Arama

Öz Türkçe Nedir?

Bu Konuya Puan Verin:
Güncelleme: 14 Mayıs 2008 Gösterim: 21.348 Cevap: 3
kompetankedi - avatarı
kompetankedi
VIP Bir Dünyalı
12 Eylül 2006       Mesaj #1
kompetankedi - avatarı
VIP Bir Dünyalı
ÖZ TÜRKÇE NEDİR?

Sponsorlu Bağlantılar

Hasan Ali Yücel Msn Star

Öz Türkçe, Türkçe düşüncedir. Nice yüzyıllar, gökle yer arasında çağlarının en ileri el ulaklarını kullanarak doğudan batıya, batıdan doğuya koşup akan Türk Ulusu'nun kafası durgun olabilir miydi? Kafa dur mayıp işleyince onun verimi de düşünceden başka ne olabilirdi?

Bence Atatürk dil değişiminin anlattığı en büyük gerçeklik işte budur: Kafayı işletmek, düşünmek.

Atam oğlu düşündü mü kımıldamaksızın duramaz. Her düşünce, bir kımıldamadır. Öz Türkçe, Türk beynindeki kımıldamanın sesidir. Dil değişimi; deniz, toprak, dağ, ağaç gibi insan yapısı olmayan varlıklardan en yeni kurumlara, en ileri yapılara kadar bütün varlığa Türk Ulusu'nun gözünü, gönlünü açmaktır.

Öz Türkçeyi varsın üç beş eskici anlamasın, anlamak istemesin. Biz milyonluk ulusla konuşmak, onunla anlaşmak istiyoruz. Ona "Uyan, iyi yaşa. Eski Türk ataların gibi güçlü, kuvvetli ol. Alacağını kimde olursa al. Vereceğini bil. Kimseden korkma. Kendini tanı. Büyüğünü küçüğünü tanı. Sana eyilik edenleri başında tut. Kötülük edenleri yere vur!..." diye haykıracağız. Bunları ona, hangi dille söylebilirdik;
(ZatiÂliniz)mi, yoksa (Bendeniz)mi diyerek?
Öz Türkçe, ulusun birbiriyle anlaşmasının sesidir. Kara budunun bize söyleyeceği, bizim ona söyleyeceklerimiz var. Ulus işlerini yüklenmiş olanlar ulusa anlaşılır bir dille düşünüp söylemezlerse ulusçuluk, bir kuru sözden özge ne olabilir?

Varsın Arabcalı, Farsçalı sözlerden ayrılmak istemeyen üç beş tiryaki Osmanlıca ile (haşr) olsun. Biz Sadabad bahçelerinden arta kalmış bülbüllerin sesini değil. yaşamak isteyen bir yığının dilek haykırışını duymak, can kulağımızı onun bağrı üstüne koymak istiyoruz. Ancak ondan aldığımız duygulardan ulusal bir deyiş çıkacak. Biz onu yazmak, onu söylemek kaygusundayız.

Dil değişimine inananlar, ona yürekten katılanlar; evimizde oturup düzgün kafiyeli, Nedim ağzından gazeller yazarak kendimizi ve iki üç (tiryaki)yi eğlendirmek hevesinde değiliz. Bizim bütün düşüncemiz, derisi katılaşmış eline sapanını tutan, çatlak topuklu, çorapsız ayağıyla Türk topraklarının göbeğine basan yurttaşlarımızın dediğini anlamak, istediğini yapmak, yapmasını istediğimizi ona kolayca anlatmaktır.

İşte öz Türkçe, bu kaygıları, bu dilekleri, bu ülküleri anlatan; bu kaygılarda, bu dileklerde, bu ülkede ulusun anlaşmasına yarayan bir dildir.
15-XI-1934
*H.Âli Yücel - Pazartesi konuşmaları – 1998


İKİ DİLMsn Star
Düşünmek, içten konuşmak; konuşmak, dıştan düşünmektir. Bu yazıyı yazışını, bu sözün anlatmak istediği fikre bir örnek olabilir:
Önümde boş bir kağıt. Yanımda kimse yok, büsbütün kendi kendimeyim.. Düşünüp yazıyorum. Yazmadan önce, düşünürken yaptığım iş, kendi kendime konuşmanın bir türlüsüdür. içten konuştuğum bu sözleri yazmaya başlayınca, düşündüklerimi kağıt üstüne çiziyorum demektir.

Düşünme, konuşma, yazma... Bir dilde bu üç iş at başı beraber gitmez de, konuşma dili başka, yazma dili başka olursa o dilde doğru bir düşünüş var olamaz, işte Osmanlıca... Nice yüz yıllar, bir yanda ulus, öbür yanda okuryazarlar, başka başka dil kullanırlardı. Okuryazarlar da konuşurken başka, yazarken başka bir dilde idiler. Bunun içindir ki bu çağlarda aramızdan başka ülkelerde de tanınmış değerde büyük düşünenlerimiz çıkamadı.

Gazi dil değişiminin kalın çizgisi; düşünmede, konuşmada, yazmada öz Türkçeye varmaktır. Hepimizin ilkönce yapacağımız iş, kafamızın içini Türkçeleştirmek olmalıdır... Öz Türkçe düşünmeye kendimizi alıştırmaksızın, ne güzel Türkçe söyleyebiliriz, ne de güzel Türkçe yazabiliriz.

Bu bakımdan ATATÜRK dil değişiminin en korkunç düşmanı, konuşma dilinin başka, yazma dilinin başka olmasıdır. Bu başkalıktan, bu ikilikten çok çekinmeliyiz. İki dil, konuşma ve yazma, başka başka olursa Osmanlıcanın uğradığı sona gidiyoruz demektir. Bu engeli ortadan kaldırmak, kendimizi bu kötü ikilikten kurtarmak için birinci olarak düşünmede, ikinci olarak konuşmada, en sonra da yazmada güzel Türkçeye alışmak, güzel Türkçeyi aramak gerektir.

Bir günde bin söz yazıyorsak, hiç değilse on bin söz söyleriz. Öz Türkçe konuşmadan yalnız yazıda bunu yapmaya kalkmamız çok yanlış, çok eksik bir iş olur. Öz Türkçe yazmak için yaptığımız emeğin yüz kere daha çoğunu öz Türkçe konuşmak için yapmalıyız.

Öz Türkçeye gelince bu dil açık olmalı; düşünceleri kolay anlatmalı. Bir söz, Osmanlıcada olduğu gibi, hem öyle, hem şöyle anlaşılmamalı; bir türlü anlaşılmalı. Her söz bir düşünüşün kalıbı olmalı. Türkçemizde bu iyilikler vardır. Yeter ki biz okuryazarlar, onları ortaya çıkarabilelim.

Son günlerde gazetelerde gördüğümüz öz Türkçe yazılar içerisinde, bu işe alışkın, usta ellerden çıkanları ne kolay, ne seve seve okuyor, anlıyoruz.

Kendi sınamalarıma, daha çok bizden başka yerlerde bu işte yapılan sınamalara bakıyorum da açık olarak anlayıp inanıyorum ki konuşma ile yazma arasındaki ayrılık, düşünmek için en kötü bir engeldir. Öz Türkçeye, güzel Türkçeye varmak için öz Türkçe düşünerek, öz Türkçe konuşarak öz Türkçe yazalım.
26 Teşrinievvel-1934
*H.Âli Yücel - Pazartesi konuşmaları - 1998
kaynak

TÜRK MÜNEVVERİ NASIL YETİŞMELİ?Msn Star

Demokrat bir cemiyetin bel kemiği, o cemiyetin yüksek okur yazarlarından katınç olan münevverleridir. Münevver, her medenî memlekette lise, jimnaz, atene gibi ayrı ayrı isimler alan orta öğretim müesseselerinde yetiştirilir. Bu müesseselerde verilen terbiye ve bilgiye Toplu kültür: Culture. générale denir.

Toplu kültür nedir?

Her insanın, geriye, ta cinsinin menşelerine kadar uzanıp giden bir hayati vardır; buna nesil hayatı diyebiliriz. Bir de kendi oluşu ile başlayan, doğumdan ölüme kadar süren bir yaşayış vardır, bunu da ferd hayatı diyebiliriz. Bir de kendi oluşu ile başlayan, doğumdan ölüme kadar süren oluşu bir yaşayış vardır, bunu da ferd hayatı diye isimlendirebiliriz. Bir kayısı çekirdiğinde, nasıl bütün bir kayısı cinsi kuvvet hÂlinde mevcut ise, bir tek insanda da bütün bir insanlık öylece varlığını gizlemiştir.

İşte toplu kültür denilen şey, bir ferdde bütün bir insanlığın tecrübelerini yeniden ve kısa müddetli hayatında tekrar yaşatmak; ona, dünün şuurunu vererek bugün kendini, milletini ve insanlığını anlama imkanlarını buldurmakdır. İnsanlığın geçmiş zamanlarını öğreten tarih; üstünde yaşadığımız dünya ve onunla alakalı varlıklar hakkında bizi aydınlatan coğrafya; mücerred düşünüşe ahştıran matematik; görüp tanıdığımız maddî varlıklar üzerinde hakimiyetimizi kuran ve onların kanunlarını bize tanıtan fizik, şimi ve tabiat ilimleri gibi müsbet bilgiler; hayat ve kainat karşısındaki duygularımızı yaşatan güzel sanatlar ve nihayet hepsine toptan bir bakışla mana vermeye çalışan felsefe, toplu kültürün başlıca unsurlarını bize verir.

Modern hayat, medeniyet ve bilgi yolunda o kadar baş döndürücü bir çabuklukla yürüyor ki bugün elit zümresinin yetiştirilmesi için bir vasıta telakki edilen toplu kültür, başka bir söyleyişle orta öğretim, belki yakın bir gelecekte tıpkı ilköğretim gibi umumî ve mecburî olacaktır. Mesela İsviçre bu ihtiyacı şimdiden duymuştur. Bir metrdotel, hattâ bir asansör memuru, bir telefoncu olmak için bugünkü ilköğretimin verdiği bilgi ve meleke yeter sayılmıyor. Bu işlere girecek adamlar; dünyada olup biten işleri, kambiyo ve posta münasebetlerini, en çetrefil makinelerin, hiç değilse nasıl işlediğini bilmelidirler. Hatta bir kısım ülkelerde, ilk öğretimin arkasından hemen meslek hayatına girişin, o memleket gençliğini umumî hayat bakımından tehlikeli yaptığını, iş bölümünün sert çarkları arasına vaktinden önce atılmak neticesinde bir takım yüksek fikirleri yanlış bir tarzda anlayarak cemiyete asî unsurlar yetiştirdiğini ileri sürenler bile var.
Hele askerliğin ve modern orduların gitgide makineleşmesi, onları kullanacak neferlerin basit bir ilk tahsille bu işleri yapamayacaklarını gösteriyor. Asker olmadan önce alacakları bilgilerin şimdikinden daha etraflı olması zarureti, asrın mühim terbiye meselelerinden biri olmuştur.
Görülüyor ki toplu kültür, medeniyet ilerledikçe gençlik için, bugünün ilköğretimi yerini tutacak bir önem almakta ve o terbiye yoğrulmayanların dışardan basit görülen işleri bile yapamayacakları bir fikir hÂlinde ortaya atılmış bulunmaktadır.

Onlar böylece fikir yürüte dursunlar, biz bu meselede ne haldeyiz, onu düşünelim. Daha dün denecek kadar yakın bir tarihte, 1924 yılındadır ki ancak tedrisatın tevhidi davasını haletmiş bulunuyoruz. Bu yoldaki Ortaçağ izleri de ancak Cumhuriyet devrinde kaldırılmış bulunuyor. Ondan önce, memleketin ilim, politika, ekonomi sahalarında millete baş olacak adamları ayrı ruhta kurulmuş türlü müesseselerde yetiştirilirdi. Bu ayrılığın timsÂli, mektep ve medrese idi. Yüksek tahsil gayet dar, ona hazırlayıcı okullar çok az ve cılızdı. Medrese, ilim namına Ortaçağ hurafelerini öğretirdi. Mektepler arasında da toplu kültür veriş bakımından birlik yoktu. Yabancı milletlerin memleketimizde ve memleketlerindeki orta öğretim kurumları, bizim idadiler, sonra sultaniler ve daha sonraki liseler, ayrı bir tip olan Galatasaray, hep başka terbiye esaslarıyla Türk gençliğini yetiştirirdi.
Bu ayrılık meselelerinin bugün hepsi halledilmemiş bile olsa çoğu ortadan kalkmıştır. Fakat ona mukabil, bütün medenî dünyada kendini hissettiren bir büyük mesele karşımıza dikilmiş bulunuyor. Birçok memleketlerde orta öğretime girmek isteyenler, bu müesseselerin alamayacağı kadar çoktur; en zengin devletlerin bile malî kudretlerini, manevî imkanlarını aşacak kadar taşkın bir ihtiyaç, orta öğretim kurumlarının kapısını zorlayacak bir izdiham hÂlini almıştır.

Bizde de aynı hal, aynı ihtiyaç baş göstermiştir. Halbuki biz ancak son on iki yıl içerisinde lise öğretimini esaslı surette kurmak için uğraşmaya imkan bulmuş ve onun keyfiyetini istenilen ve lazım gelen şekilde yükseltmek için çalışmaya koyulmuş iken bir de böyle çokluk ve izdiham karşısında bulunmamız, devletin bu yolda güçlüklerini büsbütün arttırmış oluyor. Şu varki keyfiyet meselesi halledilmedikçe kemmiyetin ehemmiyeti olmadığı bir prensip olarak ortaya konmuştur. İsabetli görüşleriyle birçok karanlıkları aydınlatan Başbakanımız İsmet İnönü, bu hakikatin matematik ifadesini vermiştir:

"İlimde eksik adamların toplanması, tamam adamlar veremez. Bin yarım ve bin cahil, bir yarımdan daha faydalı olamaz; fakat daha zararlı olur. Bin yarım adam bir tam adam değildir."

Bu düsturun anlattığı hakikat, her vesiyle kendini gösteren toplu kültür davasında Türkiyenin hayat meselelerinden birini bize işaret eder. Her vesileyle diyorum. Mesela basit bir edebiyat meselesi, memleketin ileri düşünenlerinin dilinde bir anlaşma noktası bulamadı mı arap saçma dönüyor. Hiçbiri, öbürüyle anlaşarak müşterek bir nokta bulamıyor. Görüş tarzlarındaki ayrılıklar pek tabiî olmakla beraber, gördüğümüz başkalıklar görüşlerde değil, esaslarda, ana çizgilerde ve prensiplerdedir.
Unutmalayım ki bu meseleler her zaman, bir edebiyat ve bir söz meselesi olmaz. Doğrudan doğruya milletin hayatına dokunacak davalar da ortaya çıkabilir. O zaman, toplu kültür birliğinin kuvvetsizliğinden doğan bu indî ve esassız görüşlerin zararını bir an bile düşünmek, insana korkudan başka ne verebilir? Onun içindir ki yarının Türk eliti, bütün insanlığın öz tecrübeleri demek olan toplu kültürü, kendi milletinin hayatı ve ihtiyacı bakımından kuvvetli bir surette almayacak olursa, memleket gemisi pusula kullanmasını iyi öğrenmemiş kaptanların eline teslim edilmiş demektir.

16 Mart 1936
*H.Âli Yücel - Pazartesi konuşmaları - 1998


DİLİN TÜRKÇELEŞTİRİLMESİ


1941- 42 yıllarında Yücel, dilin Türkçeleştirilmesi ve bilim dilinin ortak bir dilde birleştirilmesi için çabalarını yoğunlaştırır. Neşriyat Kongresi ve Birinci Maarif Şurası toplantılarından sonra, kısa aralarla birbirini izleyen üç toplantı düzenler. Önce 6 Haziran 1941'de onun başkanlığında Birinci Coğrafya Kongresi toplanır. Üç komisyondan oluşan bu kongre, ilk, orta ve lise müfredat programları ile ders kitapları, coğrafya terimleri ve coğrafî isimlerin yazılması, Türkiye Coğrafyası'nın ana hatları ve yerlerin adlandırılması üzerinde çalışmalar yapar. Kongrenin vardığı neticelerden biri, kurulması önerilen ve kabul edilen Türk Coğrafya Kurumu'dur.

Kısa bir süre sonra Gramer Komisyonu toplantıya çağrılır. Yücel, 1940' ta Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk dili doçenti Tahsin Banguoğlu'nu Türkçe'nin kendi yapısına özgü bir gramer kitabı yazmakla görevlendirmiştir. Bu çalışmanın sonucu olarak 'Ana Hatlariyle Türk Grameri' adlı kitap 1940-41 ders yılında öğretmenlerin ve uzman kişilerin kullanımına, eleştiri ve önerilerine sunulur. Yücel, 7 Temmuz 1941'de Gramer Komisyonu'nun ilk top-lantısını açtığında, söz konusu gramer kitabına ilişkin cevaplar artık değerlendirilmiş bulunmaktadır. Komisyon, eseri inceleyerek okullarda okutulacak gramerlere temel olmak üzere kabul eder. "Bangu-oğlu'nun meydana getirdiği bu gramer, bilimsel yöntemle yazılmış olması bakımından Türk gramerinde bir adım sayılır. Eserde, fonetik konusu önemle ele alınmış, morfoloji ve sentaks konularına da layık olduğu yer verilmiştir. Eser terminoloji bakımından da yenidir. Bu tarihten sonra okullar için yazılan gramer kitaplarında bu yöntem izlenmiştir."
"Terim işleri de başka bir evreye girmiştir. Önce fakültelerle yüksek okullarda hazırlanan terimler, üniversitede kurulan komisyon tarafından karşılaştırılıp düzenlendikten sonra Dil Kurumu'nda hep birlikte yeniden gözden geçirilmiş ve terim işlerine böyle bir doğrultu verilmiştir." 1941'de, fakültelerde komisyonların hazırladıkları terimleri düzenlemek üzere yapılan toplantılara Yücel de katılır ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Ali Fuat Başgil (1893-1967)'den terim listesini ister. Başgil, hatıralarında bu konuşmayı şöyle aktarır: "Hasan-Âli'ye cevap verdim. Hukuk Fakültesi olarak bizim vaziyetimiz, dedim. Tıp ve Fen Fakültelerininkile kıyas edilemez. Bu berikilerin dili, serbest birer zümre dilidir. Ve anlaşmaya bağlıdır."

"Hukukta iş böyle değildir. Hukukun dili evvela kanun, sonra da, millet dilidir ve kanun ile bağlıdır. Kanunun dili de millet camiasının dilidir ve öyle olmak lazımdır. Çünkü kanunu insanlara meram anlatmak için yapılır. Binaenaleyh hitab ettiği insanların dili ile yazılması icab eder."

"Bu çok basit hakikati kabul ediyorsak, bir hukuk hocasının kanun dilinden başka bir dil ile ders vermesi, evvela kanuna aykırıdır ve meslekî bir suçtur. Saniyen de, talebesine karşı vazifesini yapmamaktır. Zira hukuk hocasının ilk vazifesi talebesine kanun öğretmektir. Kanun kendi dili ile konuşulursa öğretilir."

"Eğer bizden de Tıp ve Fenden olduğu gibi, dertlerimizi öz Türkçe ile yapmamız istenirse, evvelemirde, Teşkilatı Esasiye Kanunundan başlamak üzere, bütün ana kanunların dilini değiştirmelidir. Başka türlü olmasına hem hukuken, hem de usulen imkan yoktur. Bu düşünce iledir ki biz hiç bir hazırlıkta bulunmadık."
"Hasan-Âli cevap verdi:

Bu doğrudur. O halde, biz hükümet olarak evvela, Teşkilatı Esasiye başta gelmek üzere ana kanunları öz Türkçe'ye çevireceğiz. [...] Hiç birimiz Hasan-Âli'nin o halde ana kanunların dilini çevireceğiz sözüne kıymet vermedik. Çünkü Meclisin, vazifesi dışa, böyle bir işe girişeceğini ihtimalden uzak gördük."
Başgil ile arasında geçen bu konuşmadan sonra Yücel, Teşkilat-ı Esasiye Kanununu Türkçeleştirmeye karar verir. Resmî dairelerde ve mahkemelerde konuşulan dil eski biçimde kaldığından, iş hayatını ikiye bölmektedir. 1942 yılında Teşkilat-ı Esasiye dilini Türkçeleştirmek için kurulan komisyonların hazırladığı tasarılar, yetkililere gönderilir, fakat bir sonuç alınamaz. 14 Kasım 1944 tarihinde yapılan toplantıda C.H.P. Meclis Grubu, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun dil açısından incelenmesi için bir komisyon kurulmasına karar verir. Bu komisyonun hazırladığı anayasa tasarısı 10 Ocak 1945 tarihinde Meclis tarafından kabul edilir ve böylece devlet dili Türkçeleştirilir.

Yücel, dil konusundaki düşüncelerini söyle ifade eder: "Biz, dil meselesini... bütün cepheleriyle ve tekamüliyle almış bulunuyoruz ve Türk Kültürünün belkemiği addediyoruz. Bu sahada bütün emekler... Türk kültürünün kurulması davasiyle ilgilidir. Bu davayı sistemli ve canlı bir mevzu olarak ele almadıkça, seyrini kolaylaştırmadıkça onu her hangi bir şekilde halletmek imkanı olmadığına kani bulunuyoruz. Onun için bir taraftan imla, diğer taraftan bugünkü dilimizin, menşei ne olursa olsun, kullanılan anasırının lügatini tesbit etmek suretiyle, sonra dilimizin hazineleri demek olan eski ve yeni metinlerini neşretmek yolu ile ve dilimiz hakkında yerli ve yabancı alimlerin şimdiye kadar yaptıkları etütleri yayma suretiyle ve bütün bunların fişlenmesi demek olan ansiklopediler vücuda getirerek dilimizin inkişaf imkanlarını tesbit ve ihzar yolunda bulunuyoruz. Onun için dil meselesinin vazı ve hallini bizden sonraki nesillere telkin ve tedris, bizim için ana davalardan biri ve belki birincisidir. Bu sebepledir ki İstanbul Üniversitesi'nde terim meselesini sıkı surette takip ediyor ve her şubede vazife almış olanlara mensup oldukları ilim şubelerinin dillerini yapmanın, o ilmi öğrenme kadar mühim bir iş olduğunu telkin etmek istiyoruz. Çünki ilim, mefhumlarla tesis edilebilen mücerret bir sistemdir." "Nerede ilim varsa orada mutlaka ilmin dili de vardır. Dilsiz ilim olamaz ve olmamıştır. Biz, bir Türk kültürü kurmak, millî vasfı olan ve bütün medeniyet alemi içinde varlığı duyulan bir ilim hayatı vücude getirmek yolundayız. İlim, müşahadelerin uyandırdığı mefhumlarla kurulmuş bir sistem olduğuna ve mefhumlar ise kelimelerle şekillendiğine göre Türk ilmi, Türkçe bir ilim diliyle beraber varolacaktır."
Yoğun kurul çalışmaları sonunda büyük bir gereksinimi karşılayacak ölçüde çeşitli bilim dallarını kapsayan sözlükler hazırlanır ve ardarda yayımlanır: İmla Kılavuzu 1941, Gramer Terimleri 1942, Coğrafya Terimleri 1942, Felsefe ve Gramer Terimleri 1942, Hukuk Lugatı 1944, Türkçe Sözlük 1944. Yine aynı yıllarda, halk ağızları ile diğer Türk dilleri üzerine yapılan çalışmalar yoğunlaştırılır ve eski eserlerin taranmasıyla meydana getirilmiş olan 'Tanıklarıyla Tarama Sözlüğü'nün ilk ciltleri yayımlanır.
Bu etkinliklerin yanı sıra Yücel, Osmanlıca kitap ve belgelerin satın alınarak bu alanda bilimsel araştırma yapan kuruluşlarla öğretim kurumlarının yararlanmasına sunulması için de gayret göstermiştir.

YERLİ MÂLI HAFTASI ( * )
14 Kasım 1940

Sayın Yurtdaşlarım;
On bir seneden beri tasarruf ve yerli malı davalarımızda millette uyanmış bulunan iktisadi anlayış ve duyuş, her yıl biraz daha gelişerek kuvvetlenmektedir. Davanın esasını ortaya atan ve onun bütün halkımıza yaymıya çalışan Ulusal Ekonomi ve Arttırma Kurumunu tebrik ve takdire layık bulurum.

Hiçbir mesele tasavvur olunamaz ki cemiyet ve millet hayatına taalluk etsin de Maarif ve Millet terbiyesi bakımından bu teşkilatı vazifelendiren bir veya bir çok ciheti bulunmasın. Cemiyet vicdanının müşahhas müessesesi olan devlet adına, okulda yeni nesli yetiştiren öğretmenle, okula henüz gelmemiş çocukları evde buna hazırlayan ve okula gelmişlerini gene aynı muhit içinde ona yardımcı olarak terbiye eden aile, millî davalarımızın hepsinde olduğu gibi iktisadi terbiye sahasında da tesirli, verimli bir ödev yapmışlardır. Dün, para ve alışveriş lafı ayıp telakki edilen evlerimiz ve okullarımızda, bugün bu mevzuu konuşmak, resmî ders programlarının bir maddesi üzerinde çocuklarımızın zihnini yormak ehemmiyetini kazanmıştır. Dün memleketi, vilayet, kaza ve nahiye isimleriyle bir lügat gibi ezberlenen coğrafya yerine, bugün topraklarımızın üstünde ve altındaki istihsal unsurlariyle bizi besleyip büyüten, yedirip içiren, giydirip kuşatan, bir kelime ile bizi yaşatan vatanımızı öğretici bir coğrafyamız vardır.

Hemen bütün kültür öğretimi, bu ana vatanla onun evladı olan Türk Milletinin yalnız manevi değil söylediğim maddî münasebetleri de anlatmayı kendine mihver edinmiştir. Küçük boyu ve minimini cüssesiyle aramızda dolaşan ilkokul çocuklarımız, yediğiniz şekerin, memleketin nerelerinde ekilmiş pancarlardan ve nerelerinde kurulmuş fabrikalarda yapıldığını isimleri gibi bilirler. "Yerli malıdır, kullan çocuğum" diye öğüt verdiğimiz bezler ve kumaşlarımızı, sırtlarında taşırlarken, vücutlarının üstünde o bez kumaşların yapıldığı vatan parçalarını küçük varlıklarına sarılmış yurt haritaları gibi hissederler. Yedikleri üzümlerin bağlarını, incir ve fındıkların ağaçlarını, koyunların, kuzuların, danaların yayıldıkları otlakları, balıkların kulaç attıkları denizleri okulundaki sınıflar ve evlerindeki odalar gibi sarahatle, vuzuhla tanırlar. Bu hayat bilgisi, iftiharla söyleyebiliriz ki Cumhuriyet Maarifinin Türk çocuklarına kazandırdığı kültür nimetleridir.

Milli Şefimizin, senelerden beri sözleri ve hareketleriyle telkin etmiye ve tahakkuk ettirmiye çalıştığı şu hakikati burada tekrar etmek, Maarif Vekiliniz sıfatiyle benim için hem zevk ve hem bir vazifedir: "Millet hayatı içinde millî şuura dayanan bilgi uyanışı olmadıkça, devlet ve fert tarafından alınacak her türlü ilerleme tedbirleri, geçici ve göçücüdür." Ne kadar doğru. Dış gayesi sırf menfaat gibi görünen ticaret sahasında, kendisince bu şuur uyanmış bir yurtdaş tasavvur edilebilir mi ki, içinde bulunduğu cemiyet ve halkın zararına bir alışveriş yapabilsin?

Vatansever bir tüccarın hakiki karı, yalnız kendisinin değil, beraberinde bütün milletin kazandığıdır. İhtikârı bir ihanet sayıyorsak, muhtekirin, yurtdaşı yalnız kendi kârını düşünerek soymuş olmasındadır. Biz hırsızlığı, sade maymuncukla kasa açanların hareketinde değil, nisbetsiz kar temin etmek için vatadaşın kesesinden fazla para çekenlerde de buluyoruz. İstiyoruz ki kanun, vicdan karanlığında yapılan bu gasp ve gareti tenkit etsin. Kitaplarımıza kapkara çehresiyle sefil ruhunun resmini koyduğumuz gümrük kaçakçısı, muhtekir halk soyguncusu, Millet terbiyesinin dışında kalmış bir bedbahttır. Bunu söylemekle anlatmak istediğim nokta şudur: cemiyette faydalı ve faydasız hangi hareket mevzuubahis ise onda analar ve babalara, hocalara düşen vazifenin büyüklüğü ve ehemmiyeti.

Yurtdaşlarım,
Size biraz da artırmanın ve umumiyetle tasarrufun hayatımızdaki öneminden bahsedeyim. Bir insan düşününüz ki gördüğünü, duyduğunu, öğrendiğini; görüp duyup öğrendikten birkaç dakika sonra unutmaktadır. Dimağının kazandıklarını saklamaktan aciz bir ruh fukarası, tamahkar hafızasiyle ne perişan bir mahluktur. Tıpkı bunun gibi, kazandığını beş dakika sonra yok eden boş keseli: biraz önce anlattığım boş kafalıdan daha az perişan, daha az yoksul mudur? Şu iki cins insanı hiç hatırınızdan çıkarmayın: boş kafalı, boş keseli. Medeniyet, insan kafasının ve insan kötünün yok etmeyip biriktirdiği eserlerin yekûnudur. Güzel ve muhteşem bir bina, mimarinin dehasında bir devrin bütün kudretlerinin, zaman dediğimiz bankaya konmuş kıymetli tasarrufudur.

Bir kitap, bir güzel bahçe, bir köprü, bir yol ve bir liman, bir fazilet ve bir kahramanlık, yaşıyan insanların kendi varlıklarından artırıp ileride yaşayacak olanlara bıraktıkları insanlık mirası değil midir? Medeni olmak bu kıymetlere hürmet beslemek: değil onları harap etmek, hatta muhafaza etmekle kalmayıp artmalarına, çoğalmalarına, ilerlemelerine gayret vermektir. Tabiat gibi cemiyet de tasarruf edilmiş kuvvetlerin tesiriyle varlığını istikbâle uzatabilir. Bu anlayışla tasarruf, geniş ve müessir bir insan hareketi olarak görünmektedir.
Bir gün İstanbul'da gezerken küçük ve güzel bir caminin tesadüfen ismini öğrenmiştim: "Sanki Yedim Camisi". Bunu yaptıran zat dehşetli cimri imiş. Canının çektiği bir şeyi gördüğü vakit o şeye bakıp "sanki yedim" der ve onu almak için sarfedeceği parayı bir cebinden çıkarıp öbürüne koymak suretiyle saklarmış, O kadar ki peyniri bir kavanoza koyar, ekmeği üstünden sürmekle kendini katıklanmış sayarmış. Bu yüzde yüz mahrum hayatın sonunda cami gibi insani bir gaye ile yaptırılacak bir bina vücude getirmiş olmasına rağmen, Allah'ın kendisine emanet ettiği binaların en kıymetlisi olan vücudunu harap etmiş. Biz tasarrufu bu "sanki yedim" camisinin banisi gibi anlamamlıyız. Marifet, insanın bütün kudretlerini seferber ederek kazancını çalışıp artırması; yemede, içmede, giymede kendisinin ve yakınlarının adam gibi yaşaması ve bu kazanmanın içinden bir kısmını ayırarak yarına hazırlık olmak üzere tasarruf yapmasıdır.

Her şey gibi tasarruf da önce iradeyi zorluyarak başlıycaktır. Nilekim bizde de böyle oldu. Fakat gene her şey gibi irade ile, kendimizi zorlamakla başlıyan bu hareket, on yıldan beri artık millî itiyatlarınız arasına girmiştir. İrade ile yapılışındaki güçlük, itiyatla kolaylaşmış demektir. Bugün insanlık, tarihin en çetin savaşlarından biri içerisinde kıvranırken Türk Milletinin, bu savaşın iktisadi serpintilerinden en az müteessir olmasına rağmen alışverişte uğradığınız müşkülleri bu itiyat ile yenebileceğimizi biran unutmamalıyız.

Hiçbir maddenin, tam istihlak edilmedikçe, vazifesini bitmiş saymamalıyız. Yırtılıp atılan kağıtlar, içi boşalmış kibrit kutuları, biçkiden artmış kumaş parçalarının bile hayatlarının bu devresinden sonra işe yarar olduklarını hatırdan çıkarmamalıyız. Şimdi dünyanın öyle yerleri var ki orada insanlar, et ke miklerinden çıkarılmış suları, etin kendisi kıymetinde görüyorlar ve yiyorlar, yahut bu kadarını bile bulamıyorlar. Bu ve buna benzer halleri daima hatırlıyarak sevgili vatanımızın bize bahşettiği nimetleri, aziz ve mukaddes bilerek ziyan etmeksizin kendimize faydalı kılmalıyız.

Yurtdaşlarım,
Memleketimizde başlamış ve hayli ilerlemiş olan tasarruf terbiyesinde öğretmenlerle ailelerin müşterek çalışma vazifeleri daha büyük bir hızla devam etmelidir. Onlar tasarrufu, hayatın ve bekanın bu büyük sırrını: evlatlârına talebelerine ve muhitlerine ne kadar devamlı ve teferruatlı bir şekilde yayarlarsa, bizden sonrakilere intikal edecek olan millî hazinelerimiz de o kadar zengin olacak ve Türk nesilleri o derece refah bulacaktır.


*
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Eylül 2006       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÖZTÜRKÇE ile BİRLEŞİK SÖZCÜKLER ÜZERİNE

Sponsorlu Bağlantılar
Notlar :
1) Hasan Eren “Eski dilci” kavramını öz Türkçe akımı ve Atatürk’ün “Türk Dil Kurumu” yanlıları için; “yeni dilci”leriyse şimdiki “Türk Dil Kurumu” yanlıları anlamında kullanmaktadır.
2) Doğan Aksan, devrimi sonucunda 25.000 kadar yeni sözcüğün benimsenmiş olduğunu, kuruluş biçimi tartışılan sözcük sayısının 50'yi aşmadığını, bu oranın ise % 0,5 olduğunu belirtmektedir.

Türk Dili’yle ilgili birçok şey yazılıyor. Yazılanların çoğu “eski dilciler” ile “yeni dilciler” arasındaki bir tartışı niteliğinde. Örnek olarak Hasan Eren, Mertol Tulum ve İsmail Parlatır’ın “Türk Dili Dergisi’nde çıkan çeşitli yazılarını verebiliriz. Bir dilin gelişmesi, çok iyi araştırılmasına bağlıdır. Türk Dili’yle ilgili araştırı, tartışı ve eleştiriler bu nedenle son derece önemlidir. Türk Dili’ni araştırmak, geliştirmek ve varsıllaştırmak bilimcilerin görevidir. Bu görevin simgesiyse 1932'de kurulan Türk Dil Kurumu’dur.
Bu kurum, kuruluşundan 1980’e kadarki dönemde belli bìr çizgi izlemiştir. Bu çizgi dilimizi yabancı kökenli sözcüklerden arındırmak, dilin kaynağına, halka inerek Türkçenin gerçek sözcük dağarcığını ortaya çıkararak Türkçe sözcük köklerinden sözcükler türeterek Türkçeye yeni bir kimlik kazandırmaktır. Bu çizgiden ara sıra sapıldığı, yabancı sözcüklerin Türkçeden atılmasında pek nesnel davranılmadığı, örneğin Arapça ve Farsça sözcüklerin yerine öz Türkçe sözcükler bulunması için gösterilen çabanın Batı dillerinden gelen sözcüklere karşı gösterilmediği kanısına kimilerince varılmış, dili yabancı ögelerden arındırma çalışmalarının arkasında daha başka amaçların yattığı izlenimi uyanmıştır. (Bkz· Öner 1987: 132-133).
Durum böyle olunca, gerçek amacın dili geliştirmek değil o dili konuşanların dinsel kültürlerine etkiyerek onları bu kültürden uzaklaştırmak olduğu sanılıyor. Bu tür görüşleri ileri sürenler eskiden beri vardı. Örneğin Ebüzziya Tevfik “Mecmua-i Ebuzziya”nın 1898'de çıkan 82. sayısında Türkçe sözcük kullananların dilini kesmekten söz etmiş, “Bugün her kelime-i Arabiyye yerine bir kelime-i Türkiye ikame etmek isteyenler, düşünmüyorlar mı ki böyle bír teşebbüs bizim için din, mezhep, iman, namus hamiyyet, gayret, iffet, ismet gibi sıfatın cümlesinden tecerrüd etmedikçe mümkün değildir.” (Akarsu 1983: 57) diyecek ölçüde ileri gitmiştir. Bu ağır suçlamaların haksızlığını, tutarsızlığını, anlamsızlığını ve dil gerçeklerinden kaçış olduğunu yadsıyabilecek kimse var mıdır acaba?
Getirilen başka bir suçlamaysa türetilen yeni sözcükleri halkın anlamadığı, böylece halkla toplumun aydın kesimi arasında bir kopukluğun ortaya çıkacağıdır. Türetilen sözcüklerin ilk okuyuşta/duyuşta anlamak yalnız okumamış ya da az okumuş kesim için değil aydın kesim için de zor olabilir. Zaten bir sözcük çıkar çıkmaz benimsenmeyebilir. Benimsenmesi dilin yapısına uygun olmasına ve kullanılmasına bağlıdır. Dilin yapısına uygun olmayan sözcük kullanılmaz; kullanılmayan sözcükse tutmaz, kendiliğinden ölür. Pek çok sözcük her ne kadar önerilmiş ve bazılarınca kullanılmışsa da tutmamıştır, bunları anlayabilecek kişilerin sayısı da azdır. Buna karşılık “eski dilcilerce” Atatürkçü anlayışla türetilip tam anlamıyla tutan, herkesçe anlaşılabilen ve “uydurukça” karalaması getirilemeyecek sözcükler onbinlercedir. (Bakınız, Ali Püsküllüoğlu, Öz Türkçe Sözlük)
Kaldı ki, toplumun değişik kesimleri arasında görülebilen kopukluğun nedeni, B. Akarsu'nun da belirttiği gibi, sözcüklerde değil değişik kuşakların kavram dünyasındaki farklılıklarda aranmalıdır. Yükseköğrenim gören bir kişinin kavram dünyasının, öğrenim görmeyen bir kişinin kavram dünyasından daha varsıl olması çok doğaldır. Dolayısıyla öğrenim gör(e)meyenler kültürel, bilimsel ve dilsel gelişmelere ayak uyduramayabilirler. Öyleyse dilimizi varsıllaştırmak (zenginleştirmek) için sözcükler türetilmelidir, sözcük türetmek sakıncalı değil çok yararlıdır. Zararlı olan denendikten ve yıllar geçtikten sonra tutunmadığı kesin olarak görülen sözcükleri inadına kullanarak zorla benimsetmeye çalışmak ya da dilbilimsel kurallara uygun sözcükleri “uydurukça” iftirası vurarak yabana atmaktır. Sözcük türetme çalışmalarını karalamak için “lokanta” yerine “otlangaç”, “otobüs” yerine “oturgaçlı götürgeç” gibi gülünç ve gerçek uydurma sözcükler ortaya atmaktır. Dilimizi yabancı dillerin istilasından kurtarıp “Türkçeyi Türkçeleştirmek” için Atatürk'ün olağanüstü bir çaba harcadığını, yazdığı geometri betiğinde (kitabında) “eşit, artı, eksi, çarpı, bölü, üçgen, dörtgen, uzay, boyut, varsayım…” gibi terimleri türetip kullandığını burada anmadan geçemeyeceğim. Bugün varsayım yerine faraziye, boyut yerine buut, uzay yerine feza sözcüklerinde diretmenin amacı nedir?
“Eski dilciler” ile “yeni dilciler” arasındaki tartışı konularının en önemlilerinden biri de yazımla ilgilidir. Ben burada yazımın her yönüyle ilgilenmek yerine, yalnız birleşik sözcükler konusunu ele alacağım. İlk önce birleşik sözcükten (Almanca : Zusammensetzung, Kompositum) ne anladığımı belirtmek istiyorum : Aralarında anlam birliği olan, yalnız bir kavramı karşılayan, iki ya da daha çok sözcüğün bitişik yazılmasından oluşan ve sözlük maddesi değeri olan sözcüğe birleşik sözcük denir. Buna göre birleşik sözcük ile bitişik sözcük ayrımına gerek yoktur. Çünkü birleşik sözcük, sözcüklerin bitişik yazılmasıyla oluşur. Aralarında anlam ilişkisi olan ve ayrı yazılan sözcüklere söz öbeği (Syntagma) denebilir. Birleşik sözcük konusunda daha değişik ölçütlerden yararlanılabilir. Bunlara aşağıda değineceğim. Ancak birleşik sözcüğün tanımında ve belirlenmesinde, herkesçe anlaşılamaz gerekçesiyle anlambilimden yararlanılmasının sakıncalı olduğu yönündeki Mertol Tulum’un görüşünü paylaşmıyoruz.
Çeşitli dergilerde çıkan yazılarda, eski dilcilerin çıkardığı yazım kılavuzlarıyla “Türkçe Sözlük”teki değişik tutarsızlıklara değinilmiştir. Bu eleştiriler haklı olabilir. Ancak Yazım Kılavuzu'nun değişik baskılarında aynı sözcüğün değişik yazım biçimleriyle ortaya çıkması, sözlük yapımcılarının bu konuda bir arayış içinde olduklarını gösterir, buysa tutarsızlıktır. Çünkü yazım dizgesi (sistemi) daha tümüyle oturmuş değildir. Bir dizgenin tümüyle benimsenmesi yıllarca sürebilir. Oysa yeni dilcilerin 1988'de çıkardığı iki ciltlik “Türkçe Sözlük” de kendi deyimleriyle tutarsızlıklarla doludur. Şimdi bunlara bazı örnekler vermek istiyorum:
a) Belirteni “baş” olan sözcüklerin çoğu bitişik yazılırken (Başbakan, başasistan, başdanışman, başörtü), bazıları ayrı yazılmıştır : (Baş ucu, baş altı, baş örtüsü, baş kaldırma).
b) “Üstçavuş”a karşın “üst geçit”, “üst yapı”, “alt yapı” yazılmış.
  • c) “Barışsever”, “basınçölçer”in yanında “uyur gezer”i görüyoruz.
ç) “Dört ayak” ile “kırkayak” da birbirleriyle çelişiyor.
  • d) “Anayasa” ile “ana sav”, “ana okulu”, “ana dil” bir başka çelişki.
e) Doğru yazıldığını kabul ettiğimiz “ayakbastı”, “ayakteri” yazılmasını gerektirirdi. Oysa “ayak teri” yazılmış.
f) Neden “başmakale” ya da “başyazı”ya karşın “ön söz” yazılsın?
g) “Milletlerarası” ile “millet vekili” birbirine ters düşmüyor mu?
h) Peki “Bitpazarı” ile “bit otu”na ne demeli?
ı) “Baldırıkara”, “karagöz”, “karakuş” yazılırsa, “kara baldır”, “kara dul”, “kara baş” gibi yazımlar yanlış sayılmalı.
i) “Akbaş” ile “ak su”, “ak balık” aynı sözlükte yer alıyorsa bir yanlışlık var demektir.
j) “borazancıbaşı” ile “ay başı” bir başka çelişki örneği.
Bu örnekleri daha da çoğaltmak olanaklı. Burada bitişik yazım konusunda belli bir yol izlenmeye çalışılmış gibi. Örneğin belirtileni “-en” ya da “-er” ekiyle yapılan sözcükler, belirtenle bitişik yazılmıştır. “-er” ekiyle yapılan ve bizce bitişik yazılması gereken “uyur gezer”in neden ayrı yazıldığıysa belli değil. Belirtenle belirtilenin eylem kökünden gelmesiyse neden, bu bir gerekçe olamaz bizce.
Yeni dilcilerin çıkardığı “İmlâ Kılavuzu”nun “Gözden geçirilmiş yeni baskı”sında (1988) benzetme yoluyla nesnelere ad olan sözcüklerin bitişik yazılması gerektiği belirtilmiş ve örnek olarak “aslanağzı” (bir çiçek), “danaburnu” (bir kurt), “devetabanı” (bir bitki), “hanımeli” (bir çiçek), “keçiboynuzu” (bir ağaç), “kadıntuzluğu” (bir bitki), “kadıngöbeği” (bir tatlı), “katırtırnağı” (bir bitki), “tekesakalı” (bir bitki) verilmiştir. Oysa yine kendilerinin hazırladığı “Türkçe Sözlük”te (1988) “deve tabanı”, “keçi boynuzu”, “teke sakalı” gibi yazımlar benimsenmiş· Ayrıca “hanımeli”, “kadıngöbeği”, “katırtırnağı” benzetme yoluyla bir nesneye ad olmuşlarsa ayrı yazılmasını yeğledikleri “hanım parmağı” (bir çeşit tatlı), “hanım göbeği” (hamur tatlısı), “keçi memesi” (bir üzüm türü) aynı özelliği taşımıyor mu? İkisi de bir tatlı türünü gösteren “kadıngöbeği” ile “hanım göbeği”nin değişik yazımlan içine düşülen çelişkinin doruk noktasını oluşturmaktadır.
Bu tutarsızlıklara sayısız örnekler verilebilir. Aynı “İmlâ Kılavuzu”nda (s. 19) “Birleştirmelerde kullanılan kelimeler yeni bir kavramı karşılarlar ancak birleştirmede yer alan her kelime kendi eski anlamını saklamış olabilir. Bu tür birleşik kelimeler ayrı yazılır.” deniliyor. Şimdi soralım : “tereyağı”, “sigaraböreği”, “taşyağı”, “kuş üzümü” (bir üzüm türü), “kuş otu” (bir bitki), “kuş sütü” (bulunmaz şey), “kuş dili” (sözcüklerin biçimini değiştirerek uydurulan bir tür konuşma; ayrıca bir ağaç türünü de gösterir) vb… yüzlerce örnekte “her iki kelime kendi eski anlamını saklamış” da mı ayrı yazılmış acaba? Bizce bitişik yazılması gereken “tere yağı”nın “tere”yle, “kuş üzümü”, “kuş otu” ve “kuş dili”nin “kuş”la, “taş yağı”nın “taş”la, “sigara böreği”nin “sigara”yla, “kuş sütü”nün “kuş” ya da “süt”le hiçbir ilgisi yok· Bu sözcükler benzetme sonucu gerçek anlamından başka bir anlamda kullanılmıştır. Benzetme söz konusu olunca sözcüklerin bitìşik yazılması gerekmiyor muydu?
Şimdi bu noktayı tersinden ele alalım. “Her iki kelime kendi eski anlamını saklamış"sa ayrı yazılmalıydı hani? Peki, doğru yazıldığını kabul ettiğimiz “basınçölçer” (barometre), “ısıölçer” (kalorimetre), “ısıdenetir” (termostat), “ısıveren” (ekzotermik), “başasistan” ve daha nice sözcük ayrı yazılmamalı mıydı bu kurala göre? “Öçer”, “denetir”, “veren” sözcüklerinin sözlükte birer madde olarak yer almaması neden olarak gösterilecekse o zaman “uyur gezer”, “tüme varım”, “tümden gelim”in de bitişik yazılması gerektiğini, çünkü sözlükte “gezer”, “gelim”, “varım” diye maddeler bulunmadığını anımsatalım.
Yine “İmlâ Kılavuzu”nda (s. 19) “ev”, “ocak” ve “yurt” gibi sözcüklerle kurulan adların ayrı yazılması gerektiği vurgulanmış ve “bakım evi”, “aş evi”, “yayın evi”, “ordu evi”, “aş ocağı”, “sağlık yurdu” gibi örnekler verilmiş. Bizce bunların ayrı yazılmasını gerektiren bir kural yok. Tersine, tek bir nesneye ad oldukları için bitişik yazılmaları gerekir : “Orduevi”, “yayınevi”, “doğumevi”, “aşevi”, “sağlıkyurdu” gibi. “Yurt” ve “ocak” ile yapılan sözcükler birleşince çok uzunmuş gibi göründükleri için başlangıçta yadırganabilir. Ancak zamanla hem gözümüz hem de bilincimiz buna alışacak, bu gelişmeyi benimseyecektir. Çünkü “dilde birleşme süreci, düşüncenin, bilincin gelişme düzeyíne bağlı, zorunluktan doğan” bir gelişmedir.
Özetleyecek olursak eski dilcilere bir tepki olarak yeni dilcilerce hazırlanan “İmlâ Kılavuzu” ile “Türkçe Sözlük”te, açık seçik ve tutarlı kurallara bağlı kalmaksızın sözcüklerin elverdiğince bitişik yazılmamasına özen gösterilmiş, böylece birçok çelişkiye düşülmüştür. Her ne kadar Hasan Eren bitişik yazım kurallarından söz ediyorsa da Mertol Tulum konuyla ilgili yazısında “Birleşik kelimelerin bitişik ya da ayrı yazılması, sınırlayıcı ve kesin olmayan itibari değerlendirmelere dayanmaktadır. Böyle de olsa, bu değerlendirmeler belli ve anlaşılır ölçülere bağlanamamış olduğundan kararsızlık sürüp gitmiştir.” Demektedir. Ancak kesin kurallar yok diye her şeyi olduğu gibi benimsemek zorunda değiliz. Art düşünce olmadıkça eski dilcilerinde yeni dilcilerin de çalışmalarını kınamamalıyız. Çünkü bu tür çalışmalar bizi yeni arayışlara yöneltecek, dilimizin daha tümüyle ortaya çıkmamış varsıllıklarıyla buluşturacaktır.
Bizce Türkçenin yapısı, örneğin Almanca gibi üç ya da daha çok sözcükten oluşan birleşik sözcükler yapmak için uygun olmasa bile iki sözcükten oluşan birleşik sözcükler oluşturmaya oldukça elverişlidir. Türkçenin sözcük dağarcığını bu yolla varsıllaştırmak olanaklıdır. On dokuzuncu yüzyıldan beri nasıl yabancı kökenli sözcüklerin yerine Türkçelerinin konmasına tepki gösterildiyse ve daha gösteriliyorsa birleşik sözcükler de başlangıçta yadırganacak ancak zamanla “yapıt”, “varsayım”, “uzay” ve daha nice Onbinlerce sözcük gibi tutacaktır, benimsenecektir.
Sözcüklerin bitişik yazılması konusunda aşağıdaki ilkeler benimsenebilir:
a) Yer adları bitişik yazılmalıdır. Buna göre “Gazi Antep” değil, “Gaziantep”; “Şanlı Urfa” degil “Şanlıurfa” yazılmalıdır.
b) Rakamlar yazıyla yazıldığı zaman bitişik yazılmalıdır : “On bir” değil “onbir”, “bin dokuz yüz yetmiş beş” değil “bindokuzyüzyetmişbeş” gibi” Çünkü bunlar hem tek birer sayıyı göstermekte hem de bütünü oluşturan parçalar görsel açıdan dağınık bir görüntü vermekte ve sayının nerede bittiğinin belirlenmesinde güçlük çekilmektedir. Böylece kavramak zorlaşmaktadır.
c) Anlambilimsel etkenler bitişik yazım konusunda göz önünde bulundurulması gereken en önemli ölçüttür. Aralarında anlam bütünlüğü olan ve tek bir kavramı gösteren sözcükler bitişik yazılmalıdır. Öyleyse “unutma beni”, “beş parmak otu”, “ön söz” ... bitişik yazılmalıdır. “unutmabeni”, “beşparmakotu”, “imambayıldı”, “atardamar”, “uçaksavar”, “akaryakıt”, “önsöz” yeğlenmelidir.
ç) Anlambilimsel özelliklerden olduğu gibi, biçim bilimsel özelliklerden de bu konuda yararlanılabilir. Örneğin tek seslemli (heceli) belirtenler, ek almış olsalar bile belirtilenle bitişik yazılabilir: “tümbaşkalaşma”, “tümbaşlılar”, “tümevarım”. Buna tek seslemli belirtilenlerle ek almış biçimleri de dahil edilebilir: “yabancıdıl”, “diliçi”, “dildışı”, “bilinçaltı” gibi.
d) Bilindiği üzere, Türkçede önek yoktur ancak önek özelliği taşıyan (Praefixoid) ve genellikle tek seslemli olan sözcükler vardır. Tarihsel açıdan incelendiğinde, öneklerin bağımsız biçimbirimlerden oluştuğu görülür. Bunlar zamanla daha genel bir anlam kazanır ve soyutlaşır. Türkçeden örnek vermek gerekirse “Koşullar elvermiyor.” ile “Ayşe elini vermiyor.” tümcelerindeki “el” çok farklıdır. Birinci tümcedeki “el” düz anlamını yitirmiş, soyutlanmış, öneke dönüşmüştür. İkinci tümcenin “el”iyse “vermek” eyleminin bir tamlamasıdır (Aktant). İşte önek niteliği taşıyan bu tür sözcükler, seslem (hece) sayılarına bakılmaksızın bitişik yazılmalıdır : “önsöz”, “önkoşul”, “önkoşmak”, “önyıkamak”, “önsezmek”, “önsezi”, “varolmak”, “varsayım”, “varsaymak”, “ilkokul”, “ilköğretim”, “altyapı”, “üst-geçit”, “yananlam”, “özeleştiri”, “özgeçmiş”, “özsaygı”, “çokeşlilik”, "sözdizimsel", "soykırım”, “soyadı”, “sonbahar”, “sonses”, “ortaöğretim”, “ortadirek”, “0rtadoğu”, “yüksekokul”, “yükseköğretim”, “aratümce”, “eşdeğer”, “eşgüdüm” gibi. Buna göre bu ulamın zamanla Türkçede de çok gelişeceğini ve Türkçeye bu yolla sayısız sözcük kazandırılabileceğini düşünmek aşırı bir iyimserlik olmasa gerek.
e) Birleşik yazımın anlam ayırıcı özelliği de olabilir: “Dil bilgisi” (Sprachkerıntnis, Sprachwissen), “dilbilgisi” (Grammatik), “çok anlamlı” (vielsagend), “çokanlamlı” (polysem), “açık göz” (offenes Auge), “açıkgöz” (schlau, klug), “hasta bakıcı” (kranker Pfleger), “hastabakıcı” (Krankenpfleger).
Bunlar kesin kural değil tartışıya açık önerilerdir.
Sonuç olarak Türkçeyi varsıllaştırmak ve ona bilimsellik kazandırmak zorundayız. Bu, ancak yeri kavramları, yeni düşünceleri, ya da karşılığı olmadığını sandığımız yabancı sözcükleri karşılayacak yeni sözcüklerin türetilmesiyle olanaklıdır. Türkçe kesinlikle yoksul bir dil değildir. Herhangi bir dilde sözlü ya da yazılı olarak anlatılan her şey, Türkçede de anlatılabilir. Türkçenin anlatım gücünü yetersiz bulanlar, bilerek ya da bilmeyerek Türkçenin gelişimine çeşitli yollarla engel olmuş kişilerdir. Dilde tutucu olmamak gerekir. Çünkü dilde tutuculuk, dili havasızlıktan boğmak demektir. Dilin gelişmesine yapay yollarla ve tutarsız gerekçelerle engel olunmamalıdır. Dile politik açıdan değil bilimsel açıdan bakılmalıdır. Dilin gelişmesine engel olunmak istense bile, başarılamaz; gelişme ancak geciktirilebilir. En açık örnek Ebuzziya Tevfik'tir. Bugün Türkçenin Türkçeleştirilmesine karşı çıkanlar Ebuzziya Tevfik döneminde yaşasalardı, büyük olasılıkla onun gibi düşüneceklerdi. Sanırım Arapça sözcüklerin yerine Türkçelerini koyanların dilini kesmekten söz eden Tevfik günümüzde yaşasaydı, herkesten önce kendi dilini kesmek zorunda kalacaktı.
Birleşik sözcükler konusuna gelince; bitişik yazımın Türkçenin yapısına aykırı olduğunu savunarak bu sözcük yapım yolunu tıkamaya çalışmak doğru değildir. Türkçede önek ulamının gelişip gerçek anlamda oluşması, bitişik yazım yolunun açık tutulmasına bağlıdır. Bitişik yazım konusunda yararlanılacak temel etken “anlam” olmalıdır. Anlambilimsel ölçütlerin herkesçe anlaşılmaması doğaldır. Bunu dille ilgilenenlerin bilmesi yeterlidir. Kaldı ki bir kişiye “ön” ile “söz” sözcüklerinin anlam bütünlüğü taşıdıkları ve yalnız bir kavramı karşıladıkları için bitişik yazılmaları gerektiğini açıklamak, Türkçenin yapısına ya da kişiliğine aykırı olduğu için ayrı yazılmaları gerektiğini savunarak açıklamaya çalışmaktan daha zordur. Çünkü “anlam bütünlüğü” ile “yalnız bir kavramı karşılamak”, “dilin yapısı” ya da “dilin kişiliği” kadar buyrultusal değerlendirmelere açık değildir. Nitekim yeni dilcilere göre Türkçenin yapısı sözcüklerin bitişik yazılmasına pek uygun değildir, eski dilcilere göreyse uydundur.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
14 Ekim 2006       Mesaj #3
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
ÖZ TÜRKÇE NEDİR?
Öz Türkçe, Türkçe düşüncedir. Nice yüzyıllar, gökle yer arasında çağlarının en ileri el ulaklarını kullanarak doğudan batıya, batıdan doğuya koşup akan Türk Ulusu'nun beyni durgun olabilir miydi? Beyin durmayıp işleyince onun verimi de düşünceden başka ne olabilirdi?
Bence Atatürk dil değişiminin anlattığı en büyük gerçeklik işte budur: Beyni işletmek, düşünmek.
Atam oğlu düşündü mü kımıldamaksızın duramaz. Her düşünce, bir kımıldamadır. Öz Türkçe, Türk beynindeki kımıldamanın sesidir. Dil değişimi; deniz, toprak, dağ, ağaç gibi kişi yapısı olmayan varlıklardan en yeni kurumlara, en ileri yapılara dek bütün varlığa Türk Ulusu'nun gözünü, gönlünü açmaktır.
Öz Türkçeyi varsın üç beş eskici anlamasın, anlamak istemesin. Biz milyonluk ulusla konuşmak, onunla anlaşmak istiyoruz. Ona "Uyan, iyi yaşa. Eski Türk ataların gibi güçlü ol. Alacağını kimde olursa al. Vereceğini bil. Kimseden korkma. Kendini tanı. Büyüğünü, küçüğünü tanı. Sana iyilik edenleri başında tut. Kötülük edenleri yere vur!..." diye haykıracağız.Bunları ona, hangi dille söylebilirdik; “Zat-i Âliniz” mi, yoksa “Bendeniz” mi diyerek?
Öz Türkçe, ulusun birbiriyle anlaşmasının sesidir. Kara budunun bize söyleyeceği, bizim ona söyleyeceklerimiz var. Ulus işlerini yüklenmiş olanlar ulusa anlaşılır bir dille düşünüp söylemezlerse ulusalcılık bir kuru sözden özge ne olabilir?
Varsın Arapçalı, Farsçalı sözlerden ayrılmak istemeyen üç beş bağımlı Osmanlıca ile (haşr) olsun. Biz Sadabad bahçelerinden arta kalmış bülbüllerin sesini değil yaşamak isteyen bir yığının dilek haykırışını duymak, can kulağımızı onun bağrı üstüne koymak istiyoruz. Ancak ondan aldığımız duygulardan ulusal bir deyiş çıkacak. Biz onu yazmak, onu söylemek kaygısındayız.
Dil değişimine inananlar, ona yürekten katılanlar; evimizde oturup düzgün uyaklı, Nedim ağzından gazeller yazarak kendimizi ve iki üç bağımlıyı eğlendirmek hevesinde değiliz. Bizim bütün düşüncemiz, derisi katılaşmış eline sapanını tutan, çatlak topuklu, çorapsız ayağıyla Türk topraklarının göbeğine basan yurttaşlarımızın dediğini anlamak, istediğini yapmak, yapmasını istediğimizi ona kolayca anlatmaktır.
İşte öz Türkçe, bu kaygıları, bu dilekleri, bu ülküleri anlatan; bu kaygılarda, bu dileklerde, bu ülkede ulusun anlaşmasına yarayan bir dildir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Mayıs 2008       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
(Türkiye Cumhuriyeti) Türk Dil Kurumu sözlüğünde “ana dil” için şu tanımlama yapılıyor: “Başka diller veya lehçeler türetmiş olan dil.” Bu tanımlama dil bilimi açısından yapılmış bir tanımlamadır. Günlük hayattaki “ana dil” ise “annemizden öğrenmiş olduğumuz dil” anlamında kullanılmaktadır.

Bu iki tanımlama farklılığı dolayısı ile birçok tartışma olmaktadır. Bu tartışmalarda genelde eleştiren, hücum eden taraf Türkiye Türkleri’nden birileridir. Türk topluluklarının kimlik adları tartışmasında olduğu gibi burada da haddini aşan dayatmalar ile karşı karşıya kalınmaktadır. Kimlik adı tartışmasını biraz hatırlatırsak, Türkiye dışındaki Türk topluluklarının kimlik adları için “coğrafi ad + Türkleri” tamlaması “münasip görülmektedir”. Bazı dayatmalar öyle dereceye varıyor ki Kırgız, Kazah, Uygur, Tatar… vs. gibi belli bir coğrafik yer adı tanımlamayan şüphesiz ki Türk adları olan bu kelimelerin tek başlarına kullanılmasına karşı çıkılmaktadır. Hele ki kimlik adı konusunda eleştirilen Türk topluluğunun devleti yoksa vay haline! Garibanlarımın kimlik adları konusundaki iradelerini savunacak diplomatik kurumları da yok. Bariz bir şekilde bu Türk adları tarihten göz göre göre silinmek istenilmektedir. Bu hareketle günümüzde ve tarihte o kimlik adı ile var olmuş topluluğu soykırıma uğratmaktan farklı bir şey yapılmıyor. Ha adını silmişsiniz ha halkın kendisini…
Türkiye’de, Türkiye dışındaki Türkleri anlayabilecek ve buna göre hareket edebilecek adamlarının son derece az oluşunu son derece doğal buluyorum. Atatürk’ün Türkiye’ye bıraktığı Türklük ideolojisi mirasının bu kadarının kalmış olduğuna da şükretmeli belki de. Türkiye dışındaki Türklerle işbirliği içersinde olan camiada kimin kim olduğunu bilen dostlarımız, kimlerin hakikaten daha cana yakın, samimi, içten, anlayışlı olduğunu bilirler. Bu kişilerin bu başarıyı nasıl yakaladıklarını merak eden oldu mu? Onlar her zaman “bizden biri” olmuşlardır.
Peki geriye kalanlar? Onlar ki ülkelerinin adı Türkiye diye Türklüğün merkezini Türkiye sananlar… Onlar ki Türkiye’nin topraklarını kutsallaştırıp tüm Türklüğün anavatanını Türkiye yapanlar… Onlar ki Türkçeyi sadece Türkiye Türkçesi’ne hapsedenler… Onlar ki Türkçülüğü sloganlarla ancak yaşayabilenler… Hiç şaşırmıyorum… Milli Tarih, Milli Coğrafya, Türkçe derslerini sadece Türkiye ekseninde okuyan sıradan insanlardan daha fazlasını beklemek, bundan dolayı da onları suçlamak haksızlık olur.
Türkiye dışındaki Türklerle daima problemi olan “düşünürlerimiz” kendi arkalarının sağlam olduğunu, Türklükle, Türkçe ile alakalı herkangi bir adlandırma konusunda daima haklı olduklarını düşünüyorlar. Ne de olsa devletlerinin adı Türkiye, vatandaşlarının adı Türk, edebi dilin adı Türkçe…
Başka Türk topluluğundan birisi kendi halkı için “millet”, konuştuğu dil için “dil” derse bizim bazı Türkiye Türkleri hemen savaş boyalarını sürüp ortaya çıkarlar. Vay Türklük elden gidiyor, Türklük parçalanıyor!!!… Hemen siyaset, soybilim ve dilbilim lügat bilgileri ortaya serilir… Akıllarınca başka bir Türk topluluğunun “millet” sınıfına terfi etmesine mani olurlar. Peki onların düşüncesi boyunca Türkiye Türkleri ne hakla millet sınıfına terfi etti? Türkiye’de millet sözü çok kullanılır ve neredeyse hiçbir zaman geniş anlamda Türklük kastedilmez. Türkiye Türkçesi ne zaman lehçe olmaktan dil sınıfına terfi etti? Ders kitaplarının adlarına bakınız: Türkçe, Türk Dili… Bu kitaplarının içersinde Türkiye Türkçesi dışındaki lehçeler de öğretilse bu tanımlama geçerli olacak, ama Türkiye’de diğer lehçeler milli bir değer taşımıyorlar ki!? Türklüğün yılmaz savunucuları, doğru sözcükleri belirleme ve kullanma kılavuzu dostlarımız kendi ülkelerindeki büyük çarpıklıkları görmüyorlar da dışardaki birisinin annesinden öğrendiği dil için “ana dil” demesini esefle karşılıyorlar.
Türk milleti olarak uzun bir süre ayrı yaşadık. Bu tip tartışmaların olması son derece doğaldır. Dil ve millet tartışmaları, ortak bir edebi dil ve birleştirici bir siyasi kimlik meydana gelinceye kadar devam edecektir. Hatta ondan sonra da “enternasyonalist” düşünce ile tartışmalar sürüp gidecek.
Türkiye Türkü dostlarımıza dil ve millet konularında önce iğneyi kendilerine çuvaldızı başkalarına batırmayı denemelerini tavsiye ederim. Aksi halde yarar değil zarar getirirler. Türkiye’de yaşamış
kökü dışarıda olan birisi olarak Türkiye’deki bazı kişilerin hangi fikirsel altyapıda yetiştiklerini bildiğim için benim açımdan pek bir zararı yok. Ancak Türkiye’yi ve bu kişileri bilmeyen Türk kardeşlerimiz bu tip dayatmalara her zaman tepki göstereceklerdir. Bu da birliğe malesef çok zarar verecektir.

Benzer Konular

17 Mayıs 2007 / ekaraot Sosyal Ağlar
30 Temmuz 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
20 Ocak 2013 / Ziyaretçi Soru-Cevap