Ziyaretçi
Musevi Türkler
Musevilik’i kabul eden tek Türk kavmi Hazarlar’dır. Bunu söylerken tabii ki Musevilik’in çok büyük bir olasılıkla siyasal amaçlarla kullanılmak için benimsendiğini belirtmeden geçemeyeceğiz. Zaten saray yöneticileri tarafından kabul edilen bu yeni din halkı hiç bağlamadı. Onlar yine eski şaman geleneklerini sürdürerek yaşamaya devam etti.
Sponsorlu Bağlantılar
“Bir uygarlık cilasına sahip olanların tümü tarafından sadece resmi din terk edildi. Ama bu, -Müslümanlığı kabul etmeden önce- her zaman yeni dinlere sürüklenmiş olan Türkler’e özgü bir özellik değildi. Bununla birlikte yaptıkları seçim yine de şaşırtıcıydı: Musevilik’i kabul ettiler. Uzun süre, anlamı apaçık bazı Arapça metinler umursanmayarak, Hazarlar, Musevi bir halk yapılmak istendi: ‘The History of The Jexish Khazars’, Batılılar’dan, onların tarihini yazmış başlıca kişi olan Dunlop’un kitabının adı budur. Ama anlaşılan bu dini sadece yönetici sınıf kabul etmiştir ve bu olayın tarihi de tartışmalıdır. İbrani kaynakları, söz konusu olayın tarihini 8. yüzyılın ilk on yıllarına kadar geri götürmek eğilimindedir. Öte yandan, büyük tarihçi Mesudi (öl.956-957) ise söz konusu olayın Halife Harun-ür Reşid devrinde cereyan etmiş olması gerektiğini öne sürmektedir ki bu daha akla yakın görünmektedir. IX. yüzyılın ortasında Hıristiyanlığı kabul ettirmek için Hazarlar’a, Bizanslılar tarafından Aziz Kiril gönderilmiş olduğuna göre (851-863), anlaşılan, tüm dini inançları götürenlerin önünde büyük olanaklar vardı. Aziz Kiril, Türkler’in din adamlarına gösterdikleri tüm saygıyla karşılandı ve hükümdarın masasında bazı hahamlarla ilahiyat tartışmaları yapmak olanağını buldu. Bu duruma layık olduğu önemi vermek gerekir; çünkü böyle bir olayla ilk olarak karşılaşıyoruz. Ama bu olay, hiç de çeşitli din inançları arasındaki kendiliğinden yad da düzenlenmiş tartışmaların bir ilk ve en yetkin örneği değildir ve tarihte bu konuda daha birçok örnek bulunabilir. Hazar ülkesinin genel ya da özellikle şu ya da bu dönemdeki dini statüsünün ne olduğunu ve orada Yahudi dininin gördüğü ilginin derecesini bilmek olanağı yoktur. İmparator Romanos I Lekapenos’un (919-944) Yahudiler’e zulmetmesi, birçok Yahudi’nin Hazar ülkesine sığınmasına yol açtı. Bunun, orada önceden bulunan Yahudi topluluğunun gücünü artırmış olması gerekir. Ama Sicilya’da yaşamış coğrafyacı İdrisi’nin (ölümü 1166) de belirttiği gibi, çok hoşgörülü olan ve anlaşılan herkesin düşüncelerini büyük bir özgürlükle açıkladığı Hazar toplumunda, ister Musevilik, ister başka bir din olsun, hiçbir zaman bir devlet dini olarak görülmemiştir. İbn-i Rüşd’e göre (10.yy.) Hazar hükümdarı Musevi idi ama halkı öbür Türkler’in dinine inanmayı sürdürüyordu ve zaten büyük olasılıkla, halk yığınları Şamanizmi hiçbir zaman unutmamışlardı. Mesudi’ye göre Musevilik baskın dindi ve yedi yargıç vardı; iki Müslümanlar, iki Hıristiyanlar, iki Yahudiler için ve bir tane de Hıristiyan olmayan Ruslar, Slavlar ve diğerleri için. Böylece kendini ortaya koymuş olan üç din arasındaki eşitlik, biçimsel ya da formalite gereği mi, yoksa bu dinleri benimseyenlerin sayılarının eşit olmasının sonucu muydu, bilinmiyor. Bu arada, Müslümanlığın rakibi öbür iki büyük dine oranla, özellikle 9.yüzyılda büyük bir gelişme göstermiş olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin Müslümanlığı, kuşkusuz taktik gereği kabul etmiş bir kağandan söz edilmektedir. Böyle bir bağlamda ise, bir çeşit dini kayıtsızlık ya da daha çok, duygular gevşek olmadığı için, bir çeşit Bağdaştırmacılık (Senkretizm) gelişmiş olmalıdır. Zaten bununla ilgili olarak, Dağıstan’da bir Hazar hükümdarının aynı anda üç büyük dinin birden propagandasını yaptığı anlatılır. Sadece Araplar’ın seferleri, karışıklığa, hatta bazan bu seferler sırasındaki davranışlarına tepki olarak bir caminin ateşe verilmesine ya da bazı başka şiddet gösterilerine yol açıyordu. Türkçe konuşan ve sayıları yirmi bin kadar olan özellikle Polonya ve Kırım’a yerleşmiş, bugün ise aralardan göç etmiş Karaimler ya da Karaitler’in, Hazarlar’ın soyundan geldikleri genellikle kabul edilmez. Dolayısıyla, demek ki Batı Türk dünyasının Musevilikle bazı başka ilişkileri de olmuş ve Museviliği benimsemeye pek elverişli görünmüş olması olanaksız değildir.”J. P. Roux, Türkler’in Tarihi, S.82-83
“Hazar Kağanlığı’nın önemli bir özelliği, kağanlıkta tam bir din hoşgörüsünün hüküm sürmesiydi. Hazar Halkı’nın büyük kısmı şamanlığa mensup olup, eski Türk dinini devam ettirmişlerdi. Fakat üst tabaka, kağan, beyler ve saray erkanı Yahudi dinindeydiler. İslamiyet de yaygındı. Bilhassa tüccar zümresinin Müslüman olduğu bilinir. Hıristiyanlar da az değildi. Hazar kağanlığı’nın tarihinde Hazar üst tabakası, yani kağan ve etrafındakilerin Yahudiliği kabul etmiş olması dikkat çekicidir. Hazarlar’ın üst tabakasanının Museviliği kabul ederken, siyasi düşünceyle hareket temiş olmaları akla çok yakındır. Komşuları olan Bizans’ın Hıristiyanlığı ve diğer büyük komşusu Abbasiler’in Müslümanlığı karşısında, Hazar beylerinin, büyük dinlerden üçüncüsü olan Museviliği benimsemekle, Bizans ve Abbasiler’in siyasi nüfuzlarından uzak kalacaklarını düşünmüş olmaları mümkündür. Aynı Hazarlar gibi, Bulgarlar da komşusu Ruslar’ın nüfuzundan uzak kalıp, bağımsız yaşamak için, Müslümanlığı kendiliğinden siyasi amaç gereği kabul etmişlerdir. Abbasiler nasıl olsa uzaktı… Ama bunun sonu… Tatarlar (Yazar Bulgarlar demek istiyor.), Hıristiyanlığa karşı bir dinde oldukları için Korkunç İvan tarafından acımasız bir şekilde cezalandırılacaktır. … Hazar Devleti’nde yaşatılan inançların farklılığı kadar, bu devlette yaşayan insanların mensup olduğu boylar da farklıydı.: Uygur, Hazar, Bulgar, Peçenekler. İstanbul’u kuşatan Arap ordusuna karşı Bizans, Hazarlar’dan yardım istemiştir (718). Bizans’ın yardımına koşan Hazarlar, Araplar’ın hıncını üzerine çekmişti. Arap-Hazar düşmanlığı hiç eksilmemiştir. Hıristiyan Bizans’la Müslüman Araplar’ın Museviler’e karşı yaptıklarını, Hazar hanları karşılıksız bırakmamış, bir ara, İtil’deki camiin minaresini yıktırarak müezzinini öldürtmüştür. Seyid İbn Emir el-Haraşi, Maslama ve Mervan bin Muhammed adlı Arap komutanlarının başında bulunduğu Arap ordusu, 8.yüzyılın başlarında Hazarlar’a karşı bütün şiddetiyle saldırıya geçer. Hazar kağanını Müslümanlığa zorlar. Fakat, Arap yayılmacılığına, hilesine, zalimliğine karşı direnen Hazarlar, İslam’ı kabul etmemekle beraber, Doğu Avrupa’yı bu Arap vahşetinden korumuştur. … Hıristiyan Bizans’ın Hıristiyan Rus ile birleşip, güvenilir müttefiki olan Musevi Hazarlar’a saldırmasının din farkından kaynaklandığı şüphesizdir. Çoğu zaman inanç sorunu, çıkar kaygılarını unutturabilir. Çünkü inanç farkı, insanlar ve toplumlar arasındaki barışmaz en derin düşmanlığı doğuran tek amildir. Dinler veya dine benzer değişmez inançlar, insanlığı her zaman kavgalara, huzursuzluklara sürüklemiştir.”
Tevrat'a inanan Türkler onlar...
Cumhurbaşkanlığı forsundaki yedinci yıldızın simgelediği bir Türk kağanlığının, Ortaçağ'ın karanlık ufuklarında bir yıldız gibi parlayan Hazarların torunları… Dini kimliklerini Musevilikte, milli kimliklerini ise Türk köklerinde arıyorlar. Türkçe konuşuyor, Türkçe dua ediyor; Yahudilerden farklı olarak Talmud'u değil, Tevrat'ı okuyorlar. Kırım ve Litvanya'da sayıları artık yüzlerle ifade edilen, yok olmanın eşiğinde bir topluluk Karaylar.
Tüm tartışmalara son noktayı koymak ister gibi konuştu. Sanki binyılların hak iddia eden bütün kavimlerine meydan okuyordu. Sessiz bir haykırış gizliydi sözlerinde. Kıbleye dönük vücudunu ayin için toplanan kalabalığa yavaşça çevirdi hazan ve başıyla onları selamlarken konuştu: 'Şalom cemaat.' Kendi dini de dahil olmak üzere kitaplı tüm dinlere nispet yaparcasına devam etti: 'Tengri üstümüzdeki güneşi, altımızdaki topraktan eksik etmesin.'
Hazanın o cumartesi ayininde okudukları, kitaplı üç dinden de nasibini almaya yeterdi cemaatin. Oysa, konuşulanlara Orta Asya Türk geleneğinden kavramlar da ekleniyor ve Tanrı'yla sohbet heteredoks bir zemine yayılıyordu. Üstüne üstlük, kullanılan dil bir süre sonra yerini Rusçaya bıraktı. Artık hissetmek ve seyretmek dinlemekten daha kolaydı.
Kenasaya girerken ayakkabılarımızı çıkardık. Kadınlar gibi erkeklerin de başlarını örtmeleri gerektiğini bilmiyordum. Portmantoda asılı fazladan bir kalpak imdadıma yetişti ve bu sayede uyulması şart bu katı kuralı yerine getirmiş oldum. İçeride yerler halı kaplıydı. Yüzleri kıbleye dönüktü; sinagog ve kiliselerdeki gibi doğuya değil, camilerdeki gibi Mekke'ye doğruydu. Oysa oturduğumuz banklar ve kenasanın iç düzeni kiliseyi andırıyordu. Hanımlar ise ayine sinagog ve camilerdeki gibi, üst kattaki kafesli balkondan katılıyorlardı.
Yaklaşık bir saat süren ayinin ardından kenasanın müze gibi bahçesinde yürüyüşe çıktık. Benimle birlikte, o hafta sonu Polonya ve Volga kıyılarından Kırım'ı ziyarete gelen Karaimler de vardı. İbrani alfabesi ile yazılmış taş kabartmalar, Karay tarihine ait hikâyeleri saklıyordu kıvrımlarında. Çoğumuz, üç aşağı beş yukarı Türkçe biliyorduk ama hiçbirimiz İbrani alfabesini okuyamadığımızdan, hazanın Rusça yaptığı açıklamalarla yetiniyorduk. Daha sonraki bir söyleşide, İbrani alfabesinin eski dönemlerde sadece dini konularda kullanıldığını öğreniyorum. Onun dışında halk, Latin ya da Kiril alfabelerini yaşadığı coğrafyaya ve zamana göre kullanmış. Zamanla da İbrani alfabesi unutulmuş.
Ama Hazarlar, bilinen Yahudiliğin ötesinde bir yol seçtiler. Tevrat'a bağlı farklı bir yol aradılar. Sekizinci yüzyılın sonlarında Tevrat'ın yorumları yerine Tevrat'ın kendisini okumaya yönelik yeni bir akım başlattılar. Bu akım Hazar halkını çevresinde topladı. Bu hiçbirine ait olmama ve hepsine ait olma hali onları savaşan inançlar arasında kısa sürede eritti ve Hazar İmparatorluğu, sadece Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Forsu'ndaki yıldızlardan biri olarak kalana ve birçok tarihçinin ve dilbilimcinin sonsuz hipotezlerine dönüşene dek yok oldu. Bugün, Kafkas Dağları'nın yükseklerinde kimliğini koruyabilmiş birkaç topluluğun olduğunu biliyoruz.
'Kara, İbranice ya da Arapça okumak (kraat) kökünden geliyor' diye söze giriyor Anna'nın ablası Mariola. 'Kuran kelimesi de aynı köktendir. Kara okuyup, okuduğunu düşünen kişi demektir, im eki ise İbranice erkek çoğul ekidir. Dolayısıyla bu inanca bağlı kişilere Karaim deniyor. Karaim kelimesinin Türkçeye tercümesi Karaylardır. İngilizcesi ise Karaittir.' Hazan araya girerek aradaki farkı anlatmak istiyor. 'Halkın adı Karaylar, inancı ise Karaim'dir.' Aslında aynı kelimenin Türkçe ve İbranice versiyonlarına yüklenen sorumlulukla Türk ama Tevrat inancında olduğunu vurguluyordu hazan. Dini kimliklerini Musevilikte, milli kimliklerini ise Türk köklerinde arayan bir topluluk Karaylar.
Gözleve'deki (Yevpatoriya) kenasadan birkaç saat uzaklıktaki Çufutkale, bir hafta boyunca Litvanya, Polonya, Kırım ve Rusya'nın bazı bölgelerine tek tük dağılmış Anna gibi Karaylara ev sahipliği yapacak. Karayların bölgede en güçlü oldukları döneme tarihleniyor bu kale. Her yıl bir haftalığına burada toplanan Karaylar, hac yolculuğuna çıkmış gibi mutlular. Eskiden Sovyetler Birliği içindeyken, şimdi ya bağımsız ya da özerk cumhuriyetlere dönüşmüş ülkelerden gelen Karaylar gruplar halinde dolaşıyor ve kimseye aldırış etmeden eğleniyor, birbirlerini tanımaya çalışıyorlar. Kırım Karayları Derneği Başkanı Profesör Yuri Polkanov'un sorumluluğunda gerçekleştirilen kazılar ise hâlâ devam ediyor kalede.
Trakay'dayım işte. Litvanya Karaylarının yurdunda. Yine bir cumartesi. Uzun geçen yazın ardından hava hızla soğumaya başladı. Yazın sonbahara dönüşüyle birlikte yeni bir zirai yıl başlıyor Litvanya'da. Henüz on gün önce tarım mevsimi ile birlikte girilen yeni yılı kutladı Karaylar. Bugün ise 'boşaltı' yani, 'günahların affedilme günü'. Bütün gün boyunca oruç tutan cemaat, kenasada dua ediyor ve günahlarının affedilmesi için Tanrı'ya yalvarıyor. Katolik âdetlerin aksine, Karaylarda günahların papaz tarafından değil sadece Tanrı tarafından affolunduğuna inanılıyor. Bu yüzden kimse günahlarını dile getirmiyor.
Burada okunan tüm dualar Karay Dili'nde. Ellerdeki kitabın kapağında 'Karaj Dınlılıarnın Jalbarmach Jergıalıarı' yazıyor. Yani, 'Karay Dinlilerinin Yalvarma Yazıları'. İçindekiler ise, Tevrat'tan aynen alınan ve Karaycaya çevrilen dualardan oluşuyor. Türk Dil Kurumu'nun, cumhuriyetin ilk yıllarındaki dilde özleşme çalışmalarıyla Türkçeye kazandırdığı arkaik sözcükler sayesinde ayini takip etmek biraz daha kolaylaşıyor. Tıpkı Kırım Tatarları, Karaçay-Balkar ve Kumuklar gibi Karaylar da Türk dil ailesinin batı Kıpçak grubunda yer alan anadilleriyle tören yapıyorlar. Artur, babasıyla birlikte dua ediyor. Onları seyrederken, inançları gereği bir gün önce anne ve babalarından ayrı ayrı af dilediklerini hatırlıyorum. Akşama doğru biten törenin ardından Artur'un babasının evine yemeğe gidiyoruz.
Büyükannenin hazırladığı kıbınlar (etli poğaçalar), şimdiye kadar yediklerim arasında en lezzetlisi. Büyükannenin Kırım'dan göçen bir gelin olması, damak lezzetini alıştığım mutfağa daha yaklaştırıyor sanırım. Litvanya ile Ukrayna arasındaki gelin alıp vermeler, bugün hâlâ ve belki de mecburen devam ediyor Trakay'da. 14. yüzyıldan bugüne kimliklerini koruyabilmiş olmalarının altında da sanırım birbirleriyle bağlarını hiç koparmamaları yatıyor. Litvan Karaylarını ana topraklardaki Kırım Karaylarıyla karşılaştırırken, bundan birkaç yüzyıl sonraki Almanyalı Türkler ile Anadolu Türklerini hayal ediyorum. 14. yüzyılın sonlarında Litvanya Dükü Vytautas, Trakay'daki şatosunu korumaları için birkaç yüz aileyi bu bölgeye yerleştirmiş. İşte baba Juchniewicz'in evi de Sovyetler döneminde el konulmayan sayılı yapılardan biri.
'Karaim tarihini anlamak, dünya tarihindeki boşlukları anlamak demektir' diyordu Artur. Bu sözü hatırlattım önce. 'Peki Karaylık ile Yahudilik arasında ne fark var?' İşte sormuştum sonunda, hem de bütün riskleri göze alarak. Yanlış anlaşılma, tarihi şaşırtan bir provokatör olarak algılanma kaygılarını taşımam gerektiğini hissediyordum. Ama içim rahattı. Niyetimin kötü olmadığını biliyordum, bu da benim tek kalkanımdı. Bu soruyu Kırım'da her sorduğumda sert çıkışlarla karşılaşmıştım. Yine de yakın döneme dek Karayların İbrani alfabesini kullanıyor olmaları, daha da önemlisi, Karay Türkçesine çevrilmiş Tevrat'a inanıyor olmaları bana bu soruyu sorma hakkını veriyordu.
'Hiçbir şey!' diye söze atladı masanın öbür tarafından Vika (Viktoriya). Beklediğim tepkiyi aldığımdan, içimin rahat olması gerekiyordu. Ama aynı anda ortamın gerilmesinden korkuyor ve ters iki duygu arasında doğru kelimeleri seçmeye çalışıyordum. 'Evet, bunu ben de biliyorum' dedim etkilenmemiş bir ifadeyle. 'Ama nasıl oluyor da Tevrat okuyorsunuz Artur?'
'Hıristiyanlar da Tevrat okumuyor mu? Katolikler de; Protestan, Ortodoks ve Baptistler de aynı kitabın kısaltılmış ya da farklı yorumlanmış versiyonlarını okuyorlar. Bu kitap Tanrı'nın kitabı. Ancak kitabın yorumu ve ibadet biçimi toplumların kültürlerine göre değişmiş.' Söylediklerini bir an için düşündüm Artur'un. Bu sözler, dine bir başka bakış açısı sunuyordu.
Artur'un anlattıkları, daha önce Karaylar hakkında röportaj yaptığım bir akademisyenin anlattıklarıyla uyuşuyordu: 'Karaizm, İS 775 yılında Yahudilikteki Rabbilerin otoritesine karşı bir akım olarak başladı. Tevrat, Tanrı'nın kitabıdır. Yahudilikte Tevrat'ın bir yorumu olan Talmut okunur. Talmut da iki bölümdür. Birinci yorumu anlamıyorsanız, yorumun yorumunu okuyun der rabbiler. Halbuki Karaizm Tanrı'nın kitabını sadece okuyanın yorumlaması gerektiğini söyler. Yorumlara meallere karşıdır.' Finli dilbilimci Tapani Harviainen ise, İbranice kelimeler üzerinde yaptığı çalışmalarla, Karayların, Tevrat'ın özünde kaldığını anlatır.
Yağmurun bitmesini beklemek faydasız. Trakay'ın geleneksel üç pencereli evlerinden birinde işletilen tek Karay lokantasının cama en yakın masasına bırakıyorum kendimi. Pencerenin hemen dışından başlayıp, ileriye doğru uzayıp giden Tatar Gölü'ne değin devam eden ağaçlar kollarını sonuna kadar göğe çevirmiş. Düşünüyorum da mevsimin en keyifli yağmuru olsa gerek. Bu yazın Litvanya'da oldukça sıcak geçtiğinden bahsediyordu göl kıyısındaki işletmenin Türk müdürü. Bu ilk yağmur haftası, uzun bir oruçtan çıkmışların bayramı gibi coşku dolu.
'Biz ilk gizli toplantılarımızı bu binada yaptık. Yıl 1988. Bu bina Trakay Belediyesi'ne aitti o zaman. Burada toplanıp şarkılar söylüyorduk. Tekrar birlikte, Karayca.' Karay cemaatinin lideri, Dr. Karina Firkaviçiüte'nin o günleri hatırlarken gözleri parlıyordu. 'Biz her zaman küçük bir cemaattik. Bir düğün olduğunda bugün de herkes düğüne katılır. O yüzden sizin anlattığınız eski düğün resimleri, cemaati geniş gösterse de doğruyu yansıtmıyor. Küçük bir topluluk olmamıza rağmen kendi kimliğimizi koruduk. Ancak Sovyet yönetimi altında en zor dönemimizi yaşadık. Her şeyden önce Sovyet döneminde din yasaktı. Evet bizim kenasa açıktı ancak cemaatten birinin ibadet için girmesi, Sibirya'ya sürülmesi demekti. Bu yüzden kimse inancını yaşayamadı. Bu durum bir bakıma Karayları dinlerinden uzaklaştırdı.
'Ayrıca Sovyet döneminde farklı bir dil konuşmak ve farklı adlar edinmek, toplumdan dışlanmak ve kötü işlerde çalışmak anlamına geliyordu. Bu yüzden bir nesil kendi dilini konuşamadı. Daha da önemlisi, aynı nesil içinde yabancılarla yapılan evlilikler var. Tüm bu sosyal baskılar, Karayların azalmasına ve kültürlerinden kopmasına neden oldu. Kırım Karayları bizden daha kötü durumdalar. Biz sadece İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Sovyet yönetimine girdik. Oysa onlar 1917'den bu yana Rusların egemenliği altında. Bugün dahi bizim kadar özgür değiller.
Kitabını imzalıyor benim için ev sahibi. 19. ve 20. yüzyıllarda askerlik yapmış Karayların hayat hikâyelerinin ve fotoğraflarının olduğu bir derleme yapmış. Üstlerdeki üniformalardan bir dağılış hikâyesini okumak mümkün. Kimi Litvanya için Ruslarla savaşmış, kimi Rus ordusunda Osmanlılarla. Kimi de Polonya formalarıyla madalyalar almış. Kim bilir, belki o fotoğraflardakilerden biri de Nurdan Teyze'nin babasıydı.
Cumhurbaşkanlığı forsundaki yedinci yıldızın simgelediği bir Türk kağanlığının, Ortaçağ'ın karanlık ufuklarında bir yıldız gibi parlayan Hazarların torunları… Dini kimliklerini Musevilikte, milli kimliklerini ise Türk köklerinde arıyorlar. Türkçe konuşuyor, Türkçe dua ediyor; Yahudilerden farklı olarak Talmud'u değil, Tevrat'ı okuyorlar. Kırım ve Litvanya'da sayıları artık yüzlerle ifade edilen, yok olmanın eşiğinde bir topluluk Karaylar.
Tüm tartışmalara son noktayı koymak ister gibi konuştu. Sanki binyılların hak iddia eden bütün kavimlerine meydan okuyordu. Sessiz bir haykırış gizliydi sözlerinde. Kıbleye dönük vücudunu ayin için toplanan kalabalığa yavaşça çevirdi hazan ve başıyla onları selamlarken konuştu: 'Şalom cemaat.' Kendi dini de dahil olmak üzere kitaplı tüm dinlere nispet yaparcasına devam etti: 'Tengri üstümüzdeki güneşi, altımızdaki topraktan eksik etmesin.'
Hazanın o cumartesi ayininde okudukları, kitaplı üç dinden de nasibini almaya yeterdi cemaatin. Oysa, konuşulanlara Orta Asya Türk geleneğinden kavramlar da ekleniyor ve Tanrı'yla sohbet heteredoks bir zemine yayılıyordu. Üstüne üstlük, kullanılan dil bir süre sonra yerini Rusçaya bıraktı. Artık hissetmek ve seyretmek dinlemekten daha kolaydı.
Kenasaya girerken ayakkabılarımızı çıkardık. Kadınlar gibi erkeklerin de başlarını örtmeleri gerektiğini bilmiyordum. Portmantoda asılı fazladan bir kalpak imdadıma yetişti ve bu sayede uyulması şart bu katı kuralı yerine getirmiş oldum. İçeride yerler halı kaplıydı. Yüzleri kıbleye dönüktü; sinagog ve kiliselerdeki gibi doğuya değil, camilerdeki gibi Mekke'ye doğruydu. Oysa oturduğumuz banklar ve kenasanın iç düzeni kiliseyi andırıyordu. Hanımlar ise ayine sinagog ve camilerdeki gibi, üst kattaki kafesli balkondan katılıyorlardı.
Yaklaşık bir saat süren ayinin ardından kenasanın müze gibi bahçesinde yürüyüşe çıktık. Benimle birlikte, o hafta sonu Polonya ve Volga kıyılarından Kırım'ı ziyarete gelen Karaimler de vardı. İbrani alfabesi ile yazılmış taş kabartmalar, Karay tarihine ait hikâyeleri saklıyordu kıvrımlarında. Çoğumuz, üç aşağı beş yukarı Türkçe biliyorduk ama hiçbirimiz İbrani alfabesini okuyamadığımızdan, hazanın Rusça yaptığı açıklamalarla yetiniyorduk. Daha sonraki bir söyleşide, İbrani alfabesinin eski dönemlerde sadece dini konularda kullanıldığını öğreniyorum. Onun dışında halk, Latin ya da Kiril alfabelerini yaşadığı coğrafyaya ve zamana göre kullanmış. Zamanla da İbrani alfabesi unutulmuş.
Litvanya'daki Karayların toplam nüfusu 280. Sayıları bir azınlık oluşturamayacak kadar az. Bu durum dayanışma duygusunu daha da güçlendiriyor. Hepsi birbirini tanıyor ve aralarındaki bağlar çok sağlam. Trakay'da komşular ve akrabalar sık sık bir araya gelip anıları tazeliyorlar.Biz, dedi Anna, 'Hazarların torunlarıyız'. Hazarlar, bugün onların adını taşıyan Hazar Denizi'nin kuzey kıyılarından Karadeniz'e uzanan, kuruluşu yedinci yüzyıla kayıtlı büyük bir Türk devletinin, Hazar Kağanlığı'nın yaratıcıları. Yaklaşık beş yüz yıl hüküm sürdükleri bu toprakların özel bir niteliği vardı. Ortaya çıkışından itibaren dev adımlarla ilerleyen ve yüz yıl içinde Kafkas Dağları'na dayanan Müslümanlık ile kuzeydeki Hıristiyanlık arasında adeta tampon bir bölgeydi. Bölgenin efendisi Hazarlar ise Şaman inanış ve geleneklerine bağlı, Türk kökenli ve Türk dilli bir halktı. Hazar Kağanı'nın Yahudi dinini seçmesi saray çevresinde ve toplumun soylu kesimlerinde bu dinin yayılmasına yol açtı. Bu dinin halk arasında ne kadar yayıldığı ise hâlâ bir muamma. Kimi araştırmacılar geniş bir yayılım gösterdiği inancındaysalar da, halkın büyük çoğunluğunun uzun süre, hatta Hazar Kağanlığı'nın yıkılışına dek Şaman kaldığı fikri daha ağır basıyor. Öte yandan, üç büyük dinin yazılı kaynakları, Hazarların kendi inançlarını seçtiğini savunuyor. Tartışmalar bir yana, kesin olan bir şey var: Yahudilik, kağan ve çevresinin bu dini seçmesiyle Hazar toplumu içinde dikkate değer ölçüde yayıldı. Bizans ve Arap topraklarındaki Yahudilerin bir kısmının da buraya göç ettiği hesaba katılırsa Hazar Kağanlığı'nın neden Yahudi niteliğiyle öne çıkan bir devlet olduğu anlaşılır.
Ama Hazarlar, bilinen Yahudiliğin ötesinde bir yol seçtiler. Tevrat'a bağlı farklı bir yol aradılar. Sekizinci yüzyılın sonlarında Tevrat'ın yorumları yerine Tevrat'ın kendisini okumaya yönelik yeni bir akım başlattılar. Bu akım Hazar halkını çevresinde topladı. Bu hiçbirine ait olmama ve hepsine ait olma hali onları savaşan inançlar arasında kısa sürede eritti ve Hazar İmparatorluğu, sadece Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Forsu'ndaki yıldızlardan biri olarak kalana ve birçok tarihçinin ve dilbilimcinin sonsuz hipotezlerine dönüşene dek yok oldu. Bugün, Kafkas Dağları'nın yükseklerinde kimliğini koruyabilmiş birkaç topluluğun olduğunu biliyoruz.
'Kara, İbranice ya da Arapça okumak (kraat) kökünden geliyor' diye söze giriyor Anna'nın ablası Mariola. 'Kuran kelimesi de aynı köktendir. Kara okuyup, okuduğunu düşünen kişi demektir, im eki ise İbranice erkek çoğul ekidir. Dolayısıyla bu inanca bağlı kişilere Karaim deniyor. Karaim kelimesinin Türkçeye tercümesi Karaylardır. İngilizcesi ise Karaittir.' Hazan araya girerek aradaki farkı anlatmak istiyor. 'Halkın adı Karaylar, inancı ise Karaim'dir.' Aslında aynı kelimenin Türkçe ve İbranice versiyonlarına yüklenen sorumlulukla Türk ama Tevrat inancında olduğunu vurguluyordu hazan. Dini kimliklerini Musevilikte, milli kimliklerini ise Türk köklerinde arayan bir topluluk Karaylar.
Karayların Litvanya'ya yerleşmesi 14. yüzyılın sonlarına dayanıyor. Litvanya Büyük Dükü Vitautas, 1397 yılında Altınordu Devleti'ne karşı büyük bir sefer düzenlemiş, savaştan sonra da 380-400 Karay ailesini Kırım'dan Litvanya'ya götürmüştü. Zamanla Litvanya'daki Karay nüfusu arttı. Karaylar burada eski başkent Trakay ada kalesi etrafına yerleştirildiler. Karaylar için Trakay bugün de manevi başkent gibi. Karay Dili'nin konuşulduğu, Karayca duaların okunduğu, sokaklarında Karay yemeklerinin kokusunun duyulduğu bir kent. Karay askerlerin yüzyıllarca koruduğu Trakay Kalesi, şimdi ziyaretçileri ağırlıyor. Kenasanın hazanı Viktor Tiryaki, 'Kendimizi Mayalara, Azteklere benzetiyoruz' diyor, 'zamanla yok olacağız'. Kırım'da sadece 700 kişi kalmışlar. Karayca bilenler giderek azalıyor. 'Mektep' açmaya güçleri yok. Kendi aralarında bile artık Rusça konuşur olmuşlar. Tiryaki, 'Altı yedi seneden bu yana gençlerimiz İsrail'e göç etmeye başladı. Kırım'da artık sadece yaşlılar kalıyor' diyor. Kırım'daki Karaylarda erkek adları Rusça ama soyadları Türkçe. Kadın adları ise tamamen Türkçe; Victor Tiryaki bazılarını sıralıyor: 'Akbike, Sultan, Toktar, Aytoğul, Bekeneç…'Kenasanın ofis olarak kullanılan geniş odalarından birinde, Kırım Tatarları'na özgü çiğbörekle güzel bir öğle yemeği yiyoruz. 'Bizim milli bir yiyeceğimiz vardır. Örneğin sucuk. Burada sucuk yapmak için bağırsak bulamıyoruz. Bir daha İstanbul'dan gelirseniz…' Paylaştığımız ortak coğrafyanın ortak dilini konuşuyoruz masada. Polonya'dan gelmiş olan Anna ve Mariola kardeşlere ise sucuğu anlatmak gerekiyor.
Gözleve'deki (Yevpatoriya) kenasadan birkaç saat uzaklıktaki Çufutkale, bir hafta boyunca Litvanya, Polonya, Kırım ve Rusya'nın bazı bölgelerine tek tük dağılmış Anna gibi Karaylara ev sahipliği yapacak. Karayların bölgede en güçlü oldukları döneme tarihleniyor bu kale. Her yıl bir haftalığına burada toplanan Karaylar, hac yolculuğuna çıkmış gibi mutlular. Eskiden Sovyetler Birliği içindeyken, şimdi ya bağımsız ya da özerk cumhuriyetlere dönüşmüş ülkelerden gelen Karaylar gruplar halinde dolaşıyor ve kimseye aldırış etmeden eğleniyor, birbirlerini tanımaya çalışıyorlar. Kırım Karayları Derneği Başkanı Profesör Yuri Polkanov'un sorumluluğunda gerçekleştirilen kazılar ise hâlâ devam ediyor kalede.
Trakay'da Julia ve Romuald Tinfoviç çiftinin çocukları olmamış. Kimsesiz bir Rus çocuğunu evlat edinip büyütmüşler.Yuri Polkanov, kendi halkının tarihini araştıran bir bilim adamı. 'Tarihte Kırım, Karayların en kalabalık olduğu bölgeydi' diyor. 'Sovyet yönetimi altında, tüm kenasalarımız kapatıldı ve Kırım'daki Karaylar dağıtıldı. Birçoğu baskı altında olduklarından, Karay kimliklerini gizlemek zorunda kaldılar.' Yuri Bey'i dinlerken hemen arkamızda kalenin surlarının dibinde voleybol oynayanlara bakıyorum. Bu 18 yaş grubundan gençler de Karay olduklarını daha birkaç yıl önce öğrendiklerini, ailelerinin eskiden bunu telaffuz etmekten bile korktuklarını anlatmamışlar mıydıŞ Polkanov 'Sadece Litvanya'nın Trakay kasabasındaki kenasa açıktı o dönemde. Böylece Trakay, Karayların merkezi konumuna geldi' dedi ve ekledi: 'Trakay'a gitmeden Karayları tanıyamazsın.'
Trakay'dayım işte. Litvanya Karaylarının yurdunda. Yine bir cumartesi. Uzun geçen yazın ardından hava hızla soğumaya başladı. Yazın sonbahara dönüşüyle birlikte yeni bir zirai yıl başlıyor Litvanya'da. Henüz on gün önce tarım mevsimi ile birlikte girilen yeni yılı kutladı Karaylar. Bugün ise 'boşaltı' yani, 'günahların affedilme günü'. Bütün gün boyunca oruç tutan cemaat, kenasada dua ediyor ve günahlarının affedilmesi için Tanrı'ya yalvarıyor. Katolik âdetlerin aksine, Karaylarda günahların papaz tarafından değil sadece Tanrı tarafından affolunduğuna inanılıyor. Bu yüzden kimse günahlarını dile getirmiyor.
Burada okunan tüm dualar Karay Dili'nde. Ellerdeki kitabın kapağında 'Karaj Dınlılıarnın Jalbarmach Jergıalıarı' yazıyor. Yani, 'Karay Dinlilerinin Yalvarma Yazıları'. İçindekiler ise, Tevrat'tan aynen alınan ve Karaycaya çevrilen dualardan oluşuyor. Türk Dil Kurumu'nun, cumhuriyetin ilk yıllarındaki dilde özleşme çalışmalarıyla Türkçeye kazandırdığı arkaik sözcükler sayesinde ayini takip etmek biraz daha kolaylaşıyor. Tıpkı Kırım Tatarları, Karaçay-Balkar ve Kumuklar gibi Karaylar da Türk dil ailesinin batı Kıpçak grubunda yer alan anadilleriyle tören yapıyorlar. Artur, babasıyla birlikte dua ediyor. Onları seyrederken, inançları gereği bir gün önce anne ve babalarından ayrı ayrı af dilediklerini hatırlıyorum. Akşama doğru biten törenin ardından Artur'un babasının evine yemeğe gidiyoruz.
Büyükannenin hazırladığı kıbınlar (etli poğaçalar), şimdiye kadar yediklerim arasında en lezzetlisi. Büyükannenin Kırım'dan göçen bir gelin olması, damak lezzetini alıştığım mutfağa daha yaklaştırıyor sanırım. Litvanya ile Ukrayna arasındaki gelin alıp vermeler, bugün hâlâ ve belki de mecburen devam ediyor Trakay'da. 14. yüzyıldan bugüne kimliklerini koruyabilmiş olmalarının altında da sanırım birbirleriyle bağlarını hiç koparmamaları yatıyor. Litvan Karaylarını ana topraklardaki Kırım Karaylarıyla karşılaştırırken, bundan birkaç yüzyıl sonraki Almanyalı Türkler ile Anadolu Türklerini hayal ediyorum. 14. yüzyılın sonlarında Litvanya Dükü Vytautas, Trakay'daki şatosunu korumaları için birkaç yüz aileyi bu bölgeye yerleştirmiş. İşte baba Juchniewicz'in evi de Sovyetler döneminde el konulmayan sayılı yapılardan biri.
'Karaim tarihini anlamak, dünya tarihindeki boşlukları anlamak demektir' diyordu Artur. Bu sözü hatırlattım önce. 'Peki Karaylık ile Yahudilik arasında ne fark var?' İşte sormuştum sonunda, hem de bütün riskleri göze alarak. Yanlış anlaşılma, tarihi şaşırtan bir provokatör olarak algılanma kaygılarını taşımam gerektiğini hissediyordum. Ama içim rahattı. Niyetimin kötü olmadığını biliyordum, bu da benim tek kalkanımdı. Bu soruyu Kırım'da her sorduğumda sert çıkışlarla karşılaşmıştım. Yine de yakın döneme dek Karayların İbrani alfabesini kullanıyor olmaları, daha da önemlisi, Karay Türkçesine çevrilmiş Tevrat'a inanıyor olmaları bana bu soruyu sorma hakkını veriyordu.
'Hiçbir şey!' diye söze atladı masanın öbür tarafından Vika (Viktoriya). Beklediğim tepkiyi aldığımdan, içimin rahat olması gerekiyordu. Ama aynı anda ortamın gerilmesinden korkuyor ve ters iki duygu arasında doğru kelimeleri seçmeye çalışıyordum. 'Evet, bunu ben de biliyorum' dedim etkilenmemiş bir ifadeyle. 'Ama nasıl oluyor da Tevrat okuyorsunuz Artur?'
'Hıristiyanlar da Tevrat okumuyor mu? Katolikler de; Protestan, Ortodoks ve Baptistler de aynı kitabın kısaltılmış ya da farklı yorumlanmış versiyonlarını okuyorlar. Bu kitap Tanrı'nın kitabı. Ancak kitabın yorumu ve ibadet biçimi toplumların kültürlerine göre değişmiş.' Söylediklerini bir an için düşündüm Artur'un. Bu sözler, dine bir başka bakış açısı sunuyordu.
Artur'un anlattıkları, daha önce Karaylar hakkında röportaj yaptığım bir akademisyenin anlattıklarıyla uyuşuyordu: 'Karaizm, İS 775 yılında Yahudilikteki Rabbilerin otoritesine karşı bir akım olarak başladı. Tevrat, Tanrı'nın kitabıdır. Yahudilikte Tevrat'ın bir yorumu olan Talmut okunur. Talmut da iki bölümdür. Birinci yorumu anlamıyorsanız, yorumun yorumunu okuyun der rabbiler. Halbuki Karaizm Tanrı'nın kitabını sadece okuyanın yorumlaması gerektiğini söyler. Yorumlara meallere karşıdır.' Finli dilbilimci Tapani Harviainen ise, İbranice kelimeler üzerinde yaptığı çalışmalarla, Karayların, Tevrat'ın özünde kaldığını anlatır.
Trakay'da Karayların tarihine ışık tutan kalenin surları ve bazı yapılar, yüz yıllık bir ilgisizlik sonucu harabeye dönmüştü. Litvanya'nın bağımsızlığının ardından tarihi yapılar da bir bir restore edilmeye başlandı.Artur'un sesi ile irkildim; 'Karaylık ve Yahudiliği aynı görmek ilkel bir düşüncedir.' Nitekim Yahudiler de onları pek kendilerinden saymıyorlar; onları 'kitap okuyanlar' diye tanımlıyorlar. Sırf Talmud'u okumadıkları ve sadece Tevrat'a inandıkları için.
Yağmurun bitmesini beklemek faydasız. Trakay'ın geleneksel üç pencereli evlerinden birinde işletilen tek Karay lokantasının cama en yakın masasına bırakıyorum kendimi. Pencerenin hemen dışından başlayıp, ileriye doğru uzayıp giden Tatar Gölü'ne değin devam eden ağaçlar kollarını sonuna kadar göğe çevirmiş. Düşünüyorum da mevsimin en keyifli yağmuru olsa gerek. Bu yazın Litvanya'da oldukça sıcak geçtiğinden bahsediyordu göl kıyısındaki işletmenin Türk müdürü. Bu ilk yağmur haftası, uzun bir oruçtan çıkmışların bayramı gibi coşku dolu.
'Biz ilk gizli toplantılarımızı bu binada yaptık. Yıl 1988. Bu bina Trakay Belediyesi'ne aitti o zaman. Burada toplanıp şarkılar söylüyorduk. Tekrar birlikte, Karayca.' Karay cemaatinin lideri, Dr. Karina Firkaviçiüte'nin o günleri hatırlarken gözleri parlıyordu. 'Biz her zaman küçük bir cemaattik. Bir düğün olduğunda bugün de herkes düğüne katılır. O yüzden sizin anlattığınız eski düğün resimleri, cemaati geniş gösterse de doğruyu yansıtmıyor. Küçük bir topluluk olmamıza rağmen kendi kimliğimizi koruduk. Ancak Sovyet yönetimi altında en zor dönemimizi yaşadık. Her şeyden önce Sovyet döneminde din yasaktı. Evet bizim kenasa açıktı ancak cemaatten birinin ibadet için girmesi, Sibirya'ya sürülmesi demekti. Bu yüzden kimse inancını yaşayamadı. Bu durum bir bakıma Karayları dinlerinden uzaklaştırdı.
'Ayrıca Sovyet döneminde farklı bir dil konuşmak ve farklı adlar edinmek, toplumdan dışlanmak ve kötü işlerde çalışmak anlamına geliyordu. Bu yüzden bir nesil kendi dilini konuşamadı. Daha da önemlisi, aynı nesil içinde yabancılarla yapılan evlilikler var. Tüm bu sosyal baskılar, Karayların azalmasına ve kültürlerinden kopmasına neden oldu. Kırım Karayları bizden daha kötü durumdalar. Biz sadece İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Sovyet yönetimine girdik. Oysa onlar 1917'den bu yana Rusların egemenliği altında. Bugün dahi bizim kadar özgür değiller.
Karaylar, Kıpçak kökenli bir Türk topluluğu. Dilleri de Türk soylu Batı Kıpçak grubundan sayılıyor. Litvanya'daki nüfusları çok az olmasına rağmen Karay Dili bugüne kadar yaşayan ve kullanılan bir dil olma özelliğini taşıyor. Bunda Karayların dillerini, inanç ve geleneklerini yaşatma konusundaki kararlılıkları çok etkili. Kendi aralarında Karayca konuşmaya özen gösteriyorlar. Trakay'daki yemekli sohbetlerin ana konusu da Karay kimliği... Szymon Juchnevicz'in kızları Biana ile Viktoriya, aile büyüklerinin sohbetini büyük bir merakla dinliyorlar.'Oysa biz işte bu binada perestroykanın daha ilk yıllarında sesimizi yükseltmeye başlamıştık.' Litvanya'nın Sovyetlerden ayrılan ilk ülke olduğunu hatırlıyorum Karina Hanım'ı dinlerken. Litvanya'nın birkaç yıl sonra Avrupa Birliği'ne katılacak olması, ülkedeki demokrasi hareketlerini hızlandırmış. 'İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetlerin elimizden aldığı evlerimiz, kenasalarımız ve topraklarımız için mahkemelerimiz devam ediyor. Başkent Vilnius'taki kenasa, cemaate 1993 yılında Litvanya devleti tarafından geri verildi. Evlerimizin de çoğunu 1993'ü takip eden yıllarda aldık. Ancak bazı evlerde şimdi başka aileler yaşıyor. O evde kimin hakkı olduğunu, yani evin şimdi oturanın mı, yoksa eski sahibinin mi olduğunu tartışıyor mahkemeler. Litvanya'da dokuz geleneksel cemaat (etnik grup) olduğu kabul ediliyor. Herkesin eşit hakkı olan bir ülke burası.' Karina Hanım'ın annesi Dr. Helena Hanım'ın Litvanya'nın Ankara Büyükelçisi olduğunu ve elçilikteki kâtibin de Litvanya Tatarı olduğunu biliyorum. Yağmur devam ediyor. Sokağın öbür tarafında oturan Mikail Zayonçkovskiy'in evine yürüyorum. Ağaçların seyreldiği boşluktan Tatar Gölü'nü görebiliyorum. Bu göl, Trakay kasabasını çevreleyen yarım düzine kadar gölden biri. Gökten boşalan yağmur şiddetle vuruyor gölün yüzüne. Rüzgârın hareketlendirdiği su metalik gri bir renk alıyor. Karşı kıyıdan gölün üstüne sarkan ağaçlar seçilirken, gölgelerinin düştüğü bölgeler ise ormanı daha gizemli bir hale getiriyor. Gölün karşı kıyısında, bu taraftaki gibi sararmış yapraklar yok. Daha dinç, daha diri, daha güçlü ve Litvan Karaylarının deyimiyle daha 'yenghi' (yeni, yiğit) bir doğa duruyor o tarafta.
Trakay kasabasının bulunduğu bölgede 32 adet göl var. Bu göllerin arasındaki kara parçaları ise birer adacık durumunda. Bu adacıklar zamanın Litvanya dükü için doğal bir korunak işlevi görmüş. Kalesini burada inşa eden dük, zamanla krallığını Karadeniz kıyılarına dek genişletmiş. İç huzursuzluklar ve ayaklanmalar karşısında kendini ve kalesini korumak için Kırım'da yerleşik Karayları bölgeye getirip kalenin çevresine yerleştirmiş. O dönemden bu yana Karaylar, Trakay kasabasını yurt edinmiş ve kaleyi, kendi tarihleriyle bağlantısından ötürü Litvanyalılardan dahi çok sahiplenmişler.Keyifli bir sohbet için beş çayında buluşuyor eski dostlar. Son bir haftada tanıştığım, altmış ila yetmiş yaşları arasındaki tanıdıklar bunlar. Birçoğunu kenasadan hatırlıyorum. Julia ve Romuald Tinfoviç beni akşam yemeğinde ağırlamışlar, hediyelerle uğurlamışlardı. Artur'un anne ve babası da masadaydı. Eski resimlerinden örnekler almama izin veren o hanım da, bana karşılıksız rehberlik eden İrina ve Yura'nın anne ve babası da. O masada, o insanların arasında hiç de yabancılık çekmiyordum. Sanki uzun süredir onlarla birlikteydim. Karşımda oturan Yura'nın annesi değil de sanki Nurdan Teyze'ydi. Öyle ya anneannemin en yakın dostu Nurdan Teyze, Nurdan Teyzeler karşımda duruyorlardı. Masada oturan yaşlı hanımlar, duruşlarıyla, tavırlarıyla, çocukluğumdan beri tanıdığım Nurdan Teyze'ye ne kadar benziyorlardı. 'Ben Museviyim. Ama Türk Musevisiyim' derdi hep Nurdan Teyze. İstanbul'a, Beyaz Rusya'dan gelmiş bir ailenin kızı olduğunu biliyorduk hep. Şimdi anlıyordum onun ne demek istediğini. Ben Nurdan Teyze'nin yakın akrabalarıyla birlikteydim şimdi. Bundan eminim.
Kitabını imzalıyor benim için ev sahibi. 19. ve 20. yüzyıllarda askerlik yapmış Karayların hayat hikâyelerinin ve fotoğraflarının olduğu bir derleme yapmış. Üstlerdeki üniformalardan bir dağılış hikâyesini okumak mümkün. Kimi Litvanya için Ruslarla savaşmış, kimi Rus ordusunda Osmanlılarla. Kimi de Polonya formalarıyla madalyalar almış. Kim bilir, belki o fotoğraflardakilerden biri de Nurdan Teyze'nin babasıydı.