa ışık tutan diğer bir Anadolu Ereni de Mevlana Celaleddin Rumi'dir. Mevlana 1207'de Horasan'da doğdu, 1273'de Konya'da öldü. İlk derslerini bilginler sultanı ismiyle anılan babası Bahaeddin Veled'ten aldı. Tasavvuf düşüncesiyle içiçe büyüyen Mevlana bir Ahi olan Şems Tebrizi ile karşılaşınca kendi düşünceleri de şekillenmeye başlamıştır. Mevlana'nın bu gün dahi tüm dünyada tanınmasını sağlayan tasavvuf düşüncesini şiirle anlatma yeteneğidir.
Dalı öncesizliktedir aşkın, kökü sonrasızlıkta.
Bu ululuk, şu akla, ahlaka yakışır değil.
Yok ol, varlığından geç. Varlığın cinayettir.
Aşk doğru yolu buluştan başka bir şey değildir.


Mevlana'ya göre tanrıya ulaşmak için gerekli olan en önemli şey aşktır. Bir bitki hayvan da sevebilir; ancak, hem bedeniyle, hem bilinciyle, hem düşüncesiyle, hem de belleğiyle sevebilen tek varlık insandır. Mevlana bir kadına duyulan aşkı yüceltir; çünkü, bir başkasını seven insan kendisini, tüm insanlığı, evreni ve tanrıyı sevebilir. Ve aşkların en güzeli bu bilince ulaşıldığı zaman başlayan "Hakikat" aşkıdır. Mevlevilerin dönerek yaptıkları sema tüm dünyayla aşkta birleşmek, onun evrensel dönüşüne ayak uydurmaktır. Ellerinin birini gökyüzüne dönük, diğerinin yeryüzüne bakar olması da, tanrıdan aldığı aşkı tüm dünyaya sunmaktır. Ruh tanrıdan fışkıran bir özdür, ölümsüzdür. Ruh ilk çıktığı kaynağa, tanrıya dönmenin özlemi içerisindedir. "Ney"den çıkan ses, ruhun acı dolu, ilk kaynağa dönme özleminin sesidir. Mevlana "Ey tanrıyı arayan, Aradığın sensin..." diyerek evrenin tanrının sonsuz varlık alanı olduğunu ve insanın da bu bütünün bir parçası olarak kendisinde bir tanrısal öz taşıdığını ifade etmiştir.
Gel ne olursan ol, gel
İster tanrı tanımaz, ister ateşe tapar,
İster bin kez tövbeni bozmuş ol
Bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değil,
Gel ne olursan ol, gel


Yukarıdaki dizelerde de görülebileceği gibi Mevlana tüm insanlığın kardeşliğine inanmakta ve dinler arasındaki ayrılığın tanrısal varlıkla bağdaşmayacağına inanmaktaydı. Mevlana, kadına büyük önem vermekte "Sizler kadının kapanmasını istedikçe, herkeste onu görme isteğini kamçılamış olursunuz. Bir erkek gibi, bir kadının da yüreği iyiyse, sen hangi yasağı uygulasan da o iyilik yoluna gidecektir. Yüreğin kötüyse, ne yaparsan yap, onu hiçbir şekilde etkileyemezsin" diyerek erkekle eşit olduğunu savunmaktaydı. Mevlanan'ın öğrencilerine "Kitap-el Esrar" (Sır Katipleri) denmekteydi ki bu öğrenciler arasında Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar, Rumlar, İranlılar, Araplar, Ermeniler, Türkler bulunmaktaydı. Bu kadar farklı din ve milletten oluşan öğrencileri tarafından Mevlana'nın şiirleri derlenerek günümüze kadar ulaştırılmıştır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Halk hekimliği veya geleneksel tıp, ilk insanın tabiat olayları karşısında takındıkları tavırlar ve münasebet şekillerinden doğmuştur. Burada sihir veya büyünün önemli rolü olmuştur. Dini inançların ve büyünün önem kazandığı bu toplumlarda sağlık ve hastalık da, insan bedenine yabancı unsurların girmesi ve onların yaptıkları kötülüklerle izah edilirdi. İşte insanların bunlardan korunmak için düşündükleri çareler, halk tıbbının temellerini atmıştır. Dolayısıyla geleneksel toplumlarda hastalık ve sağlık hakkındaki düşünceler, halk kültürünün bir parçası olarak doğmuştur. Bu nedenle konu ile ilgili uygulamalar, öncelikle Antropoloji, Etnoloji ve Halkbilim disiplinlerini ilgilendirmekte, konunun teknik analizleri ise tıp ve eczacılık disiplinleri ile açıklanmaya ve değerlendirilmeye çalışılmaktadır.

Halk hekimliği veya halk tıbbı, modern tıptan farklılıklar gösterir. Geleneksel tıp, kültürün bir parçası olarak halk arasında yaşar. Geleneksel toplumlarda bir kişinin, bir hastalık hakkında bildiği bir şeyi, diğer fertler de bilmektedir. Bu bilgiler, kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır. Böyle bir toplumda bir kişi diğer kültür unsurlarını nasıl öğreniyorsa, halk tıbbını da öyle öğrenmektedir.
Halk tıbbı, kültür unsurlarıyla mükemmel bir şekilde bütünleşmiştir. Hastalıkların çoğunda hasta ya iyi olur, ya da ölür. İnanış, iyi olursa tedavinin iyi sonuç verdiği şeklinde olup, bu tedavi süreklilik kazanır. Ölüm durumunda ise, tedavi tekniğinin uygunluğundan daha çok, hastanın bu tedavinin dışında kaldığına inanılır.

Modern tıp ile halk tıbbının arasındaki en önemli fark, hastalıkların çıkış nedeni üzerindedir. Modern tıpta hastalıkların nedeni mikrop teorisi ile açıklanmaya çalışılırken, halk tıbbı, mikrobu bilmesine rağmen, hastalıkların nedenini, birtakım büyüsel, tabiat üstü olaylara dayandırır.

Eskiden, özellikle gelişmemiş veya gelişmekte olan, modern tıbbın olanaklarından yararlanamayan ülkelerde halkın, hastalandıklarında doktora gidemeyince veya inançları nedeniyle gitmek istemeyince hastalıklarını teşhis ve tedavi amacıyla başvurduğu yöntemlerin oluşturduğu halk tıbbı, günümüzde de modern tıbbın yanında hâlâ geçerliliğini koruyabilmektedir. Bunda inançların çok ağır değişmesinin de önemli rolü bulunmaktadır.

Ülkemizde de, özellikle geleneksel kesimde bu tür uygulamalara, eskisi kadar olmasa da, oldukça sık rastlanmaktadır. Halk arasında "kocakarı" diye bilinen ve kendine göre tedavi uygulamaları bulunan kişiler, aslında birer "halk hekimi"dirler. Yaptıkları ilaçlar "kocakarı ilacı" diye tanınan bu kişilerin bazılarının uygulamalarının veya hazırladıkları ilaçların hastalıkların tedavisi ile doğrudan ilgisi olmazken, bazılarının uygulama ve ilaçlarının da olumlu sonuçlar verebildikleri görülmektedir. Bunlar çoğunlukla tedavi yöntemlerini büyüklerinden öğrenmiş, deneyimli kişiler olup, tedavide bitkisel, hayvansal ve madensel maddelerle hazırladıkları "halk ilacı"nı kullanarak hastalıkları tedavi etmeye çalışmaktadırlar. Bunların çoğu tedaviyi evlerinde gerçekleştirirken, bazıları da hastaneleri hatırlatan bağımsız birimlerde, yani "halk hastanesi" diyebileceğimiz yerlerde hastalarını yatırarak, bir süre tedavi edebilmektedirler.
Bu halk ilaçlarının hazırlanmasında ise çoğunlukla çevrede yetişen bitkilerden yararlanılmaktadır. "Şifalı bitkiler" denen bu tür bitkilerin ülkemizde yoğun bir kullanımı vardır. Bunların bir kısmı halk arasında oldukça tanınmakta ve bazı hastalıklarda sıkça kullanılmakta iken, bazıları ise sadece halk hekimleri tarafından tanınabilmektedir. Bu tür bitkiler ve hastalıkları tedavideki etkileri ile ilgili olarak Eczacılık fakültelerinde de çeşitli araştırmalar yapılmakta ve bu araştırmalar yayınlanmaktadır.

Modern tıbbın tedavi ve bakım teknikleri ile halk tıbbı arasında benzerlikler görülebilmektedir. Örneğin ağrılar için kullanılan aspirin, aslında halk tıbbının uzun yıllar kullandığı kinin, kokain gibi bitkilerin geliştirilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde halk arasında bazı hastalıklarda kullanılan çeşitli bitkilerin, yapılan araştırmalar sonucunda bu hastalıklara karşı gerçekten etkili oldukları belirlenmiştir. Halk tıbbında görülen bazı tedavi uygulamalarının ise, yine modern tıptaki doktor tedavileri ile benzerlik gösterdikleri saptanmıştır.
Genel olarak günümüzde modern tıp ile halk tıbbının karşılıklı bir etkileşim içinde oldukları söylenebilir. Hastalıkları ortaya çıkaran nedenler üzerinde çalışmalarını yoğunlaştıran modern tıp, hastalıkların tedavisi bakımından halk tıbbından yararlanarak, tedavide daha kesin sonuçlar almaya yönelik ilerlemeler kaydetmiştir. Halk tıbbı da bu gelişmelerden yararlanma imkanları bulmuştur. Bu çerçevede bazı hastalıklarda eczane ilaçları, halk ilaçlarının yerini almaya başlamıştır. Buna karşılık nazar değmesi, cin çarpması sonucu oluştuğuna inanılan hastalıklarda halk modern tıbba güvenmemektedir. Astım ve kalp gibi bazı hastalıklarda ise halk hem modern, hem de halk tıbbından yararlanmaktadır. Kanser ve ameliyatı gerektiren bazı hastalıklar halk hekimlerinin hemen hemen hiç ele almadıkları hastalıklar olup, bunlar tamamen modern tıbba bırakılmışlardır.

Sonuç olarak geleneksel bir yapıya sahip olan yörelerde halkın hastalıklara bakışı da, kültürünün etkisi altında biçimlenmektedir. Yapılan araştırmalar, eğitim durumunun yanında, ekonomik şartların da hastalıklara karşı olan tutumu etkilediğini göstermektedir. Ayrıca şehirle temas, iletişim ve ulaşım araçlarının yoğun kullanımı da halkın modern tıbba yaklaşımını kolaylaştırmaktadır. Bu eğilim, özellikle gençler arasında daha kuvvetli olarak görülmektedir. Buna rağmen okumuş veya okumamış, zengin veya fakir olsun, halkın bir kısmı hâlâ belirli hastalık tiplerinde modern tıbbın dışındaki metotlara başvurmakta, nazar değmesi, türbeleri ziyaret, kırık - çıkık uygulamaları sıkça görülebilmektedir.

Buna rağmen, yapılan araştırmalar, geleneksel tıptan, modern tıbba doğru bir yönelişin başladığını, bu yönelişin ise yörenin sosyo-kültürel ve ekonomik özelliklerine bağlı olarak hızlı veya yavaş olduğunu göstermektedir.
HALK İLAÇLARI

Arı sokması

a) Arının soktuğu yere buz konulur, buz yoksa soğuk suda tutulur ya da çamur sürülür.
b) Bir demet maydanoz dövülür, arının soktuğu yere sarılır.
c) Arının soktuğu yere sarımsak sürülür.


Ateş Düşürme

a) Sirkeye batırılmış bez alına, boyuna, el ve ayaklara, bedene konur. Bu işlem ateş düşünceye kadar yinelenerek sürdürülür.
b) Bir limon sıkılır, içine ,aspirin atılıp eritilir, eriyik hastanın alın gibi yerlerine sürülür.
c) İspirto, aspirin, bir iki damla zeytinyağı damlasından oluşan karışım vücudun eklem yerlerine sürülür.


Astım: Kırk gün güvercin yumurtası çiğ olarak aç karnına içilir.


Ağrılar

a) Kara lahana yaprağı ateşle ısıtılır. Ağrıyan yere konur. Bu işlem sık sık tekrarlanır.
b) Keten tohumu kaynatılarak lapa hale getirilir, bir miktar kına ve neft yağı ile karıştırılarak ağrıyan yere sürülür. Bu işlem günde bir kez olmak üzere birkaç gün yapılır.
c) Kuru tütün ufalanarak bir miktar rakıya karıştırılıp krem haline getirilir. Ağrıyan yere merhem gibi sürülür.
d) İnce kum ateşte kavrulur, içine çekirdeği ile birlikte dövülmüş zeytin karıştırılır, oluşan karışım sıcak olarak ağrıyan yere sarılıp bağlanır. Bu işlem üç dört gün tekrarlanır.


Ayak Ağrısı: Kaya tuzu sıcak suda eritilir, ayaklar bu suda on dakika kadar tutulur.


Burkulmalara Karşı: Kuru soğan tuzla ya da zeytinle havanda dövülerek burkulan yere bağlanır.


Baş Ağrısı

a) Bütün bir patates halka dilimler halinde kesilir, üzerine kahve serpilerek alna bağlanır.
b) Limon halka dilimler halinde kesilir, alna bağlanır.
c) Hayvanın ödü ile kına karılarak alna bağlanır, birkaç saat bekletilir.


Bronşite Karşı

a) Keten tohumu ve nöbet şekeri karıştırılarak dövülür ve yenir.
b) Bir dilim ekmek iyice kızartılır, közde kızartılan ekmek dilimi sirkeye batırılıp göğüse konur.


Bademcike Karşı: Pamuk ispirtoyla ıslatılıp üzerine karabiber serpilerek boğaza bağlanır.


Böbrek Taşı İçin

a) Döngel (muşmula) yaprağı kaynatılarak çay gibi içilir, bu işleme taş düşünceye kadar devam edilir.
b) Her sabah maydanoz veya yoğurt suyu içilir.


Burun Kanaması: Yumurta kabuğu yakılarak kül haline getirilir. Burun kanadığında bu kül burna çekilir.


Basura Karşı

a) Sarımsak sürülür. Bu işlem sürekli her sabah yapılır.
b) Yabani güllerin orta kısmı kaynatılıp çay gibi içilir.


Dolama: Bamya sütle pişirilerek parmağa sarılır.


Gribe Karşı: Limonlu nane ya da limonlu ıhlamur kaynatılarak çay gibi içilir.


Göz Arpacığı: Arpacık üzerine sarımsak sürülür.


İshal

a) Bir bardak gazoz içine bir aspirin atılıp eritilerek içilirse ishal kesilir.
b) Bir kahve kaşığı kahve limon suyuyla karıştırılarak içilir.
c) Bir çay bardağı yoğurt bir çay bardağı karbonatla karıştırılarak yenir.


Kansere Karşı: Isırgan otunun yazın tazesi, kışın kurusu çay gibi kaynatılır, her sabah aç karnına içilir.


Kabakulak: Hastaya kırmızı helva yedirilir, kabakulak olan yere tava karası sürülür.


Karın Şişliği: Kepek ve sirke karıştırılarak ısıtılıp karına bağlanır.


Kireçlenme: Kireçlenme olan yerlere balık yağı sürülür.


Kulak Sancısı: Kulağın içine bir damla pırasa suyu akıtılır.


Köpek Isırması: Köpeğin ısırdığı yere ekmek mayası bağlanır.


Mide Ağrısı

a) Balla süt karıştırılıp içilir.
b) Andız kökü kaynatılarak suyu çay gibi içilir.
c) Aç karında tahin helvası yenir.
d) Siğil yaprağı çiğnenip yutulur.


Mayasıl

a) Ateşte parpulanan patlıcan toz kına ile karıştırılır. Mayasıl olan yere konur ve bir bezle bağlanır.
b) Şeftali yaprağı kaynatılarak on gün boyunca çay gibi içilir.
c) Kirpi eti yenir.
d) Mürver bitkisinin tohumu yutulur.


Nefes Darlığı

a) Isırgan otu kaynatılarak her gün çay gibi içilir.
b) Kara turp oyularak içi bal ile doldurulur. Turbun altından ince bir delik açılır, bir kabın ağzına yerleştirilir. Bir gece bekletilir, daha sonra sızan bal yenir.
c) Çam kozalağı kaynatılarak çay gibi içilir.


Öksürük

a) Bir kaşık bal ile bir kaşık limon suyu karıştırılarak içilir. Bu işleme her sabah aç karında birkaç gün devam edilir.
b) Elma, ıhlamur ve limon kabuğu ile birlikte kaynatılır, her sabah aç karında çay gibi içilir.
c) Maydanoz çiğ olarak yenir.


Pişik: Yakılan kuru sazın külü pişiklere sürülür.


Romatizma

a) At kestanesiyle nöbet şekeri dövülerek karıştırılıp yenir.
b) Bir kazan suya bir teneke arpa konup kaynatılır, su dayanabilecek sıcaklığa düşürülür. Hasta kazanın içine girip bir saat bekletilir. Bu işlem birkaç gün tekrar edilir.
c) Bir kazan suya bir demet sultan otu konularak kaynatılır. Su dayanabilecek sıcaklığa düşürülür. Hasta içine girerek bir saat bekletilir. Bu işlem birkaç gün yinelenir.
d) Hasta, boğazına kadar yığın halinde bulunan büyük baş hayvan gübresi içine gömülür, bir saat bekletilir.
e) Rendelenmiş kereviz kökü suyundan bir bardak içilir.


Saç: Saç uzaması ve dökülmesi için ilkbaharda asma dalları kırılarak damlayan suları şişeye toplanır, bununla baş yıkanır.


Sarılık: Hastalığa yakalanan kişinin alnı yada göğsü jiletle çizilir.


Sırt Ağrıları

a) Bardak vurulur.
b) Ağrıyan yerlere bal sürülür, üzerine kırmızı ya da kara biber ekilir. Üzerine delikli bir gazete örtülür. Gazetenin üzerine de bir havlu yayılarak bir gece bu şekilde durulur. Bu işlem sık sık yinelenir.


Sıtma: Kırlarda yetişen ve adına "sıtma otu" denen küçük pembe çiçekli bir bitki kaynatılır, çay gibi içilir.


Yara ve Çıbanlara Karşı

a) Yara ve çıbanların üzerine sinir otu bağlanır, bulunmazsa lahana yaprağı ya da domates bağlanır.
b) Soğanın içine sabun, bir parçacık da nişadır konulup pişirilir, normal sıcaklıkta yara ya da çıbanın üzerine bağlanır.


Zehirli Hayvan Isırmalarına Karşı: Kibrit çöpünün baş tarafı kazınır, çıkanlar ısırılan yere konur.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Halk Baytarlığı
Geleneksel kesimde ekonomik yaşam büyük ölçüde tarım ve hayvancılağa dayanmaktadır. Geçimini ahırdaki hayvanından sağlayan, karnını hayvan ürünleriyle doyuran kırsal kesimdeki Anadolu halkı; hayvanına evindeki insan kadar değer vermektedir.
Anadolu halkının veteriner olmadığı zamanlarda yada veterinere ulaşamadığı durumlarda yada gitmek istemediklerinde hayvanlarını hastalıklardan korumak veya hayvanlarını tedavi etmek için başvurdukları uygulama ve pratiklerin tümüne halk baytarlığı denmektedir.
Bu uygulama ve pratiklere aşağıdaki şu örnekleri verebiliriz:

Kan Tutulması
Kan tutulunca hayvanın kulağı kesilir. Hayvanın gözünün altındaki kılcal damar bıçakla kesilir.

Kırık ve Çıkığa Karşı
Hayvanın bileği kırıldığı zaman, kırığın olduğu yer makasla kırkılır. Un ve yumurta ile hamur haline getirilen karışım bir bezin üzerine yayılır. Bileğin kırılan kısmı denk getirilerek, hamurlu bez hayvanın bileğine sıkıca bağlanır. Daha sonra hayvanın bileği yere değmesin diye, bacağından 1 - 2 cm uzunluğundaki çıta bacağın iki yanına bağlanır.

İç Parazit Dış Parazit (Şerit)

Bu hastalığa sarıca katran iyi gelir. Bu katran ardıç ağacının kurusundan çıkarılır. Bir büyük çömleğin içine kuru ardıç konur, çömleğin altı delinir ve bir tabak konur. Çömlek ısıtılır, ısıtılırken çömlekten damlayan katran tabağın içine birikir. Buna - sarıca katran - denir. İç ve dış parazit için kullanılır.

Kelem Uyuzu
Bu hastalığa gidişken yarası denir. Bu hastalığı da sarıca katran iyi gelir. Katran yağ ile karıştırılıp kaynatılır. Biraz ılıklaşınca bez veya keçe ile yaranın üzerine bastırılır.

Kelebek Hastalığı
Hayvanın boğazının altı, çenesinin altı yumurta gibi şişerse ona kelebek hastalığı denir. Öksürdüğü zaman da "kıl kurdu" var denir. Tedavi için sarıca katran içilir.

Hayvanların Karnı Şişince
Böyle durumlarda hayvana süt ve şeker içirilir. Ayrıca hayvana toprak da yedirilmektedir. Dağda hayvanın karnı şiştiği zaman çoban ayakkabısına hayvanın sütünü sağar onun içine toprak katar ve hayvana içirir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Halk takvimini herhangi bir yöre insanının temelde kültürel miras olarak edindiği doğal olgularla, toplumsal kurumlar ve olgular arasındaki uzun süreli deneyimlere dayalı ilişkilerin kurulduğu dinsel, tarihsel, töresel, eğitsel, inançsal, hukuksal, tarımsal, siyasal, ekonomik bağın anımsama ve anımsatma görevini üstlenmiş olan zaman-hayat ikilisinin bir dizgesi olarak tanımlayabiliriz. Halk takvimi dediğimiz yerel takvim bilinen, yaygınlık kazanmış takvimlerden daha farklı olarak yılı bölümler; ayları ve günleri başka bir biçimde adlandırır. Kimi zaman birimlerine, kimi doğal olaylara iyi ya da kötü özellikler yükler.

Yaygın bir inanca göre uzun süreli deneyim ve bilgi birikiminin ürünü olan halk takvimlerine uymamak, onun gösterdiği doğrultuda hareket etmemek bireyin büyük zararlara uğramasına neden olur. Çünkü halk takvimleri oluştukları doğal ve kültürel ortamın ürünüdürler. Yerel takvimlerdeki zamanı noktalama ya da bölümlemeler, bazen düzenli bir biçimde yinelenen doğa olaylarına bağlı olurken, bazen de dinsel törenler, toplumsal ortamı etkileyen diğer toplumlarla ilişkiler, topluma getirilen bir yenilik, saygın bir kişinin ölümü gibi bir olaya bağlı olarak da belirmektedir.

Halk takvimlerinin oluşumunda yer alan temel öğelerden pek çoğunu üretim türü ve buna bağlı olan toplumsal yapının kimi unsurları, kimi kurumları olarak sayabiliriz. Toplumsal yapıyı belirleyen ekonomik uğraş, toplumda ağırlıklı üretim öğesi çevresinde kümelenen uygulamalar, bunlarla ilgili olgular ve inanç sistemi halk takvimlerinin iskeletini kurarlar. Temelde halk takvimlerinin oluşumunda toplumun ekonomik yapısı ve ekonomiyi belirleyen uğraş biçimi etkili görünmektedir.

Bugün çoğunluğu Müslüman olan ülkemizde iki takvim kullanılır:

1. Bir yılı ayın 29-30 günlük dönem içindeki değişmelere göre 12 bölüme ayıran yani 354 / 355 gün sayan ay takvimi ya da kameri takvim,

2. Dünyanın güneş etrafında 365 / 366 günlük hareketi esasına dayanan batı ülkelerinin de kullandığı güneş takvimi ya da şemsi takvim.

Halkın gelenekleriyle ilgili belli günler için bu iki takvimden de yararlanılır. Dini bayramlar için ay takvimi, başka türden tören ve işler için güneş takvimi kullanılır.

Ayların da resmi adlarının yanında daha farklı adlandırıldığı olmaktadır. Bazı yerlerde Şubat Ayı diğer aylardan kısalığı bakımından “Gücük (küçük)” olarak adlandırılmaktadır. Tarım, hayvancılık, meyvecilik işleri de kimi takvimlerde ayları daha uzun, daha kısa dönemleri belirten isimler almaktadır. Koç Ayı- koç katımının yapıldığı ay, orak ayı- ekinlerin biçme işinin yapıldığı ay, kiraz ayı- kirazların yetiştiği ay gibi...

Halk takvimlerinin büyük çoğunluğunda yıl, kasım ve hıdrellez olmak üzere iki bölümdür. Kasım, Kasım Ayı’nın başında başlar ve Hıdrelleze kadar yani Mayıs Ayı’na kadar sürer; bu süre kış mevsimidir. Hıdrellez ise 6 Mayıs’ta başlar, Kasım’a kadar olan süredir ve yaz mevsimidir. Kış devresi 45’er günlük Kasım, Zemheri, Hamsin adlı üç ana bölüme ayrılır. Tamamı 180 gün olarak kabul edilen kış devresinin ilk 135 günü yani Kasım-Zemheri-Hamsin aylarına “sayılı” ya da “hesaplı” adları verilmektedir. Bu devre kışın en şiddetli olduğu süredir ve insanlar tarafından uygun tedbirler almak üzere hesaplanır. Kışı tamamlayan 45 günlük bir devre daha vardır ki, bu da 21 Mart’ta başlayıp, 6 Mayıs’a kadar geçen süredir. Anadolu’da bu süreye “dokuzun dokuzu”, “april beşi”, “leylek kışı”, “oğlak kışı” gibi isimler verilir. Tarım ve hayvancılıkla uğraşan kesim için bu takvim yaşamsan önem taşır. Hayvan ve bitkileri sert soğuklardan korumak için “sayılı”yı bilmek zorunludur.

GÜN, HAFTA ve AYLARIN ADLANDIRILIŞI:
Bugün çoğunluğu müslüman olan ülkemizde iki takvim kullanılır:

1. Bir yılı ayın 29 / 30 günlük dönem içindeki değişmelerine göre 12'ye bölen, yani 354 / 355 gün sayan ay takvimi (kameri takvim)

2. Dünyanın güneş etrafında 365 / 366 günlük hareketi esasına dayanan batı ülkeleriyle ortak olarak kullanılan güneş takvimi (şemsi takvim)

Halkın gelenekleriyle ilgili sayılı günler için bu iki takvimden de yararlanılır; dini bayramlar için ay takviminden, başka türden tören ve işler için mevsimleri gösteren güneş takviminden.

Halk gelenekleriyle geçmişte belli bir olayın zamanını göstermek için halk dilinde örneklerine sık sık rastlanan yöntem toplumun yaşamında iz bırakmış önemli bir olayın bellek - taşı olarak alınmasıdır: Seferberlik (1914 - 1918 savaşı), 93 harbi (1876), Balkan harbi (1912), Erzincan Depremi (1939) gibi.

Gece ve gündüz, güneşin batması ile doğması arasındaki zaman bölümleridir. Ancak batıdakinden farklı olarak bizde gün, akşam güneşin batmasından başlar: örneğin, Perşembe günü güneş battıktan sonrası ertesi gün güneş batmasına kadar Cuma sayılır.
Haftanın günleri herkesçe "resmi" adları ile bilinmekle birlikte, bölgelere, kasabalara göre özel adlar taşıyan günler vardır. Örneğin, Denizli'nin Çal İlçesinde Perşembe günü Cuma akşamı, Pazar günü gireği, Çarşamba günü ışıklı olarak adlandırılmaktadır. Günlerin bu şekilde değişik isimler alması bölgede ticaret merkezi olarak Pazar kurulan yerlere göre olmaktadır.

Yaşamlarını çiftçilik ve hayvancılık ile sürdüren toplulukların takvimleri mevsimlerin ve her mevsimin içindeki bölümlenmelerin yıl içinde, her defasında aynı hava şartlarına rastladığı bir düzende olacaktır; nitekim bu çevrelerin halk takvimleri güneş takviminden pek farklı değildir; aynı ilkeye dayanır. Ancak ayların adlarında ve bölümlerinde, türlü etkenlerden gelme çeşitlenmeler görülür. Örneğin Denizli'nin Çal İlçesin'de her mevsim iki aydan oluşmak koşuluyla yıl sekiz aya bölünmektedir.

Bahar : Mart (22 Mart - 5 Mayıs)
Hıdırellez: (5 Mayıs - 21 Haziran)
Yaz : Gündönümü (22 Haziran - 13 Ağustos)
Ağustos (14 Ağustos - 21 Eylül)
Güz : Güz (22 Eylül - 5 Kasım)
Kasım (6 Kasım - 21 Aralık)
Kış : Zemheri (22 Aralık - 31 Ocak)
Karakış (1 Şubat - 21 Mart)

Giresun'da ayların daha farklı adlandırıldığını görüyoruz:
Zemheri (Ocak), Gücük (Şubat), Mart (Mart), Abrul (Nisan), Mayıs (Mayıs), Kiraz (Haziran), Orak (Temmuz), Ağustos (Ağustos), Haç Ayı (Eylül), Avara (Ekim), Koç Ayı (Kasım), Karakış (Aralık). Halk takvimlerinin çoğunda kış aylarından birini, ya da birinin bir bölümünü gösteren Karakış deyimindeki kara sıfatı olumsuzluk anlamı yüklenmiştir. Bu dönem köylünün iş göremediği ve en çok sıkıntılı günlerini anlatan dönemdir. Avara olarak anlatılan dönem ekim işlerinin bitip çiftçinin boş kaldığı zamandır.
Birçok yöre takviminde şubat öteki aylara oranla kısalığı bakımından Gücük olarak adlandırılmıştır. Ekim, hayvancılık, meyvecilik işlerinin yapıldığı zamanlara göre takvimlerin deyimleri oluşmuştur: Koç Ayı (Koç Katımının yapıldığı ay), Orakayı Kiraz ayı gibi.

Anadolu takvimlerinde koç katımını gösteren dönemlerden başka döl dökümü, kuzu ayı (Kars'ta Mart için) döl başı deyimleriyle de belirli mevsim bölünmeleri gösterilmiştir. Bu dönemlerin resmi takvimde aynı aylara veya dönemlere rastlaması düşünülemez.

Yılın mevsimlere bölünmesindeki en yaygın kural: yılı kasım ve hıdırellez olarak ikiye bölmektedir. Kasım, resmi takvim tekvimindeki Kasım ayı başında başlar 6 Mayıs'a kadar sürer, Hıdırellez ise 6 Mayıs'ta başlayıp Kasım'a kadar sürer.
Anadolu'nun doğu bölgeleriyle, öteki bölgelerde özellikle Alevi topluluklar arasında nevruz (22 Mart, eski Martın dokuzu) yılbaşı sayılır. Bu tarih, ilkbaharın başlangıcı olarak bir çok kültürde yılbaşı sayılmıştır. Doğu Anadolu geleneklerinde nevruzu, Nuh Peygamberin gemisinden çıkıp Ağrı'nın tepesinden yanındakilerle Sürmeli Çukuru'na indiği gün sayma inanışına rastlanmaktadır. Narlıdere Tahtacılarının inanışlarına göre ise Nevruz Hazreti Ali'nin dünyaya geldiği gündür; Nevruzla yaz günleri başlar. Tanrı yaz günlerini uzun yaratmış "bitmeyen işler" bitsin diye, kış günlerini kısa yaratmış "yetmeyen yemekler" yetsin diye. Ayrıca Tahtacılar, Cuma gününü Hz. Ali'nin doğum günü olarak kabul ederler.

Anadolu'nun birçok yerinde kıştan yaza doğru gelinirken birer ay aralıkla dokuza, yediye, beşe, üçe, bire diye gösterilen günler vardır.

Bu günler dokuzdan başlayarak sırasıyla Gaziantep'te; yediye ocağın sonu ile Şubatın üç haftası; beşe Şubatın sonu ile Martın üç haftası; üçe, Martın sonu ile Nisanın ilk haftası bire ile Nisanın sonu ile Mayısın ilk haftalarını gösterir. Bu deyimlerdeki dokuza, yediye... sayıları, yeni ayın doğacağı günlere kaç gün kaldığını gösterir. Türk halk takviminde rastlanan bu gelenek 1551 tarihinde Osmanlı ülkesinde yazılmış bir Arapça - Türkçe sözlükte tespit edilmiştir. Orada kânûn-ı evvel (Aralık) ayı için dokuza deyimi kullanılmıştır.
Yılın bölünmesi de aynı zamanda yıldızlarla ilişkilidir. Ülker yıldızı Kasım ayı başında görünmeye başlar, Mayıs (Hıdırellez) ayından itibaren görünmez olur.

Gün Adlarına örnek (Uşak - Dişkaya Köyü):
Pazar: Girey
Pazartesi: Gula Bazarı
Salı: Gula Bazar Ertesi
Çarşamba: Eşme Bazarı
Perşembe: Cumaşamı.
Cuma: Cuma
Cumartesi: Cumartesi

Teknolojik açıdan yetersizliğin olduğu toplumlarda yüzyıllara dayalı yerel deneyim, görgü tahminlerle atmosfer olaylarına ilişkin bilgiler oldukça yüksek doğruluk oranlarına ulaşmıştır. Yaşamın tamamen doğal etkenlere bağlı olduğu geleneksel toplumlarda hava tahminleriyle ilgili bilgiler kültürel bütün içerisinde önemli bir yere sahiptir. Balığa çıkmadan önce, göçe başlamadan önce havanın nasıl olacağını bilmek, işin gereği gibi yapılabilmesi için ilk şart olmaktadır.

Tarım toplumunda ayın durumuyla ilgili bilgiler de son derece önem kazanmaktadır. Örneğin, ay hilal biçimindeyse ve açık kısmı yukarı doğru bakıyorsa bu durum kısa süre içinde yağmur yağacağı şeklinde yorumlanır. Tarlaya tohum ekme zamanı da ayın durumuna bağlı olarak belirlenir. Ayın yeni doğmuş ilk haline “ayın aydını”, bir süre sonraki haline de “ayın garangısı” adı verilir. Tohum ekerken ayın yeni çıktığı ilk günlerde ekim yapılmaz, bir süre beklenir.

Kırsal kesim insanı için yaşamsal bir önem taşıyan hava tahmininde insanlar, hayvanlar ve bitkilerin gözlenmesi etkili olmaktadır. Örneğin, kavak ağaçlarının yapraklarını tepeden dökmeye başlaması kışın sert geçeceği anlamına gelir. Aynı şekilde çam kozalakları fazla olursa kış zor ve uzun geçecek demektir. Hayvanların davranışları da havanın nasıl olacağı konusunda ip uçları vermektedir. Örneğin, koyunlar yüzünü kıbleye karşı dönerek yatarsa bu kısa süre içinde yağmurun yağacağı anlamına gelir.

Mevsimi geldiği halde yağmayan yağmurlar hayatı olumsuz yönde etkilediği için insanların bunun için bir şeyler yapması gerektiği düşüncesine yol açmıştır. Yağmur yağdırmaya yönelik törenler, halk kültürü zenginliklerimiz arasında yer almaktadır. Yağmur yağdırma törenleri iki yönüyle kendini göstermektedir:
a. Büyüklerin katıldığı “yağmur duaları” ve bununla ilgili işlemler,
b. Çocukların katılımıyla yapılan oyunumsu törenler.
Büyüklerin katıldığı yağmur duaları, genellikle açık alanda mezarlık ya da türbe olan yerlerde, bir hoca önderliğinde yapılır. Hoca dua eder, orada bulunan kişiler de bu dualara katıldıktan sonra kurban kesilerek yemekler yenir. Belli sayıda taş toplanarak üzerlerine dua okunur ve bu taşlar bir suyun içine atılır. Yeterince yağmur yağdığına inanıldıktan sonra bu taşlar sudan çıkarılır.

Küçüklerin katıldığı yağmur dualarında ise genellikle çocuklar toplanarak bütün evleri dolaşırlar; evde bulunan kişilerden yağ, un, şeker v.s. toplayarak bunlardan yemek yaparlar. Bu arada kendi aralarında birtakım eğlenceler ve oyunlar düzenlerler.
Geleneksel toplumlarda kimi kutsama, ayin, tören vb. uygulamaların doğal olaylara başat olabilmek amacıyla yapıldığı gözlenmiştir.

Bu türden toplumlar kendi yaşantılarında etkisini belirgin bir biçimde gördükleri doğal olayları etkinin türü ile de adlandırılmışlardır. Bunun en güzel örneğini kimi rüzgar adları verir. "Çanak gurudan", "Macuk gıran", "Moza gıran" gibi...
Değişik yörelerden değişik zaman dilimlerinde görünüp izlenebilen Güneş, Ay ve diğer yıldızlar uzun süreli gözlemlerde, hareketleri ile bir şaşmazlığın-periyodikliğin sembolü olmuşlardır. İşte bu nedenledir ki, gökyüzü bilinen tüm tahminlerin temelini oluşturan ögelerin merkezi durumuna gelmiştir. Değişik yörelerde halk gökcisimlerine değişik adlar vermiş, onlarda hayata etkin gizler aramıştır. Ülker adı verilen yıldız bunun en güzel örneğidir. Bazı yörelerde özellikle yaz aylarında ülker adı verilen yıldızın etkisiyle bitkilerin ve hayvanların zarar göreceğine inanılır. Bu etkiden korunmak için çeşitli tedbirler alınır.

Halk meteorolojisi alanında halkın bilgi ve tecrübesine örnek oluşturan başka bir olayda eyyam-ı bahur günleridir. Eyyam-ı bahur halk arasında ağustosun ilk haftası olarak kabul edilen yılın en sıcak günlerinin adıdır. Halkımız güneş ışınlarının en etkin olduğu kabul edilen bu günlerde birtakım inançlara bağlı olarak bazı uygulamaların yapılması gerektiğine inanır. Bu inanç ve uygulamalar özellikle bitkiler üzerinde yoğunlaşır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Nisan 2006       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Halk Hukuku
Bir bölgede, bir yörede yaşayan halkın; mahkeme edilmesi gereken bir sorunla karşılaştığında, mahkemeye ulaşamadığı, ya da ulaşmak istemediği durumlarda, sorunun yörede, bölgede, köyde halk tarafından oluşturulan bir mahkeme ile çözümlenmesine halk hukuku denir.
Toplumsal yaşamı; denetleme, yönlendirme, düzenleme işlevi olan halk hukuku; evlenme, boşanma, mülkiyet - miras ilişkileri, akrabalık ve komşuluk ilişkileri, sınır anlaşmazlıkları, namus, hırsızlık, borçlanma, toplumsal ilişkileri kadar çok geniş bir alanı içermektedir.
Halk hukukunda cezalandırma biçimi; kınama, ayıplama, toplumsal baskı, toplum dışına itilme, para cezası vb. şekillerde olmaktadır.
Çağdaş hukuk kurallarının oluşumunda halk hukukunun kaynaklık ettiği bilinen bir gerçektir.


Halk Mimarisi

Halk mimarisi; halkın kendisi için oluşturduğu nesnel yaşam çevresidir. Halk mimarisinin genel etkenler altında gelenekselleşen, anonim bir tasarım sürecinde oluşan bir mimarı olarak da tanımlayabiliriz.
Halk mimarisi; sözkonusu toplumun değer yargılarını, dünya görüşlerini, gelenek görenek ve inanç sistemlerini, aile ve akrabalık bağlarını komşuluk ilişkilerini anlamada ve anlatmada kaynaklık eden en önemli verilerden biridir.
Resmi ve anıtsal niteliği olan yapılar halk mimarisi dışında değerlendirilirler. Fakat ülkemizde mevcut hamam, çeşme, kahve gibi yapılar da halk mimarisi içerisinde değerlendirilmektedir.
Halk mimarisini incelemek öncelikle doğal ve toplumsal çevresini daha sonra da yapı malzemesi ve teknikleri incelemek demektir.
s2095 0835
  • Ekonomik yapı,
  • Hayat biçimi,
  • Değer yargıları,
  • Aile ve akrabalık ilişkileri,
  • Gelenek, görenek, töre, adet ve inançların mimari unsurlara etkinliği halk mimarisi içerisinde araştırılacak konulardır.
Halk mimarisinin anıtsal bir amacı yoktur, yani iz bırakmak amacıyla üretilmezler. Halk mimarisinde yörenin tipik malzemesi kullanılır. Bu nedenle aynı yöresel koşulları taşıyan aynı jeolojik yapıya sahip yerlerde aynı tip yapılara rastlanır.
Halk mimarisini oluşturan yapılar, özel mimarlar tarafından değil, yerel sahipleri veya yerel ustalarınca yapılır.
Genel olarak halk mimarisi anonim bir yapıya sahiptir. Bundan dolayı halk mimarisine anonim mimari de denebilir.
  • Bir halkbilimci konutu;
  • Oluştuğu doğal çevre,
  • Fonksiyonları,
  • Konutta kullanılan araç, gereç, yapı malzemesi,
  • Yapı tekniği,
  • Konut etrafında oluşan adet inanma çerçevesinde incelenmesi gerekmektedir.
Halk mimarisi ekonomik ve toplumsal yapı değişmedikçe yıllar boyu aynı şekilde değişmeden devam eder. Bir proje dahilinde oluşturulmayan halk mimarisi ürünleri Anadolu’nun 7 bölgesinde de kendine has özellikler göstermektedir.
Halk kültürlerinin bütün konularını araştıran Kültür Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü bu kapsamda da çalışmalarını sürdürmektedir.
Halk mimarisi ürünleri slaytlarla belgelenmekte, yapım tekniği, fonksiyonel açıdan inceleme ve gelenek boyutu yerel ustalarla yapılan görüşmelerle tespit edilerek arşivlenmektedir.
Değişen kültürel ve toplumsal yapı ile birlikte halk mimarisi ürünlerimizde de hızlı bir değişim gözlenmektedir.
s2098 1768
Halk mimarisini yaşatmak onu durdurarak korumak değil, esas yapılış dilek ve nedenlerine ters düşmeden ona yeni fonksiyonlar yükleyerek konuyu yeniden yorumlamak ve değerlendirmektir.
Yeni yapılar geçmişten gelen geleneksel yaşama biçimine cevap vermenin yanısıra değişen kültürel yapının gereksinimlerini karşılayacak şekilde oluşturulmalıdır.
Halk mimarisi ürünlerinin güzelliği ve özelliği hakkında bilgisi olmayan halk bu yapıları süratle yok etmekte olanların yerine kendileri için son derece sağlıksız olan yapıları inşa etmektedirler. Bu konuda halk bilinçlendirilmelidir.
İnsan çevresiyle bir bütündür. Gelişen teknoloji ve değişen kültürel yapı ile birlikte ülkemiz hızlı bir şehirleşme sürecine girmiştir. Bu süreçte oluşturulacak yapıların kabul görmesi yönündeki çalışmada;
  • Mimarların, bilimadamlarının ve araştırmacıların yeterli düzeyde halkbilim formasyonuna sahip olması,
  • Böyle bir çalışmanın plan aşamasından başlayarak bitene kadar halkbilimcilerin koordinasyonu ile yürütülmesi,
  • Değişen kültürel yapının doğru yorumlanmasında, halkbilimciler ve toplum bilimciler birlikte değerlendirmeler yaparak mimar araştırmacı ve bilimadamlarına önerilerde bulunması gerekmektedir.
Doğa insanla bir bütündür. İnsanoğlu ilkçağda olduğu gibi günümüzde de barınmak yaşamını sürdürebilmek için kendisine bir mekan oluşturmuş, gelecekte de oluşturacaktır. O mekan kültürel yapıyı anlatmada kaynaklık eden en önemli yeridir.
Son düzenleyen Blue Blood; 7 Nisan 2006 14:17 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Nisan 2006       Mesaj #7
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Anadolu halkının günlük işlerinde, alışverişlerinde, her türlü değiştirme işlemlerinde vb. hesaplamayı gerektiren durumlarda kendi geliştirdikleri ölçü birimlerini kullanmalarına halk matematiği denir.

Halk matematiğinde esas; halkın elinde bulunan kap kacak türünden objeleri ölçü birimi olarak kullanmasıdır.

Buna aşağıdaki şu örnekleri verebiliriz;

- Bir kalbur (Yaklaşık 5 - 6 kg)
- Bir yarım= 16 kg
- Bir şinik
- Bir okka (1 kilo)
- İki tas
- Bir tekne
- Bir maşraba
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
7 Nisan 2006       Mesaj #8
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bilim ve teknolojinin ve buna paralel olarak da toplumların çok hızlı bir şekilde geliştiği yirminci yüzyıldan yirmibi-rinci yüzyıla girerken, endüstri ve teknoloji alanındaki yeni buluş ve yaratmalar dünyamızı daha küçük bir alan haline getirmektedir. Bütün bilim dallarında olduğu gibi, Halk Bilimi alanında kullanılan temel terimler ve bu terimlere bağlı olarak da bu bilim dalının kendini tarif ve tanımlamanın yeni bir değerlendirmesini yapmak bir zorunluluk haline gelmiştir. Avrupalı ve Amerikalı bilim adamlarının son yirmi, otuz yıldır üzerinde durdukları ve yeniden anlam vermeye çalıştıkları "Halk" (Folk), "Halk Bilimi" (Polklore) ve "Halk Bilgisi" (Folklore) terimleri ve bu terimlerin üzerine kurulmuş olan bilim dalıyla, bu bilim dalının konusunun ne olduğu hakkındaki sorulara yeni bir gözle bakmak, Türk halk bilimi uzmanlarının da tartışması gereken konulardır. Bu konulara çağdaş Türk toplum yapısını ve teknolojik gelişme ve yeni yaratmaların kullanımını da göz önüne alarak yaklaşmak gerekmektedir.
Tanzimattan beri yakalamaya çalıştığımız veya üyesi olmak istediğimiz "modern" düşünce ve 'yaşayış gruplarının veya "batılı" olmanın günümüzdeki yeni şekli olan "Avrupa Topluluğu"na aday bir ülkede "halk" nedir, halk bilimi nasıl bir bilim dalıdır ve bu bilim dalının kendisine konu ettiği "bilgi" veya "kültür" denilince ne anlaşılmalıdır? Sanıyoruz ki, bu sorular pek çok kişinin ve özellikle de halk bilimini kendilerine akademik alan olarak seçmiş veya aı atör olarak bu alanda çalışmalar yapanların sorduğu ve cevap aradığı konulardır.
Bu denemenin konusu başta "Halk" terimi olmak üzere, "Halk Bilimi" ve "Halk Bilgisi"nin günümüz bilim ve toplum anlayışına göre bir değerlendirmesi hakkında olacaktır. Umuyoruz ki, Türkiye'de halk bilimi alanında çalışanlar buradaki düşünce ve değerlendirmelerimiz ışığı altında yapacakları çalışmaların şekil ve muhtevalarına yeni bir yön vereceklerdir. Bizim burada tartışacağımız ve batıda da tartışılan bu konular, daha başka araştırmacıların da konuya yapacakları yeni katkılarla genişleyecek ve bu sayede Türk Halk Bilim çalışmaları yeni bir hız kazanacaktır.
Halk bilimini kendilerine akademik alan olarak seçenlerin çok iyi bilecekleri gibi, ilk defa 1846'da William Thoms tarafından ortaya atılan ve "popüler antikler" kavramını karşılamak için kullanılan "Folklore" terimi, Türkçe'de "halkıy-yat", "halk bilgisi", "halk bilimi" ve "halk kültürü" gibi terimlerle karşılanmaktadır. "Folklore" terimi Almanca'da "volks-kunde" ve Fransızca'da "traditions popu-laires" şeklinde ifade edilmiştir. Hatta Almanca "volkskunde" terimi "Folklore" teriminden daha eski olmasına rağmen, hiç bir zaman "Folklore" terimi kadar yaygınlık kazanamamıştır. İngilizce bir terim olan "Folklore" 1891'de yapılan milletlerarası Folklore kongresinden sonra bütün dünyada ya İngilizce şekli olan "Folklore", veyahut da her dilde tercümesi yapılmak suretiyle kullanılmaya başlamıştır.
Folklore veya halk bilimi teriminin yaygınlığı bir tarafa, bu terimin neyi ifade ettiğinin tam olarak anlaşılması ve bu bilim dalının konusunun ne olduğunu açıklamak için her şeyden önce, terimin esasını oluşturan "Halk" teriminin açıklanması gerekir. Gerek "batı"da, gerekse "doğu"da ondokuzuncu yüzyıldaki "halk" anlayışı ve halk teriminin ifade ettiği topluluk, sınıf farklılığını esas alan bir toplum anlayışına göre yapılmıştır. Gerek sahip oldukları sosyal hayat ve statü, gerekse teknolojik bakımdan dünyanın en ileri toplumları olduklarını iddia eden Avrupalı bazı toplumlar, kendi toplum yapılarına bakarak ve sahip oldukları hayat şartlarıyla diğer toplumları mukayese ederek "halk" terimini "Bağımsız bir yapıdan daha çok, bağımlı bir yapı olarak" düşünmüşlerdir. Bu anlayışla halk terimine; "halk daha başka kümelerden oluşan gruplara tezattır" şeklinde yaklaşan Avrupalı bu toplumlar, sübjektif olarak yaptıkları karşılaştırma suretiyle, "halkı" bir taraftan "medeni" ve "seçkin" grupla tezat halinde kabul ederken, diğer taraftan da "primitif" "ilkel" veya "vahşi" olarak adlandırdıkları topluluklara da tezat olarak değerlendirmişlerdir. Ondokuzuncu yüzyıl Avrupa anlayışının tarifine göre halk; "okur-yazar bir toplumda cahil kısım" olup, eğitim görmüş, seçkin veya aydın zümre ile aynı millet içinde veya ona yakın bir yerde yaşamaktadır. Fakat bu "halk" topluluğu; okuma-yazma ve teknolojiden habersiz "ilkel" veya "vahşi" olarak adlandırılan toplumlardan da oldukça uzak bir yerde durmaktadır. Bu tarifteki temel ise, "medeni ve edebi olan bir toplumda" ifadesinde yer almaktadır. Buna göre halk; medeni veya seçkin olarak kendisini "yüksek tabaka"ya yerleştiren grubun hemen altında ve yakınında düşünülmüştür.1 Bu düşünce tarzının hedeflerinden birinin halkın kim olduğunu tespit değil, kendisini "aydın" veya 'seçkin" olarak adlandıran kesimin kendi yerini belirleme çabası olduğunu da belirtelim. Daha başka bir ifadeyle söylemek gerekirse; Avrupalı aydın zümre kendisini; okur-yazar, eğitilmiş, edebi, şehirli ve medeniyeti yakala iş olarak kabul ederken, bu özelliklere sahip olamayan kendi toplumu içindeki diğer insanları cahil, okuma-yazma bilmeyen, ancak eğitimden haberi olan, şehirde yaşamayan ancak şehre yakın bir yerde, yani taşrada oturan ve henüz medeniyeti her yönüyle elde etmemiş olan şeklinde değerlendirmek suretiyle, kendinden bazı özellikleriyle farklı gördüğü bu kesim insan topluluklarını "halk" (folk) terimiyle adlandırmayı uygun görmüştür. Dikkatle incelendiğinde, W. Thoms'un "Folklore" terimini ortaya atarken bu düşünce tarzından hareket ettiği anlaşılır. Bütün bu yaklaşımlar özetlenirse; halk olarak adlandırılan topluluk, medeni ve edebi olarak kabul edilen toplulukla; Afrika, Avustralya ve Amerika yerlileri gibi primitif, ilkel veya vahşi olarak adlandırılan toplulukların arasında bir yerde kabul edilmiştir. Burada sözü edilen "halk" teriminin daha çok köy ve köylüyü ifade ettiği çok açıktır. Ondokuzuncu yüzyıl düşünürleri için halk, şehirden çok uzak olmayan ve henüz tam olarak medeniyeti yakalayamamış köylüleri ifade etmekteydi. Bu anlamda taşrada oturanlar bir toplumun veya milletin sahip olduğu değerleri hiç değiştirmeden saklayıp, yüzyıllardan beri devam ettiren kişilerdi. Yine onlar için halk bilimi de; bu köylerde veya taşrada oturan halkın yaratmalarım, yani o toplumun veya milletin en eski, ilkellik dönemi hatıralarını saklayan grupları ve grupların hâlâ saklamakta olduğu değerleri araştırır ve kendisine inceleme konusu eder. Bu tarz bir yaklaşım J. J. Rousseau'nun romantik köye veya taşraya bakışında bulunabileceği gibi, İngiliz "Tekamül (Evo-lution) Teorisi" mensuplarının "Medeniyet düz bir çizgi halinde, basitten karmaşığa doğru ilerler"2 şeklindeki düşün-cclerinde de mevcuttur. Buna göre her toplum belli bir ilkellik dönemi yaşamıştır veya böyle bir alt seviyeye sahip olmuştur. Daha sonra belli keşif ve icatlarla ilerleyerek belli bir gelişmişlik seviyesine gelen bir toplum, son olarak da medeniyeti yakalamış veya yakalayacaktır. Tabii ki, böyle bir düşünce tarzı kendisini diğer toplumlardan üstün gören bir toplumun etnosantrik anlayışa göre yaptığı bir mukayesenin mahsulüdür. Aynı düşünceye göre; Avrupalı ve gelişmiş teknolojiye sahip ülkelerin bir kısmı medeni veya seçkin, bir kısmı taşralı, köylü veya halktır. Onların dışındaki gruplar ise primitif, ilkel veya vahşidir. Bu düşünceye göre halk; kendisini medeni veya seçkin olarak kabul eden toplulukla yanyana veya ona yakın bir yerde yaşamakla birlikte, seçkin topluluğun tekamül etmeden önceki, yani ilkellik devirlerine ait unsurları, hala muhafaza eden daha alt seviyedeki bir topluluk olup, seçkin veya medeni topluluk kendi ilkellik dönemine ait hatıraları çok uzaklara gitmeksizin, hemen yanı başındaki daha az gelişmiş olarak kabul edilen bu toplulukta, yani köylü hayatı içinde, yani "halkta" muhafaza edilmiş olarak bulabilir. "Popüler antikler" terimi de bunu ifade eder. Seçkin toplum hemen yanı başında bulunan daha alt seviyedeki toplumun yaratmalarını veya ilkellik döneminden beri taşıdıklarını, yani "Halk Bilgisi"ni kendisine inceleme konusu eder. İşte 19 yüzyıl Avrupası'nda yeni bir bilim dalı olarak ortaya çıkan "Halk Bilimi" (Folklore) de bu araştırma ve inceleme işidir.
Ondokuzuncu yüzyıl Türk toplumunda da bu anlayışlara paralel görünen anlayışlar mevcuttur. Osmanlı toplum düzeninde "havas" ve "avam" ayrımında görülen ve "halk" teriminin ondokuzuncu yüzyıl Avrupası'ndaki anlamına karşılık gelen "avam", yirminci yüzyıldan itibaren "köylü" kavramıyla eş değerde bir anlam kazanmıştır.3 Yönetim sisteminin değişmesiyle ortadan kalktığı düşünülen sınıf farklılığı, tamamen şehirli ve köylü ayrımına dönüşmüş ve halk bilimi çalışmaları hız kazanıp, gelişmeye başladığında ülkemizdeki ilk halk bilimi araştırmaları tamamen "halk" (folk) olduğu kabul edilen köy ve köylü hayatı çevresinde gerçekleştirilmiştir. Ondokuzuncu yüzyıl Avrupası'ndaki "halk" (folk) ve "halk bilimi" (Folklore) kavramlarının ülkemizdeki bir başka yansıması ise, ilk halk bilimi araştırmalarının halk bilgisinin bir bölümünü oluşturan "halk oyunları" hakkında yapılmasından dolayı, "Folklore" kelimesinin bu oyunları ifade ettiğinin düşünülmesiyle ilgilidir. Bugün bile hala düzeltilemeyen yanlışlardan olan "Folklorcu" "Folklor Oynamak", "Folklor Ekibi" gibi ifadeler bu dönemin bıraktığı problemlerdir.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
3 Mayıs 2006       Mesaj #9
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Sendika


Çalışanların haklarını işverenlere ve devlete karşı korumak ve geliştirmek üzere oluşturdukları örgütlerdir.
Sendikalar sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan çalışanlarla işverenler arasındaki güç eşitsizliğini ortadan kaldırmak için oluşturulmaya başlanmıştır. Önceleri belirli niteliğe sahip çalışanların oluşturduğu ve meslek sendikaları olarak tanımlanan bir yapıdan sonraları niteliksiz işçilerinde yer aldığı genel sendikalara doğru bir evrim geçirmiştir.

Endüstri ilişkileri

Geleneksel anlamda endüstri ilişkileri; endüstri sektöründe yer alan işçi-işveren ilişkileri ile bu ilişkilerin sonucunda ortaya çıkan çalışma koşullarının belirlenmesini konu alan disiplinler arası bir bilim dalıdır. Burada “endüstri sektöründeki” işçi - işveren ilişkilerinin ve genel çalışma koşullarının belirlenmesi, düzenlenmesi ve daha iyiye yönlendirilmesi amaçlanırken, daha da “kurumsal” nitelikteki ilişkiler kastedilmektedir. Kurumsal ilişkinin anlamı da en azından çalışan tarafın örgütlenmiş olması veya kendisi adına hareket edecek bir kuruma (sendikaya) sahip (üye) olmasıdır. Kavram etimolojik olarak incelendiğinde de bu çerçevede kullanıldığı görülecektir.



Bu yaklaşım, literatürde endüstri ilişkilerinin dar anlamı olarak yerini almıştır. Yani sadece “endüstri sektörü”ndeki kurumlaşmış işçi-işveren ilişkileri endüstri ilişkilerini dar anlamdaki tanımı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Buna karşılık, endüstri ilişkileri sadece endüstri sektöründe değil, “tüm sektörlerde” çalışan ücretlilerin istihdam ilişkilerinden doğan her türlü “bireysel” ve “kollektif” ilişki ve bu ilişki çerçevesinde oluşan çalışma koşullarını inceleyen bir alan olarak geniş anlamda da kullanılmaktadır. Geniş anlamdaki endüstri ilişkileri deyimi, ücretlilerin istihdam ilişkilerinden doğan çalışma hayatının hemen her konusunu ele aldığından “çalışma ilişkileri” veya “istihdam ilişkileri” yerine de kullanılmaktadır
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
11 Mayıs 2006       Mesaj #10
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
EVLENME

Evlenme bildirimi,evlenmeyi yapan makam (Belediye veya Köy Evlendirme Memurluğu) tarafından 1 ay içerisinde Nüfus Müdürlüğüne bildirilir. - Süresi içerisinde bildirimde bulunmayan Evlendirme Memurlarına da para cezası uygulanır.


ÖLÜM

a)Vefaat eden vatandaşlarımızın ölüm tutanakları bulundukları yerin durumuna göre ilgili kurumlar tarafından ölüm tutanakları hazırlanarak nüfus cüzdanı da eklendikten sonra 10 gün içerisinde ilgili Nüfus Müdürlüğüne gönderilir. - Şehir'de vefaat eden vatandaşlarımızın ölümü Hastane,Sağlık Ocağı,Belediye tabipliği tarafından, Adli vakalar sonucu vefaat edenlerin ölümü ise C.Savcılığı tarafından Nüfus Müdürlüklerine bildirilir.
b)Köylerde sağlık ocağı var ise ölen kişilerin ölüm tutanakları sağlık ocağı tarafından düzenlenir ve Nüfus Müdürlüğüne gönderilir.
c)Köylerde vefaat edenler ise Köy Muhtarı tarafından Nüfus Müdürlüklerine bildirilir. - Bildirim görevini 10 gün içerisinde yerine getirmeyen Belediye ve Hastane görevlileri ile Köy Muhtarları hakkında cezai işlem uygulanır.



BOŞANMA

Boşanma kararını veren mahkeme Yazı İşleri Müdürlüğü, kesinleşen kararları 1 ay içerisinde mahkemenin bulunduğu yer Nüfus Müdürlüğüne göndermekle yükümlüdür.


NÜFUS VE AİLE KAYIT ÖRNEKLERİNİN ALINMASI

Nüfus Kayıt örnekleri dilekçe karşılığında,kaydın sahipleri veya bunların eşleri ve veli,vasi, vekilleri ile ikinci dereceye kadar hısımları alabilirler

Benzer Konular

9 Mayıs 2008 / BARIŞ Tıp Bilimleri
15 Mayıs 2018 / asla_asla_deme Edebiyat
12 Ağustos 2011 / ThinkerBeLL Sanat
3 Şubat 2010 / _KleopatrA_ X-Sözlük