Arama

Türkiye'nin Neotektoniği

Bu Konuya Puan Verin:
Güncelleme: 30 Ocak 2007 Gösterim: 10.778 Cevap: 3
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Aralık 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Türkiye’de Neotektonik Orta Miyosenden itibaren başlamaktadır. Bundan önceki kısım ise Paleotektoniktir.Neotektonik: Miyosen sonrası yaşlı tektoniğe bu ad verilir. Bu dönemdeki yapılara ise Neotektonik Yapılar adı verilir. Paleotektonik: Miyosen öncesindeki tektonik faaliyete denir. Bu dönemde meydana gelen yapılara ise Paleotektonik Yapılar adı verilir.

Sponsorlu Bağlantılar
Türkiye’de oluşmuş volkanizmalardan doğudakiler K-G yönlü sıkışmalar sonucu gerilme çatlaklarından meydana gelmiştir. Batıdaki volkanizma ise graben sistemine bağlı olarak gelişmiş volkanizmadır. Bu volkanizmalardan doğudakiler perlit yataklarını, batıdakiler ise bor cevherlerini oluşturmuşlardır.

Türkiye’deki Neotektonik Yapıları şöyle sıralayabiliriz:

1. GD. Anadolu Bindirmesi (çift bindirme)

2. Doğu Anadolu Fayı

3. Kuzey Anadolu Fayı

4. KD. Anadolu Fayı

5. Batı Anadolu Grabenleri

6. GD. Anadolu Kıvrımları

7. Ecemiş Çukuru Fayı (Eosen yaşlı)

8. Tuz Gölü Fayı

9. Isparta büklümü

10. Doğu Anadolu’da ki Doğrultu Atımlı Fayı (Kağızman, Tutak, Çaldıran, Süphan, Malazgirt)

11. Doğu ve Orta Anadolu’da ki Dağ Arası Havzalar

12. Pull-Apart Havzalar

13. Doğu ve GD. Anadolu’da ki Açılma Çatlakları

Ege’deki graben sisteminin K-G çekme kuvvetleri sonucu olduğunu bazı yazarlar öne sürmektedirler (E. Kasapoğlu). Türkiye’de ki neotektoniğin gelişiminde.

1. Afrika-Anadolu çarpışması ve Afrika’nın kuzeye ilerlemesiyle Doğu Anadolu’da meydana gelen sıkışma,

2. Günümüzdeki Akdeniz’de dalma-batma sonucu oluşan Ege graben sisteminin oluşumu etkili olmaktadır.

Türkiye’de ki neotektonik yapıların en önemlileri ve en baskınları doğrultu atımlı faylardır. Tüm Anadolu sathına yayılmışlardır. Ancak Ege Bölgesi hariç. Bu bölgede doğrultu atımlı faylar az, ancak gravite fayları oldukça fazladır. Anadolu’da ki yapılar genellikle kırıklı yapılardır. Ancak GD. Anadolu’nun kıvrım kuşağı kıvrımlı yapılar yönünden önemlidir.

KUZEY ANADOLU FAYI (KAF)
Saros körfezinden başlayıp, Marmara denizinden geçip, Bolu’ya doğru KD. ‘ya yönelerek Kastamonu güneyinde ki Kargı’ya ulaşmaktadır. Kargı’da GD.’ ya yön değiştirerek Karlıova’ya kadar uzanmaktadır. Karlıova’nın 10 km. kadar doğusunda eşleniği olan DAF ile kesişmektedir. Bu fay literatürde Kuzey Anadolu Deprem fayı veya Kuzey Anadolu Transform Fayı olarak da geçer. Transform faylar özellikle kıta kenarında oluşurlar ve litosferi boydan boya keserler.

Normalde stres basıncı doğrultusu dar açı olması gerekir. Fakat burada geniş açı durumundadır. Bu da ilk oluştuğu zamanlar dar açı ilerledikçe genişlediği şeklinde yorumlanmaktadır. . Doğrudan plaka arası faylara İntraplaying Faylar denir. Kıta içi faylara da İnterplaying Faylar denir. Bu ikisi de asıl bildiğimiz transform faylar değildir .KAF doğrultu atımlı sağ yönlü bir faydır. Fayın sıçrama yaptığı yelerde önemli çek ayı havzalar oluşmuştur.

GÜNEYDOĞU ANADOLU BİNDİRME KUŞAĞI
Hakkari’den Kahramanmaraş civarına kadar devam eden ve orada DAF ile kesilen bir bindirme fayıdır. Kesilme yerinde bindirmenin 25 km. lik bir atımı vardır. Bu bindirme kuşağı aynı zamanda Avrasya ile Gondwana arasındaki Tetis’in kapanması ile oluşmuş bir kenet kuşağıdır. Bu hat gerçekten kıt’a-kıt’a çarpışması niteliğindedir. Güney kesim ön ülke durumunda olup kuzeyde ki kesim ise kuzeyde ki sıradağları meydana getirir.

KENAR KIVRIMLARI
Genellikle GD. Anadolu bölgesi kıvrımlar bakımından oldukça yoğun bir şekilde olması bakımından önemlidir. Bu kıvrımların eksenleri genelde D-B doğrultuludur. Kıvrımlanma tamamen kuzeyden güneye bindiren orojenik silsilenin etkisiyle ön ülke kayaçları üzerindeki kayaçların sıkışmasıyla meydana gelmiştir.

Türkiye’de oluşan ilk tektonik yapı Orta Miyosen sonunda oluşmuş olan GD. Anadolu bindirmesidir. Bundan sonra GD. Anadolu kıvrımları meydana gelmiştir. Kabuğun fayla kalınlaşması sonucu alt kısımda kısmi ergimeler meydana gelmiş ve kabukta kırılmalar oluşmuştur. Bunun en önemli işareti Türkiye’de ki volkanik faaliyetler ve kabuk yırtılması (KAF ve DAF) olaylarıdır. Bu olaylar sıkışma neticesinde meydana gelmiştir. Bu fayların oluşumu ve blokların hareket kazanması ile parçalanan Anadolu levhasının doğuya doğuya doğru bir koni biçimde daralan Karlıova’da birleşen KAF ve DAF ile oluşmuştur. Bu levhanın batıya doğru kayması ile Batı Anadolu bölgesinde özellikle Üst Miyosen üstü (Mesiniyen) zamanda D-B yönlü sıkıştırması ile Ege grabenlerinin oluşumu sağlanmıştır. Bu KAF ve DAF’a göre daha geç bir zamanı temsil eder. Bu olayın zamanı birtakım jeolojik verilerden tespit edilebilmektedir. Batı Anadolu’da ki grabenlerin oluşum yaşı Mesiniyendir.

NEOTEKTONİK YAPILARIN OLUŞUMUNA ETKİ EDEN ETKENLER
En büyük etken bir kıtasal çarpışma olayıdır. Tetis okyanusunun Miyosen ortasında kapanması ve bunun sonucunda kıtasal çarpışmanın olması neticesinde Türkiye’de ki neotektonik yapılar meydana gelmiştir. Ancak bu nedenin doğurduğu sonuçlar diğer yapıların oluşmasını sağlamıştır. Yapılar birbirlerinin sebep ve sonuçları olarak meydana gelmiştir. Ana sebep bu çarpışmadır.

TÜRKİYE’NİN NEOTEKTONİK BÖLGELERİ
Türkiye doğudan batıya doğru birtakım neotektonik bölgelere ayrılmaktadır. Bu konuda ki ilk bilgileri Şengör (1980) vermektedir. Türkiye’yi neotektonik bölgeler açısından 4 bölgeye ayırmaktadır:

1.Doğu Anadolu Sıkışma Provensi
2. Kuzey Türkiye Provensi
3. Orta Anadolu Ova Provensi
4. Batı Anadolu Gerilme Provensi

Bu bölgeler kendine has yapı aileleri ile temsil edilirler. Bunlar doğrultu atımlı faylar, bindirmeler, kıvrımlar ve grabenler gibi özellikle kendilerine mahsus özellikleri olan yapılardır. Bu 4 provensten iki tanesi Doğu ve Batı Anadolu’dakiler. Halen tektonik bakımdan kuvvetle aktif bölgeleri meydana getirirken, Kuzey Anadolu bölgesi ile Orta Anadolu Ova bölgesi gerek sismik gerekse tektonik bakımdan az bir aktivite gösterirler. Orta Anadolu Ova bölgesi genç çökellerle örtülü olduğundan belki de mevcut olan tektonik yapı aileleri daha derine gömülmüş vaziyettedir. Bu sebeple durum tam olarak açığa kavuşturulabilmiş değildir. Fakat diğer bölgelerde veriler oldukça açıktır.

TÜRKİYE’NİN NEOTEKTONİK EVRİMİ
Türkiye arazisi Arabistan platformu ile Asya’nın çarpışması, ardından da bu çarpışmanın neticesi olarak oluşturulan asimetrik tektonik uzaklaşma sisteminin en iyi geliştiği bir bölgeyi temsil eder. Bu tektonik şema içerisinde en önemli ve en büyükleri doğrultu atımlı faylarla temsil edilen bir yapı ailesi ile karakterize edilir. Gerek eldeki deprem verilerinin odak mekanizması çözümleri, gerekse büyüklükleri açısından doğrultu atımlı faylar diğer yapılara daha baskın çıkarlar. Burada Erken Miyosen zamanından beri Doğu Akdeniz bölgesinin tektonik evrimi ve buna tekabül eden paleocoğrafik panorama gözden geçirilecektir. Daha öncede belirtildiği gibi söz konusu edilen bir bölgede son ana tüm tektonik yeniden yapılanmadan beri geçen zaman NEOTEKTONİK DÖNEM olarak tanımlanmıştır. Türkiye için Anadolu levhası ile Arabistan levhasının Orta Miyosende ki çarpışması bu dönemin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Bu değişimler ülkemizin neotektonik gelişmesini paleotektonik gelişmesinden ayırmak için uygun bir dönüm noktasını oluşturur. Doğu Akdeniz sahası ve çevre alanların neotektonik gelişmesi ile ilgili çalışmalarda en en inatçı problemlerden birisi denizel Akdeniz Paleotetis ve karasal seriler arasındaki detay korelasyonların eksikliği olmuştur. Erken Miyosen sırasında (Akitiniyen-Landiyen arası) İzmir-Ankara-Erzincan sütunu ile İç Toros sütunu arasında Paleosen Eosen çarpışması ile ilgili kıta içi yaklaşma Anadolu’nun günümüzdeki çoğu çoğu alanının büyük bir bölümünü temsil etmektedir. Batıda Menderes Masifi kabarık yükselmesini devam ettirmiş ve günümüzdeki Himalayalarla karakter bakımından pek farklı olmayan yüksek bir bölgeyi temsil etmektedir. Girit’te Lisiyen Torosunda (Batı Torosu) ve o zaman hala Türkiye ile ilişkili olan Kıbrıs’ta kuzeye yönelik bindirmeler, Pontidler de dahil geniş sahalarda görülürken güneye bakan nap hareketleri Serravaliyene kadar devam etmiştir. Bu tektonik görüntü ile uyumlu olan paleocoğrafik görüntü, Orta-batı Anadolu’da doğuya doğru alçalan yüksek bir alan, Pontidler de ise karasal sedimanlarla örtülü dalgalı bir alan şeklindedir. Doğudan ve güneyden zaman zaman gelen deniz istilaları Orta Anadolu’da sadece küçük alanları su ile kapatmış ve sınırlı evaporit alanlar oluşturmuştur. Kalk-alkalen tipte seyre bir volkanik aktivite KB. Anadolu’da görülmektedir. Batı ve Orta Anadolu’da ki bu karasal alanlar KD. ve güneyden sığ denizlerle çevrili durumdaydı. Özellikle güney ve doğuda yaygın resifal kireçtaşlarının çökelimi Batı ve Orta Anadolu civarında yığılan karasal sedimanlar üzerinde yapılan çalışmalar sonucu tropikal bir iklimin varlığı bu çalışmalarda ispatlanan önemli bir veridir. Orta ve batı Anadolu’da ki bu yüksek alanların nasıl yükseldiklerini tespit etmek eldeki veriler çerçevesinde oldukça güçtür. Yükselmeden sonraki kabuk kalınlığı 50 ile 75 km. ekstremleri arasında bulunmuştur. Buna göre Erken Miyosen sırasında Batı Anadolu’nun yaklaşık deniz seviyesinden 3 km. daha yüksekte olabileceği kabul edilmiştir. Erken Miyosen sırasında Arabistan plakasının gerek bu kıtacığın kuzey şelfindeki Midyat kireçtaşlarından gerekse Hakkari civarındaki derin deniz ortamı çökellerin hareketle kuzeydeki Avrasya kıtasıyla çarpışmadığı söylenebilir.

Doğu Türkiye’nin hemen her tarafında sığ su ortamlarını karakterize eden karbonatların varlığı da bu görüşü desteklemektedir. KAF ve DAF’ın Erken Miyosen sırasında mevcut olmadığını vurgulamak önemlidir. Daha sonradan KAF zonu içine dahil dahil edilecek olan Çekeş, Kurşunlu ve Tosya havzaları iç Pontid sütunu boyunca çarpışma sonrası fliş-molas havzalarının bir parçası olarak gelişmekteydiler. Bu havzalardaki sedimanlar sıkışmalı dönem sırasında meydana gelen Erken Miyosen sedimanlarıdır. Bu sıkışma Pontidlerdeki son geriye bindirme olayları ile yönelim bakımından hem yaşıt hem de paralel bir konumdadırlar ve bu yüzdende genel olarak Türkiye orojenik döneminin devam eden K-G sıkışmasının bir parçası olarak düşünülebilir. Orta Miyosen sırasında (Lankiyen-Serravaliyen) Arabistan ile Avrasya GD. Türkiye’de Bitlis süturu boyunca çarpışmışlardır. Bu çarpışma kenet kuşağı boyunca dağların kabarıp yükselmesi neticesini doğurmuş, Doğu Türkiye’de sakin su depolanma ortamlarını, içinde karasal kırmızı tabakaların çökeldikleri molas havzalarına dönüştürmüşlerdir. Bölgedeki bu sığ çökelme ortamlarının zaman zaman kısa süreli deniz baskınlarına uğradıklarını da burada belirtmek gerekir. Bu deniz ilerlemelerinin en sonuncusu Serravaliyende meydana gelmiştir ve bir daha deniz günümüze kadar bu bölgeye ulaşamamıştır. Aynı zaman aralığı sırasında Batı ve Orta Anadolu’da denizel depolanma yoktur ve denilebilir ki bu bölgeler hala yüksek bir bölge durumundadır. Hatta 10 mil. yıllık bir açılma ve sübsidanstan sonra bile Batı Türkiye’de son Pliyosen buzulu sırasında günümüzdekinde en az 200 m. daha yüksekteydi. Orta Miyosen sırasında Anadolu bloğunun batıya doğru harekete başlamasının bol miktarda verilerine rastlanmaktadır. KAF boyunca sıralanan havzaların detay stratigrafik ve yapısal çalışmalarıyla elde edilen veriler ve Paratetis ile Akdeniz serileri arasındaki karşılaştırmaların hassasiyeti KAF zonunun oluşum zamanı geç Serravaliyende olarak tespitine olanak vermiştir. Bu sırada Alt Pontus formasyonunun en alt birimleri sedimantasyonla eş yaşlı faylanma ve aynı zamanda geniş bir makaslama zonu boyunca havzalara akmaya başlamıştır. Aynı zamanda gelecekteki Marmara denizinin kuzey kıyısı boyunca geniş bir oluk oluşmuş ve bu oluk Saros grabeni yoluyla kuzey Ege denizi ile bağlantı kurmuştur. Bu oluk K. Ege denizinden gelen tekrarlı deniz ilerlemeleri ile limnik ve flüviyatif bir sedimantasyona zemin hazırlamıştır. Ege denizi alanı ilk kez Tortoniyen sırasında Siglad adaları ile Anadolu karası arasında oluşan dar bir boğaz vasıtası ile deniz basmasına uğramıştır. Bu koridor doğuda daha uzakta İstanbul’a Kadar erişmiş fakat henüz yeni oluşmaya başlayan KAF’ın geniş bir makaslama zonunun batı bitimiyle ilişkili olan daha güneydeki Yalova karasal havzasıyla ilişki kuramamıştır. Zira fayın yerleşim yeri günümüz çek-ayır havzası niteliğindeki Çınarcık havzası ile uyum sağlamaktadır. Trakya’da ki Ergene havzası da Tortoniyen sırasında sübsidanal neotektonik bir bölge durumundadır. Tortoniyen aynı zamanda Ege ve Batı Türkiye grabenlerinin oluşmaya başladığı zamandır. Anadolu bloğunun batıya doğru hareket etmeye başladığını gösteren önemli bir delilde Doğu Girit’te ki Lerepatra yarı grabeninden elde edilmiştir. KD-GB doğrultulu sol-yanal doğrultu atımla kontrol edilen bu graben Serravaliyende oluşmuşmuş ve adada bulunduğu kesimde Eosen(?)-Erken Miyosen nap kümelerini ayırmaktadır. Bu durum bize gösteriyor ki Hellenik trench sisteminin daha önce yaklaşan doğu yarısı Anadolu bloğunun batıya doğru olan hareketine cevap olarak büyük bir ihtimalle doğrultu atımlı faylanmaya dönüşmüştür. Orta Miyosen sırasında (Lankiyenden Serravaliyene kadar) onduleli bir topografya oluşturan kara yüzeylerinin çoğunun düşük ve geniş yükseltilerle ayrılan tatlı su gölleri ile işgal edildiği özellikle Erol (1981) tarafından belirtilmiştir. Daha sonra Tortoniyen sırasında bu yumuşak topografya çok sayıda fay sistemleri ile kırılmaya başlamış göl havzaları daralma ve yoğun üçgen biçimli parçalarla çevrilmiştir. Benzer bir gelişimin güne Ege içinde geçerli olduğunu bazı araştırıcılar göstermiştir. Bu da bize gösteriyor ki Anadolu bloğu batıya doğru hareket ederken iç bünyesel bakımdan da parçalanmalara uğramıştır. Serravaliyen sonunda gerek Ege’de gerekse Anadolu’da ki dalma-batma ile ilişkili volkanların dağılımındaki değişimler Anadolu’nun batıya doğru hareketinin başlangıcını işaret eder gözükmektedir. Türkiye’de ki en güney dalma batma zonu ile ilişkili Tortoniyen öncesi volkanizma seyrek olmasına karşın, gelecekteki Anadolu bloğunun tüm uzunluğu boyunca üniform olarak dağılmıştır. Tortoniyenden başlayarak volkanizma da sadece yoğunluk bakımından artma olmamış aynı zamanda belirgin alanda yoğunlaşma olmuştur. Bu bölgeler sırası ile Hellenik ve Kıbrıs dalma-batma zonları arasındaki G. Ege ve GD. Orta Anadolu bölgesi, Trakya’dan Yugoslavya’ya kadar aktif K-G gerilme zonunun batıya doğru hareket eden Anadolu bloğunun D. Trakya’yı ve Makedonya’yı bu alanların kuzeyindeki sahadan ayırmaya çalışmasının bir sonucu olarak ortaya çıktığı tartışılmıştır. Geç Miyosen sırasında (Messmiyen) Türkiye’nin güncel tektonik rejimi iyice belirgin bir hale gelmiştir. Bu dönemden itibaren ilerleyen deniz suları bir daha asla Türkiye kara alanının herhangi bir önemli kesimini istila etmemiştir. Bu sırada gelecekteki KAF’ın yerinde daha önce gelişmiş bir makaslama zonunun varolduğu belirtilmiştir. Fay zonu asıl jeomorfolojik görüntüsünü daha sonra Erken Pliyosen sırasında almıştır. Bu veriler Erken Pliyosen ile Geç Serravaliyen arasında çökelen Pontus formasyonu içerisindeki mezofayların dağılımına dayanmaktadır. Alt Pontus formasyonu (Geç Serravaliyen-Tortoniyen) ile kuşatılan KAF zonu ile ilişkili mezofaylar ana faya çaprazvari biçimde uzanan geniş bir kuşakta dağılım sunar. Üst Pontus formasyonu da (Mesiniyen-Erken Pliyosen) bu faylardan etkilenmiş, ancak daha dar bir zonda görülürler. KAF boyunca rastlanan doğrultu atımlı havzaların çoğu da Mesiniyen olarak yaşlandırılmaktadır. KAF’ın gidişi boyunca doğrultu atımlı havzaların sayısındaki tedrici artış, dünyada bu fayın en iyi benzerlerinden olan San Andreas fayı boyunca olan Neojen havzalarına çok benzerler. Fay zonunun batı ucunda daha önce sözü edilmiş deniz koridoru neticede Çınarcık baseni olarak bilinen KB uzanımlı bir çöküntü üzerinde fay zonuna kavuşmuştur. Karmaşık graben sistemleri çökmeye devam etmiş ve Mesiniyen sırasında sayıca artmışlardır. Normal faylanmanın Mesiniyen sırasında Kos adasında başladığı belirtilmiştir ve içinde Kos adasının yer aldığı Kezme grabeni muhtemelen aynı yaşlıdır. Graben tabanlarındaki hızlı çökme sedimantasyonu sınırlamış ve sahasal dağılımı büyük oranda kontrol etmiştir. Tatlı su gölleri Tortoniyen sırasında Orta Anadolu kesiminde geniş sayılabilir alanlar işgal etmesine rağmen Mesiyende bu tatlı su göllerinin sahasal büyüklüğü azalmıştır. Bunun nedeni hem artan faylanmaya bağlı olarak yükselen topografya, hem de Akdeniz’in Mesiyende ki kuruması ile gelişen sıcak iklimdir. Doğu Türkiye’de de karasal sedimanlar D-B uzanımlı havzalarda toplanmaktaydı. Bu sahada Serravaliyen ile Erken Pliyosen arasında yüksek potasyumlu kalk-alkalen volkanizma yoğun olarak artmış ve topografik olarak yükselen sahaların çoğalmasını takiben yanal yönde yayılmaya başlamıştır. Pliyosen sırasında Türkiye’de ki sedimantasyon alanı Geç Miyosen ve Orta Anadolu’da ki topografik yükseltilerle karşılaştırıldığında bir dereceye kadar azalmıştır. KAF zonu boyunca havzalarda artma olmuş ve yeni havzalar meydana gelmiştir. Erken Pliyosen DAF ve KAF boyunca sürekli derin ve dar çöküntülerin ilk işaretlerinin tanınabildiği ilk zamandır. Deniz KAF’ın batı kesiminden geri çekilmiş, buna karşın gelecekteki Ege denizini oluşturacak şekilde büyümüştür. Bu da bize gerilen alanın çöküşünü göstermektedir. Aslında herhangi bir kesin veriyle KAF’ın başlangıcını tarihlemek için bu fay zonu boyunca kesin bir delil yoktur. Bununla beraber fayın doğu bitim yerinde ve yine fayın doğrudan etkisi altında gelişen Karlıova baseninin çökmesi fayı Pliyosende oluştuğunu göstermektedir. Pleistosen sırasında Türkiye bugünkü topografyasını kazanmıştır. Bu sırada deniz KAF’ın batı kesimine yeniden dönmüştür. Aynı zamanda deniz Ege denizi boyunca Türkiye’nin kıyı alanlarını kaplamış ve kısmen de grabenler içerisinde yayılmıştır. Deniz bu grabenler içerisinden tarihsel zamanlarda tamamen delta ilerlemeleri ile geriye itilmiştir. Türkiye’nin topografik görüntüsü zamanla Orta Anadolu’da bir eksen etrafında tersine olarak değişmiştir. Anadolu bloğunun batıya doğru kaçmasının başlangıcının, topografik yüzeyin hala batıya doğru eğimli olduğu bir zamanda başladığı belirtilmektedir. Topografik yüzey muhtemelen Pliyosen sırasında hemen hemen yatay bir durumdadır ve bu dönemin sonuna doğru batıya doğru eğimlenmeye başlamıştır. Şimdi (günümüzde) bile Erken Miyosen sırasında doğuya doğru yaptığı eğim kadar batıya eğim yapmamaktadır. Bu zamana kadar yapılan çoğu araştırmalarda bu durum dikkati çekmektedir. Araştırmacılar çalıştıkları alanlarda sınırlı bölgelerden kalkarak birtakım jeotektonik açıklamalar yapmışlar ise de bu hususta kesin bir neticeye gidilememiştir. Bu arada bölgesel manada bir açıklama Şengör ve Yılmaz tarafından yapılmıştır. Şengör Türkiye’de paleotektonik neotektonik sınırını Orta Miyosen olarak vermiştir (Serravaliyen-Tortoniyen arası) Aynı zamanda yazar neotektonik olayları başlatan mekanizmanın Bitlis kenet kuşağı boyunca Avrasya-Arap kıtası çarpışması olduğunu belirtmiştir. Bu çarpışmaya bağlı olaylar zinciri şöyle sıralanabilir:

Pontidler Geç Kretase sırasında kuzeye eğimli bir dalma-batma zonu üzerinde gelişmekte olan kısmen Hersiniyen kısmen Kimmeriyen yaşlı bir temel üzerinde güneye bakan Pasifik tip bir kıta kenarı idiler. Neotetis’in kuzey kolunu oluşturan Vardar okyanusunu tahrip eden bu dalma-batma zonu ile ilgili mağmatik yayın ardında Geç Kretase-Eosen açılan bir deniz ise bugünkü Karadeniz’i oluşturmuştur. Anadolu’da Neotetis’in kuzey kolunun güneyinde bugünkü Anatolid ve Toridleri kapsayan Anatolid-Torid platformu mevcuttu. Senoniyende (Üst Kretase) Neotetis’in kuzey kolundan güneye bu platform üzerine büyük ofiyolit napları yerleşmiştir. B. Anadolu’da Lütesiyen (Orta Eosen), Orta ve Doğu Anadolu’da Priskaniyen (Üst Eosen) öncesinde doğuya doğru incelerek ve çatallanarak sona eren Anatolid-Torid platformu ile Pontid adayayı çarpışmıştır. Bu çarpışma sonucu Anatolid-Torid platformu kendi içerisinde kuzeye doğru eğimli büyük ölçekli şaryajlarla dilimlenmeye başlamıştır. Toroslarda ki karmaşık nap sistemleri bu dilimlenmenin doğurduğu napların güney uçlarını temsil ederler. Anatolid-Torid platformunun doğuya doğru çatalları Munzur dağları ve Bitlis-Pötürge kristalin napları ile temsil olunurlar. Bunlarla İran arasında Juradan Eosene kadar herhangi bir kıtasal bağlantı kurulamamıştır. Aksine Doğu Anadolu’nun önemli bir kısmının Eosen-Oligosen altı temelini Geç Mesozoyik-Erken Tersiyer yaşlı ofiyolitik melanj, fliş, ensimatik veya ensialik adayayı karmaşıklarının oluşturdukları konusunda pek çok veri bulunmuştur. Bu durum Doğu Anadolu’nun Karlıova ekleminin doğusundaki kesimlerinin tabanı en geniş manada bir melanj kamasının oluşturduğu fikri bu bölgelerin neotektonik stilinin ve kalk-alkalen volkanizmasının yorumlanmasında kritik bir rol oynamaktadır. Bu yüzden Anatolid ve Torid paleotektonik bölgeleri Doğu Anadolu’da bireyselliklerini kaybederler ve Doğu Anadolu yığışım karmaşığına geçerler. Gerek Anatolid-Torid platformunu, gerekse Doğu Anadolu yığışım karmaşığını Afrika-Arabistan levhasından ayıran Neotetis’in güney kolu Geç Kretasede kapanmaya başlamış ve sadece Bitlis-Zagros kesiminde Orta Miyosende Arabistan-Avrasya nihai çarpışması gerçekleşmiştir. Türkiye’de neotektonik devreyi başlatan işte bu kısmi kapanmadır. Buna göre Türkiye’de neotektonik devreyi Anadolu-Arabistan çarpışması başlatmıştır. Doğu Anadolu bölgesi Pliyosen sonlarına doğru önemli derecede yükselmelere uğramıştır. Doğu Anadolu’nun yükselmesinin çok önemli ve yükselmesinin mekanizmasına ışık tutan yönü Bitlis kenet kuşağı dağlarının Doğu Anadolu platosundan daha sonra yükselmeye başlamış olmaları veya daha yavaş yükselmekte olmalarıdır. Gerek Kızıldeniz gerekse Atlas okyanusundan elde edilen magnetik lineasyon verileri hem Türk-İran platosu hem de civar yerlerin yüksek ve dağınık depremselliği ve hem de Türkiye’de ki Kenar Kıvrımlarının ve Zagros şelf serilerinin Pliyosenden günümüze dek devam eden kıvrımlanmaları bu bölgede Arabistan-Avrasya yaklaşmasının hala faal olduğunu göstermektedir.

Doğu Anadolu’da bu yakınlaşma, okyanusal dalmaya imkan bulunmadığından kıtasal yamulmaya dönüşerek iki ana yolla karşılanmaktadır. Bir yandan Anadolu levhası Kuzey ve Doğu Anadolu transform fayları boyunca batıya sürüklenmekte, Karlıova ekleminin doğusunda da önemli bir kısmı bir melanj kamasında ibaret olan kıta kabuğunun kıvrım ve bindirme tektoniği vasıtasıyla kolaylıkla kısalıp kalınlaşmaktadır. Karlıova ekleminin doğusunda gerek Üst Miyosen gerekse Pliyosen tortuları genel olarak D-B doğrultulu eksenler etrafında kıvrımlanmışlardır. Doğu Anadolu’da ki bütün yapı aileleri Bölgedeki yamulmanın kısmen K-G sıkışma ve D-B genişleme (yanal atımlı faylar ve açılma çatlakları) kısmen de K-G sıkışma ve kabuk kalınlaşması (kıvrımlar ve bindirmeler) şeklinde geliştiğini gösterirler. Doğu Anadolu’da bu yapıların tümünün önemli bir ortak özelliği devamlılıklarıdır. Bu yapıların devamlılığının nedeni yapıların çoğunun kısa mesafede birbirlerine dönüşmelerinin sonucudur ve Doğu Anadolu’nun muntazam fakat homojen olmayan bir şekilde K-G yönünde daraldığını gösterir. Kıvrımlar ve bindirmelerle belgelenen şiddetli bir K-G daralmanın hakim olduğu Doğu Anadolu’daki yüksek ve halen yükselmekte olan topografya ve 150 m.gal’lik Bouger yerçekimi anomalisi burada aynı zamanda kalın ve halen de kalınlaşmakta olan bir kıta kabuğunun bulunduğuna işaret eder. Doğu Anadolu’da ki kabuk kalınlığı Doğu Anadolu yığım karmaşığının sıkışıp kalınlaşmasının sonucudur. Yine Doğu Anadolu’da KB. İran’la birlikte aynı zamanda yoğun bir Tersiyer volkanizması da etken olmuştur. Üst Miyosen Pliyosende başlayan bu volkanizma çok yakın tarihi zamanlara hatta günümüze kadar diri kalmıştır. Bu volkanizma hem kalk-alkalen hem de alkalen kayaçlarla temsil olunur. Plaka altına halen dalan bir litosfer levhasının bulunması Doğu Anadolu’da ki volkanizmanın kıta kabuğunun kısmi ergimeye uğramasının ve açılma çatlakları boyunca yükselmenin sonucu olduğuna işaret eder. Buradaki kalk-alkalen volkanizma melanj kaması malzemesinden kısmi ergime sonucu oluşmuş volkanizmayı, alkalen volkanikler ise açılan K-G veya buna yakın doğrultulu açılma çatlaklarından yükselerek yüzeye yayılmış manto malzemesini temsil eder. Kabuk kalınlaşması ve açılma çatlaklarının oluşumu Doğu Anadolu’da ki sıkışma tektoniğinin eserleri olduğuna göre buradaki bunlarla ilgili magmatizma da aynı olayın sonucu olması gerekir. Zaman içerisinde alkalen volkanizmanın kalk-alkalen volkanizmaya nispetle artma göstermesi ise artan kabuk kalınlığına bağlı olarak giderek fazlalaşan litostatik basınç etkisiyle platoda sıkışıp kalınlaşma tektoniğine oranla, sıkışıp yanal genişleme (yanal atımlı faylar, açılma çatlakları) tektoniğin fazlalaştığını göstermektedir.

Özet olarak Doğu Anadolu’nun neotektoniği tek bir temel kaynaktan Arabistan-Avrasya yakınlaşmasının halen faal olmasından türemektedir. Ancak yukarıda da deyinildiği gibi platoyu devamlı yükseltmek yerçekimine karşı yapılan bir iş olduğundan giderek güçleşir. Bu nedenle Anadolu’nun önemli bir bölümü nü yatay olarak kolaylıkla dalıp batabilen Doğu Akdeniz litosferi üzerine itmek bu bölgeyi tümüyle kalınlaştırmaktan daha elverişli görülmektedir.

Bu olay iki parmak arasında sıkıştırılan bir limon çekirdeğinin parmakların arasından fırlamasına benzer bir olaydır. Bu olayın mekanik esasları şöyle açıklanabilir:

Bir hacmin kıvrım ve bindirmelerle daralıp kalınlaşabilmesi için (s 3) en küçük asal gerilmenin düşey olması gerekir. Ancak artan kabuk kalınlığı s z olarak adlandırılan litostatik basıncı arttıracağı için belirli bir kalınlıktan sonra s 3 + s z orijinal s z nin değerini geçerek onu düşey duruma getirir. Bu andan itibaren bölgede kıvrım ve bindirme tektoniği yanal atımlı fay tektoniğine dönüşür. Ancak hızlı erozyon durmuş olan yükselme nedeniyle daha önce erişilmiş olan yükseklikleri hızla aşındırır ve böylece s 3 ü tekrar düşeye iade eder. Böylece yukarıda anlatılanlar tekrarlanmış olur. Avrasya’ya nazaran batıya doğru itilmekte olan Anadolu levhasını doğu yarısında sınırlayan KAF ve DAF işte bu görevi yerine getirmek için oluşmuşlardır.

Bektaş (1981) KAF’ın yanal hareketinin doğuda Arabistan plakasının bağıl hareketinden kaynaklanmadığı görüşündedir. Yazar Arabistan plakasının kuzeye doğru hareketiyle Anadolu ve İran plakaları arasında bulunan Van plakasının kuzeye doğru sıkıştırılması sonucu Anadolu plakasının batıya doğru itilmesine dolayısıyla bunun KAF’ın sağ yanal hareketine neden olduğu kararındadır. Diğer taraftan aynı araştırıcı bölgesel ve global ölçekli yatay yöndeki kabuk kalınlığı değişikliklerinin kabuk içi büyük gerilmelere neden olduğu ve KAF sistemi fayları ile birlikte dar rift zonları altında manto yükselmesi ihtimali de dikkate alınırsa KAF sistemi mekanizmasında yatay, düşey ve kabuk içi gerilmelerin etkinlik kazandığı belirtilmiştir. Bu nedenle araştırmacı plaka hareketlerinin kuramsal mekaniğinin daha da karmaşık bir durum kazanacağını ve KAF sistemi faylarının labaratuvar deneyi sonuçları ile açıklanmasının güçleşeceğini ileri sürmüştür.

Türkiye’nin büyük doğrultu atımlı faylarının oluşumunda tartışma konusu yapılan durumlardan birisi de bu fayların oluşumuna neden olan Arabistan plakasının hareket doğrultusudur. Genelde araştırmacılar bu hareket yönünün doğrultusunu yaklaşık K-G kabul etmelerine karşın detaya inildiğinde bazı yazarlar hareketi KD yönlü olarak kabul ederken, bazıları KB yönlü kabul etmektedir. Bunlardan Arpat ve Şaroğlu (1972); Antakya grabenindeki çekme gerilmesinin meydana getirilebilmesi için Arabistan plakasının bağıl hareketinin KD yönünde olması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Buna karşın Tatar (1978); bu yönün doğu kesimde KAF’a dik DAF’a ise paralel olduğunu ileri sürerek mekanik açıdan bu durumun uygun düşmediğini belirtmiştir. Ayrıca yazar gerek kendi bulgularını gerekse Kromberg (1978), Canıtez (1973) ve Alptekin (1973)’in bulgularını delil göstererek Arabistan plakasının hareketinin KKB-GGD doğrultusunda olması gerektiğini savunmuştur. Diğer taraftan yazar bölgedeki diğer önemli yapısal unsurların duruşlarının böyle bir kuvvet doğrultusuyla uyuştuğunu belirtmiştir.

Ayrıca KAF için başka bir mekanik sorunda bu fayın dış bükey bir yay oluşturması ve bu nedenle fayın batı kesiminin mevcut kuvvet doğrultularına göre sağ yanal bir atım meydana getirmesinin güç olacağı görüşüdür. Bu sorunla ilgili hala makul bir çözüm getirilmiş değildir.

Neotektonik dönemde araştırmacıların karşısına çıkan yapılar başlıca üç grupta toplanmaktadır. Bunlar;

1-Eski yani paleotektonik yapılardan hiç etkilenmeyen tamamen yeni yapılardır. Buna ülkemiz açısından, KAF, DAF ve Ege Grabenlerinin neotektonik dönemde oluşmuş olan genellikle D-B grabenleri örnek verilebilir. (Asi Yapılar)

2-Eski yapıları az veya çok izleyen anlamda kısmen ve özellikle konumları açısından etkilenmiş olan yeni yapılar. Örnek olarak; Ecemiş Çukuru Fayı (Kaim Yapılar)

3-Konum ve türleri neotektoniğin kinematiğine uygun oldukları için evrimlerini değişikliğe uğramadan sürdüren yapılar. (Hortlak Yapılar) olarak sınıflamak mümkündür.

Ege’de ki neotektonik dönemi başlatan hareketler hakkında başlıca iki görüş öne sürülmüştür. Bunlardan birisi Ege’nin Hellenik dalma-batma zonu etkisinde gelişmiş bir kenar denizi olduğu görüşü, diğeri ise Ege’nin D-B daralma sonucu K-G yönde açılmaya başladığı görüşüdür.

Bu iki görüşten birincisi sadece mekanik bir yaklaşım olup çok fazla kabul görmemiş, buna karşın ikinci görüşün daha tutarlı bir görüş olduğu kabul edilmiştir. İkinci görüşe göre Anadolu bloğunun batıya hareketinin Yunan makaslama zonu boyunca frenlenmesi bölgede genel bir D-B sıkışmaya neden olmuş ve bu sıkışma Ege bölgesinde K-G açılma ile karşılanmaya çalışılmıştır. Tüm Doğu Anadolu orojenik zonu içerisinde neotektonik rejimin gösterdiği düzenlilik ve özellikle zamanlamadaki uygunluk bu bölgedeki tüm neotektonik evrimin tek bir kaynaktan türemediğini göstermektedir. Bu nedenle Ege’yi bu sistemin diğer parçalarından soyutlamak mümkün değildir. Ege’nin Hellen hendeğinin gerilmesi sonucu gerilmeli bir fay sistemi olarak oluştuğunu ileri süren modellerin karşılaştığı en büyük güçlük Ege’de ki neotektonik yamulmanın tamamen Yunan makaslama zonunun güneyi ile sınırlı kalması ve Doğu Akdeniz’in özellikle Anadolu’nun neotektonik evrimi ile gösterdiği mükemmel zamansal uyumudur. Öte yandan ikinci modelin karşılaştığı en önemli güçlük ise sadece D-B daralma etkisi ile Ege’de Tortoniyenden beri gelişen en az %30 K-G genişlemeyi gerçekleştirebilmektedir. Gerçi D-B daralma aynı yönde uzanan D-B serbestleme yapıları oluşturmakla birlikte Ege’de bildiğimiz büyük genişlemeleri temsil eden graben sistemlerini oluşturabilmek için faal bir K-G çekme gerekir. O halde bu çekmenin kökenine göz atıldığında bir makaslama çifti gerilmesi bu soruya en uygun cevabı verir. Anadolu bloğunun batıya doğru kaçışı yalnız KAF boyunca hareketli değil özellikle Orta Anadolu’yu bir ağ gibi ören ve buradaki büyük ovaları sınırlayan verev atımlı faylar boyunca meydana gelen hareketle de karşılanmaktadır. Bu faylar değiştirilmiş bir Prandtl hücresi içinde oluşan kayma düzlemlerine benzetilmiştir. Bu benzetmede KD-GB doğrultulu sağ yanal atımlı faylar için yeterince bulunmuş, KB-GD doğrultulu sol yanal atımlı faylar için tek örnek bulunamamıştır. Buradan hareketle Prandtl hücresi benzerinin Türkiye arazisi için asimetrik geliştiği ve Anadolu’nun GD’ ya iç bükey dilimler şeklinde Doğu Akdeniz’in okyanusal litosferi üzerine atıldığı ortaya çıkmaktadır. Ege bu dilimlerin en batıda ki ve en büyük alanıdır. Dilimlerin birbirlerine göre yaptıkları hareket sonucu Ege dilimi içerisinde makaslama yamulması oluşmuş ve bu makaslama çifti Ege genişleme alanını doğurmuştur. Ege’nin genişlemesi, genişlemenin en rahat olabileceği yani çevrede en çok okyanusal litosfer olan en batı bölgeden başlamış ve genişleme rejimi Anadolu içlerine kadar gittikçe azalan bir şiddetle ilerlemiştir. Ege graben sistemi doğu ve KD’ da sınırlandırdıkları düşünülen KB-GD doğrultulu muhtemel yanal atımlı fay sistemlerine de bu görüş açıklık kazandırmış bulunmaktadır. Bunlar Ege bölgesinde etkili olmuş makaslama sistemine ait antiriddle kesmeleridir. Hellen hendeğine paralel gelişen, hendeğe hem dik hem de paralel genişleme ile kesimin yamulma hareketlerinin Ege’nin diğer bölgelerinden farklı olarak buradaki yamulma elipslerinin her iki ekseni de pozitif uzamaya sahiptir. Güney Ege’de Hellen hendeği ile bunun daha gerisinde ve kuzeyinde kalan bir hat arasındaki bölge Ege’de ki hendek gerilmesi sonucu gelişen tek alanı temsil etmektedir.

TÜRKİYE’DE Kİ NEOTEKTONİK YAPILARIN KARAKTERİSTİKLERİ
Güneydoğu Anadolu bindirmesinin yaşı Orta Miyosen sonrasıdır. Bu bindirme Orta Miyosende başlamıştır ve halen günümüzde de devam etmektedir. Bu bindirme yaklaşık 20 km. kadar güneye ilerlemiştir.

KAF ve DAF için kesin bir oluşum yaşı verilememektedir. Burada sadece yaklaşımlar vardır. Ancak şunu söyleyebiliriz ki Anadolu-Afrika levhasının çarpışmasından sonra oluşmuş yapılardır. Pavoni (1961) KAF için Erken Tersiyer yaşta olabileceğini ileri sürmüş olmakla birlikte daha sonra yapılan detay çalışmalar bu yaş aralığını daha geç zamanlara taşımıştır. Ketin (1976) KAF’ın rift zonu içinde Orta Miyosenden daha yaşlı sedimentler bulunmadığını belirtmiştir. Abdusselamoğlu (1959) Mudurnu civarında elde ettiği bulgulara dayanarak faylanmanın en azından Pliyosenden önce hareket etmeye başlamış olduğunu belirtmiştir. Tatar, Erzincan dolaylarında fay kollarından birinin pliyosen çökelleri ile örtüldüğünü belirterek faylanmanın Pliyosenden önce başlamış olması gerektiğini savunmuştur. Seymen Reşadiye dolayında yaptığı çalışmada Pontidlerle Anatolidler arasında ve Burdagaliyende meydana gelen bindirmenin fayla kesildiğini ve ötelendiğini belirterek faylanmanın Burdagaliyen sonrası meydana geldiğini göstermiştir. Seymen ve Aydın Göynük civarında Alt Miyosen yaşlı kayaçların faylanmadan etkilendiğini ve atıldığını belirtmiştir. Ayrıca Canıtez, Arpat ve Şaroğlu fay boyunca yılda 1-2 cm’lik ortalama bir hareketin varlığını belirtmiştir. Eğer bu oranı kabul edip aynı zamanda fay boyunca ortalama 80 km’lik bir atım göz önüne alınırsa bu hızla bu atımın meydana gelmesi yine Burdagaliyen-Pliyosen arasına denk düşmektedir.

Barka (1984), KAF’ın yaşı ile alakalı şu görüşü ileriye sürmüştür. Yazara göre fay ilk kez Tortoniyen sırasında oluşmaya başlamış Mesiniyen ile Pliyosenin hemen başında fayın terslenme gösterdiği belirtilmiştir. Yine aynı araştırıcıya göre Pliyosen-Erken Pleistosen döneminde KAF’ın ana kırığının oluştuğu ve deformasyonun geniş alanlar yerine yalnız fay düzlemi boyunca yanal hareketler şeklinde ortaya çıktığını belirtmiştir. DAF üzerinde KAF’ ta olduğu kadar çok çalışma yapılmamıştır. Bu nedenle faylanmanın yaşı konusunda yeterli oranda veri yoktur. Gölbaşı civarında Erdoğan tarafından yapılan bir çalışmada Güneydoğu Anadolu bindirmesinin faylanmadan etkilendiğini ve 25 km. kadar ötelendiğini belirtmiştir. Buda bize en azından DAF’ın Güneydoğu Anadolu ana bindirmesinden sonra meydana geldiğini göstermektedir.

Faylanmaların yaşı ile ilgili bütün bu veriler fayları oluşturacak yırtılmaların en azından Orta Miyosen ile Pliyosen arası bir dönemde yani Türkiye için öngörülen neotektonik dönemde meydana geldiğini göstermektedir. Kökeninde yukarıda söz edilen yapılarla ilişkili olan Batı Anadolu grabenlerinin faylarıda yine neotektonik dönemde oluşmuş kırıklardır.

Bu yapılarla ilgili atımlara gelince Güneydoğu Anadolu bindirmesinin atımı yaklaşık 20 km. kadardır. Doğrultu atımlı faylara gelince bunların toplam atımı üzerinde çok değişik görüşler ileriye sürülmüş durumdadır. 300-400 km’den 15 km’ye kadar değişen değerler verilmektedir. Pavoni KAF’ın güneyinde kalan Amasya Jurası ile fayın kuzeyinde kalan Bayburt Jurasını karşılaştırarak KAF’ın 400 km. civarında bir toplam atımı olduğunu ileri sürmüştür.

Bu konuda Seymen Amasya-Reşadiye civarında yaptığı gözlemlerde Pontid Anatolid kenet kuşağının faylanmadan etkilenmiş olup ve KAF ile atılmış durumdadır. Araştırmacı atımın 85 ± 5 km olduğunu ileri sürmüştür. Bu arada Tatar Erzincan civarında 50 km kadar bir atım belirlemiş ve bunun Seymen’in bulguları ile uyuştuğunu belirtmiştir. Tokay KAF’ın 60-80 km kadar bir toplam atım sunduğunu ileri sürmüştür. Bergounan (1975) Erzincan civarında 100-120 km kadar bir atımdan söz etmiştir. Barka ise Havza-Ladik civarında 25 ± 5 km’lik bir atım bulmuştur. KAF’ın atımı üzerinde genel olarak kabul gören bir görüş fayın doğu kesimlerdeki atımın batı kesimine göre daha fazla olduğudur.

DAF’ın toplam atımı üzerinde daha az sayıda kaynak bilgi mevcuttur. Üç lokasyonda verilen değerler şu şekildedir: Göynük civarında 22 km, Gölbaşı civarında 20 km, Pötürge civarında Fırat nehrinin fay zonundaki sol yanal atımda 15 km dolayında olduğu belirtilmektedir.

Yard. Doç. Dr. Mehmet

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Ocak 2007       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kuzey Anadolu Fayı'nın Keşfi

Sponsorlu Bağlantılar

ALT BAŞLIKLAR:
KAF’ın Keşfinin Tarihçesi İncelenirken Karşılaşılan Temel Sorun
Kuzey Anadolu Neo-Tetis Kenet Kuşağı'nın Keşfinin Tarihçesi
KAF’ın Keşfinin Tarihçesi
KAF’ın Keşfinin Uluslararası Yankıları
KAF’ın Keşfinin Türkiye İçin Önemi Kuzey Anadolu Neo-Tetis Kenet Kuşağı’nın Keşfinin Tarihçesi
Kober’in Dağoluş Teorisi ve Nedbe Kavramı: Kuzey Anadolu’da bir kenet kuşağının varlığını bilebilmek, herşeyden önce, kıtaların dünya yüzeyinde yatay devinim yaptıklarını kabul etmeyi gerektirir. Bu teori, ciddi olarak ilk kez 1910 yılında, ABD’li glasiyolog (buzulbilimci) Frank Bursley Taylor; 1912 yılında da Alman meteorolog ve jeofizikçi Alfred Lothar Wegener tarafından ortaya atılmıştır. Bundan önce, Türkiye de dahil olmak üzere birçok ülkeyi doğudan batıya kateden büyük dağ silsileleri gibi dağ kuşaklarının, jeosenklinal (=yer teknesi) denilen ince uzun, tekne şekilli denizel havzalardan türediği sanılırdı. Bu varsayımsal ince uzun havzaların, iki kıta arasında, yerkürenin ısı kaybı sonucu kuruyan bir elma gibi büzülerek sıkıştığı ve içlerindeki tortul kayaçların buruşup kıvrılarak, havzayı iki yandan daraltan kıtaların kenarları üzerine yığıldığına inanılırdı (Şekil 1).
Jeosenklinali sınırlayan iki kıtaya doğru itilmiş bu kayaç paketlerini, Avusturyalı ünlü jeolog Leopold Kober’in lik kez 1914 yılında ortaya attığı gibi, ya bir ara masifin (Eduard Suess’ten alınan Almanca bir ifade ile Zwischengebirge) ya da bir nedbenin (Almanca: Narbe veya “doruk hattı”; Scheitelungslinie) ayırdığı zannedilirdi. Bu nedbe, Fransızca literatürde ‘cicatrice’ olarak bilinir. Narbe (=yara izi) ve cicatrice (=yara veya dikiş izi) sözcükleri, dikkat edilirse, birbirinden bir zamanlar ayrı bulunan iki yapının birleştiği çizgi anlamındadırlar. Daha açık bir ifadeyle, nedbe, jeosenklinalin ısıl büzülmenin doğurduğu sıkışma sonucu daralmasıyla meydana gelen dağ kuşaklarının iki kanadını birleştiren çizgiyi betimler.
Ernst Nowack ve Paflagonya Nedbesi: Bu nedbenin Türkiye’de görüldüğü konusunda yine Kober tarafından, 1914 yılında yapılmış olan ilk yayın tamamen kuramsaldır (Şekil 2). Bu yayından çok daha yaygın olarak bilinen, Kober’in, 1921 yılında yayımlanmış ve 1928’de ikinci baskısını yapmış olan ünlü Der Bau der Erde (Arzın Yapısı) adlı tektonik ders kitabındaki Şekil 26, bütün yerbilimleri çevrelerini etkilemiştir. Bu etkinin izleri, Türkiye konulu bölgesel literatürdeki ilk yankısını, 1926-1927 yıllarında T.C. Ticaret Vekâleti’nde demir-çelik sanayii yerbilim uzmanı olan Avusturyalı jeolog Ernst Nowack’ın (Şekil 3) Ankara’dan hareketle Türkiye’nin kuzeybatı bölgelerinde yapmış olduğu jeolojik ve coğrafi araştırma gezilerinin raporlarında bulmuştur. Bunların, hiç şüphesiz en önemlisi ve literatürde en çok ilgi görmüş olanı, 1928’de, Alman Jeoloji Cemiyeti (Deutsche Geologische Gesellschaft) dergisinde ve 1932’de Centralblatt’da yayımlanmış raporlardır. Nowack, kabaca, Ereğli-Sinop Beypazarı-Ankara dörtgeni içinde kalan alanlardaki yapısal jeoloji ve stratigrafik gözlemlerine dayanarak, Çerkeş-Devrez Çayı boyunca uzanan bir ezilme hattı keşfetmiş (Şekil 4); bunu Wilser ve Eduard Suess’ün daha önceki yayınlarında tanımlanmış olan Pontik (Türkiye sınırları içindeki Karadeniz) silsileleri ile Dinarik (Türkiye sınırları içindeki Toroslar ve Orta Anadolu) silsileleri arasındaki ayrım hattı olarak tanımlamıştır (Şekil 5) .
Bu hat üzerinde sıcak su kaynaklarının bulunduğuna da dikkat çeken Nowack, bu çizginin, tüm Kuzey Anadolu’da dağ silsilesini batıdan doğuya kesen devasa bir hat olduğunu belirtmiş ve vatandaşı Kober’in terimini kullanarak, bu çizgiye Paphlagonische Narbe (Paflagonya Nedbesi) adını vermiştir. Dinarik ve Pontik sistemlerini ayırdığı varsayılan bu nedbe, Nowack’a göre, Kober’in narbesinin görevini görmektedir.
Nowack, 1932 yılındaki yayınında, daha kuzeyde Ereğli-İnebolu hattı arasında benzer bir diğer hat bulunduğunu öne sürmüş, buna da Ereğli çizgisi (Ereğli-Linie) adını vermiştir (Şekil 6). Aynı yayında Nowack, Ereğli çizgisi ile Paflagonya Nedbesi arasında kalan alana, yine Kober’in terminolojisini kullanarak Zwischengebirge (=ara masifi) yorumunu getirmiştir.
Wilhelm Salomon-Calvi ve Tonale Hattı: 1930’lu yıllarda Almanya’da esen Nazi rüzgârları, Musevi kökenli, Heidelbergli büyük üstad Wilhelm Salomon-Calvi’yi, 1934 yılında Türkiye’ye taşımıştır (Şekil 7). Geçen yüzyıl sonunda, Alpler’deki Adamello masifinde doktorasını yapan Salomon-Calvi, burada Kuzey Alpler ile Güney Alpler’i ayıran önemli bir kırık hattı keşfetmiş, buna da, hattın en belirgin olduğu Tonale geçidine atfen (Tonale Hattı (=Tonalelinie) adını vermiştir. 1905 yılında Salomon Calvi, Tonale bölgesindeki çalışmalarından hareketle, Tonale Hattı’nın, Eduard Suess’ün Alpid ve Dinarid dağ kuşağı sistemlerini birbirinden ayıran büük bir bölgesel hat olduğunu öne sürmüş (Şekil 5), 1932 yılında, bu hattın Alpler’in batısına da taşarak Korsika Adası’na kadar uzandığını varsaymıştır.
Salomon-Calvi, Türkiye’deki çalışmalarına önce Ankara çevresinde başlamış, daha sonra ilgisini kuzeye çevirmiştir. Türkiye’ye gelmeden hemen önce, Kober ve Stille’nin kuramsal çatısının artık geçersiz olduğunu farkeden Salomon-Calvi, Wegener’in kıtaların kayması teorisinin ateşli bir savunucusu olmuş; Korsika’dan Yugoslavya’ya kadar uzattığı Tonale Hattı’na da bu çerçevede bir kıta-kıta çarpılma hattı olarak baştan yorumlamıştır. Bu yeni yoruma göre Kober’in nedbesi, aslında, iki kıtanın birbirleriyle çarpıştıktan sonra kenetlendikleri bir kenet kuşağıdır. Salomon-Calvi, bu yepyeni kavrama bir de yeni terim türetmiş ve synephie (sinafi= eski Yunanca’daki sunafeia: birlik, ritm birliği, uyum) adını vermiştir.
Salomon-Calvi 1937 yılında, Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü Çalışmaları serisinde 53 numara olarak yayımladığı Geologische Beobachtungen in der Türkei (Türkiye’de Jeolojik Gözlemler) dizisi makalelerinin, “Tonale Hattı’nın Türkiye’deki Devamı” adını verdiği dokuzuncusunu bu konuya ayırarak, Ernst Nowack’ın tanımladığı, Türkiye’nin kuzeyindeki Paflagonya Nedbesi’nin aslında bir sinafi olduğun vurgulamış, bu hattın doğuda İran içlerine, hatta Güneydoğu Asya’ya kadar izlenebileceğini öne sürmüştür. Onun bu önemli yorumunu, o zamanlar pek az jeolog anlayabilmiş, hele ülkemizde bu önemli yayın ne yazık ki hiçbir yankı yapmamıştır.
Daha sonra MTA Enstitüsü’nde de çalışan Salomon-Calvi’ye, ünlü Rus jeolog Ivan Muşketov’un kendisi gibi ünlü bir jeolog olan oğlu Dimitri Muşketov başvurarak, Türkiye’nin yapısı hakkında derli toplu bir eserin bulunmadığını vurgulamış ve Salomon-Calvi’den bu konuda bir eser yazmasını rica etmiştir. Salomon-Calvi, bu konuda o zamana kadar yapılmış çalışmaların yetersiz olduğunu bildiği halde, bir özet yazmaya karar vermiş ve o yıllarda ülkemiz hakkında kaleme alınmış en önemli tektonik sentezi oluşturan ünlü makalesini MTA dergisinde yayımlamıştır. Burada Paflagonya Nedbesi’ni ilgilendiren kısım, üstâdın, makalesinin 57. ve 61. sayfaları arasında verdiği yorum kısmıdır (Die Deutung der paphlagonischen Narbe: Paflagonya Nedbesi’nin Yorumu). Burada Salomon-Calvi, Wegener teorisine göre Paflagonya Nedbesi’nin veya kendi terimi ile Tonale Hattı’nın (Şekil 8) kuzey kıtaları ile Gondwana kıtaları arasındaki çarpışma kuşağı olduğu yorumunu ayrıntılarıyla tekrarlamış ve bu nedbenin, makalesinde sözü geçen depremlerden de görülebileceği gibi, hâlâ faal olduğu tezini, aynen selefi Nowack gibi tekrar ederek vurgulamıştır.
İhsan Ketin’den Önce Türk jeologların Kuzey Anadolu Deprem Kuşağı Hakkındaki Yayınları: Türkiye’de yerbilimin tanıtılıp örgütlenmesinde kuşkusuz en çok hizmeti geçen kişilerden İstanbul Üniversitesi Jeoloji Ord. Profesörü Hamit Nafiz Pamir’in (Şekil 9) İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Mecmuası’nda, 1944 yılında yaptığı yayın, bir Türk tarafından Kuzey Anadolu deprem hattı üzerine yapılan ilk sentez denemesidir. Ne var ki, bu deneme, Nowack ve Salomon-Calvi’nin (yanlış olduğu İhsan Ketin’in 1948’deki makalesiyle ortaya çıkan) tezlerinin, yeni deprem olaylarıyla sözde desteklenen bir tekrarı olmaktan ileri gidememiştir. Ketin tarafından daha sonra geliştirilen, Kuzey Anadolu’daki depremlerin, bahsi geçen nedbeden tamamen bağımsız yepyeni bir yapının sonucu oldukları görüşü, bu depremler üzerindeki atımların ayrıntılarıyla haritalanarak kinematik-mekanik yorumları yapılmadığından, bu tarihlere kadar hiçbir jeolog tarafından anlaşılamamış, çoğu bu nedbeyi bir sıkışma kuşağı olarak yorumlamıştır. Pamir’in 1944’de tam onaltı yıl sonra, 1960’da Dinamik Jeoloji ders kitabının ikinci baskısının ikinci cildinde, Kuzey Anadolu Deprem Kuşağı’nı aynen 1944’de yaptığı gibi bir “bere” (=cicatrice) olarak yorumlaması, İhsan Ketin’in 1948’deki fikirlerinin, yani sağ yanal doğrultu atımlı KAF savınını, kendisine hâlâ ne derece yabancı olduğunu göstermesi bakımından aydınlatıcıdır: “Orta Anadolu sıradağlarıyla Karadeniz sıradağları arasında, Samanyı yarımadasından ve doğurda hemen hemen Erzurum’a kadar takip olunabilen bir dağlık bölge devam etmektedir. Bolu, Ilgaz masifleri, Yeşilırmak ve Kelkit boyunda uzanan dağlar buraya aittirler. Takriben doğu-batı doğrultusunda olan bu dağların çekirdekleri Paleozoik formasyonlardan müteşekkil olup İkinci ve Üçüncü Zaman tabakalarıyla örtülüdürler. Bölge Alp orojenezi ile bir dip antiklinali vücude getirmiş, fakat temellerinin çoktan pekleşmiş olması dolayısı ile kenarları, uzunluğuna faylarla kırılmıştır. Bu suretle batıdan doğuya doğru Düzce, Bolu, Gerede, Niksar, Çerkeş, Ilgaz, Tosya, Kargı, Suluova, Erbaa, Kelkit, Suşehri, Erzincan, Erzurum ve Aras çukurları teşekkül etmiştir. Bütün bu tektonik çöküntü havzalarında eskiden beri şiddetli depremler olduğu gibi 1939’dan beri de âfet şeklinde sarsıntılar vuku bulmuştur. Bu son depremlerde, söylenen bölgelerde, yerde büyük dislokasyon yarıkları hâsıl olmuştur. Hemen hepsi aynı doğrultuda olan bu yarıkların birinin bittiği yerde diğeri başlamıştır. Bu suretle doğuda Sansa boğazından itibaren batıda Abant Gölü’ne kadar takriben 850 km. uzunluğunda bir dislokasyon çizgisi husûle gelmiştir. 1939’dan beri vuku bulan depremler, Kuzey Anadolu’nun önemli bir beresi olan bu büyük fayı bunun yakınınıdaki daha küçük dislokasyonları meydana çıkarmıştır.” Pamir’in o zaman ülkemizde yaygın kullanılan ders kitabında yanal atımlı faylardan çok yüzeysel olarak bahsedip, buna ülkemizden örnek vermemesi ve bu çerçevede KAF’tan hiç bahsetmemesi, 1960’lı yılların başında, Türkiye yerbilimleri çevrelerinin Kuzey Anadolu Deprem Kuşağı’nın karakteri konusundaki fikirlerinin çok yalın bir göstergesidir. Nuriye Pınar-Erdem ile E. İlhan tarafından 1977 yılında yayımlanmış olan ve 4. notta bahsi geçen makale de bu duruma çarpıcı ve bir o kadar da düşündürücü bir örnek teşkil eder. Buna karşılık, Ketin’in 1957 yılında ilk baskısını yapan Umumî Jeoloji ders kitabında aynı konuda yazılanlara bakalım: “Arzkabuğunun hâlen faal durumlu, hareketli bölgelerindeki fayların ekserisi ise doğrultu atımlı faylardır. Bunlar uzun mesafeler boyunca devam ederler ve Arz kabuğunu uzun bloklara ayırırlar. Çanakkale’den Erzincan doğusuna kadar uzanan ‘Kuzey Anadolu Deprem Çizgisi’, büyük ölçüde böyle bir fay olduğu gibi, Kaliforniya’daki Sand Andreas fayı da aynı karakterdedir.”
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Ocak 2007       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Türkiye deprem selliği

ssssam8
Son düzenleyen Blue Blood; 30 Ocak 2007 23:22 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Ocak 2007       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ege'deki faylar

ssssnb1

Benzer Konular

11 Şubat 2008 / _cesminaz_ Türkiye Coğrafyası
1 Ocak 2018 / Misafir Türkiye Coğrafyası
15 Mayıs 2009 / ThinkerBeLL Türkiye Coğrafyası
11 Şubat 2008 / Misafir Türkiye Coğrafyası