Bir Türk Milliyetçilik Tarihi ve Coğrafyası
Cumhuriyetten Önce
Türk milliyetçiliği, Alman modelinin başlattığı çizgide, 19. yüzyılın ‘geç kalmış’ milliyetçilikleri genel bağlamında ortaya çıktı. Türk milliyetçiliğinin tam anlamıyla şekillendiği Birinci Dünya Savaşı yıllarında, bütün imparatorluklar dağılıyor ve milliyetçilik dünya çapında meşruiyet kazanıyordu. Türk milliyetçiliği, aynı zamanda, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki rakip milliyetçi akımlardan beslenmiş, bunlara tepki olarak geliştirilmiş ve bunların getirdiği sınırlamalara maruz kalmıştı. Osmanlı reformcuları, esas olarak devletin modernleştirilmesini hedefliyorlardı, imparatorluğu bu yolla koruyabileceklerini umdukları için, bu hedef milliyetçi bir boyut taşıyamazdı. Osmanlı eliti, pek çok etnik gruptan bireyler barındırıyordu ve bunların ortak çabası Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmadan modern dünyaya katılmasını sağlayacak bir dönüşüm gerçekleştirmekti. Çeşitli dinsel ve etnik grupların mensuplarından oluşan bu elit, hiç değilse Balkan Savaşlarına kadar, imparatorluğun ayakta kalabileceği yolunda iyimser bir inancı paylaşıyordu. Bugünden geriye bakarak, Osmanlılık’a bu bağlılığın safiyane olduğu hükmünü vermek yanlış olur.1912 sonrasında ise, hem Düvel-i Muazzama (Büyük Devletler) arasındaki rekabet hem de güçlenen yerel milliyetçilikler, imparatorluğun dağılması sürecine tersine çevrilemez bir ivme kazandırdı. Birinci Dünya Savaşı, daha geniş ölçekte, imparatorlukları modernleştirme yolundaki girişimlerin sona ermesi anlamına geldi. İmparatorluklar yıkılırken, milliyetçilikler büyük bir zafer kazanıp dünya sahnesine egemen oldu.
Ama Birinci Dünya Savaşı öncesinde dahi, elitlerin bir kısmının Osmanlılık idealine bağlı olmasına karşın, milliyetçi fikir akımları imparatorluğun çeşitli halkları üzerinde etkili bir güç haline gelmişti. Bir başka deyişle, her etnik grupta hem milliyetçiler hem de Osmanlıcılar vardı. Bu politik farklılıkları sosyal konumlara indirgemek güç de olsa, etnik grup içi çatışmanın (Rum, Ermeni ve daha sonra Arap halkları içindeki ihtilafların) nedenlerinden birinin, rakip elitlerin varlığı olduğu yolunda son derece güçlü bir tez ortaya konmuştur.[1] Bu teze göre, elit rekabeti ve eski elitlere karşı duyulan öfke, yeni ortaya çıkan ve yükselme emelleri taşıyan elitlerin milliyetçiliğini besleyen önemli bir faktör olmuştur. Daha geleneksel elitler Osmanlı İmparatorluğu’na sadakat göstermiş olabilir, ama muhtemelen daha ticarî nitelik taşıyan ve yeni yeni palazlanan rakip gruplar, geleneksel elitlere karşı ideolojik silah olarak milliyetçilik fikrine sarılmayı tercih etmişti.
Oysa Türk milliyetçiliğinin oluşumunda elitler arası rekabetin etkisi söz konusu değildi. Osmanlı elitinin Türk milliyetçisi olan kesimi, imparatorluğun devlet sınıfının bir parçasıydı, dolayısıyla başlangıçta Osmanlıcılık projesine bağlılık duyuyordu. İmparatorluktaki tüccarların çoğu ve yeni zenginleşen ticaret grupları Rumlar ve Ermeniler olduğu için, benzer ekonomi tabanlı bir rakip Türk eliti ortaya çıkmadı. Türk-Müslüman eliti içinden sonunda boy gösteren milliyetçilik ne nitelik taşırsa taşısın, bu akımın belirgin, kendine özgü bir sosyal tabanı olmadığı açıktır. Jön Türkler, elit içindeki milliyetçiler olarak, sosyal tabanlarıyla değil, gençlikleriyle ve benimsedikleri ideolojik çizgiyle farklılaşıyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı sonrası döneme kadar Türklük, somut bir referans noktası olmayan bir kavramsal kurgu olma özelliğini sürdürdü. Karışık evlilikler (farklı ‘ırk’lardan kişilerle evlenmeler), Osmanlı hanedanından başlayarak toplumun bütün katmanlarında yayılmış bir uygulamaydı -Osmanlılarda validesultanın, imparatorluğun uzak bir köşesinden veya imparatorluk sınırları dışından getirilip İslâm dinini ‘kabul eden’ bir Hıristiyan olması, istisna değil, kuraldı. Yüksek devlet yöneticileri arasında da, yükselme fırsatı elde etmek için din değiştiren Avrupalılar yer almaktaydı. Özellikle Tanzimat okulları açıldıktan sonra, taşranın ileri gelenleri, oğullarını öğrenim görmeleri için İstanbul’a gönderdiler, bu gençler İstanbul’da Osmanlı tarzında sosyalleşeceklerdi. Bir diğer deyişle, yönetici elit Osmanlı’ydı ve bu koşullarda imparatorluk merkezinde Türklük’ün, etnik bir üstünlük ideolojisine doğal dayanak oluşturmaya başlaması söz konusu değildi.[2] Osmanlı elitinin kültürü olan ‘karışım’dan farklı bir Türk kültürünün tanımlayıcı unsurlarının neler olacağı henüz keşfedilmemişti veya teorize edilmemişti -dolayısıyla, bir politik programın parçası olarak sunulamazdı.
Aslında, ‘Türk’ tanımının kendisi, imparatorluğa ve imparatorluk nüfusuna dışarıdan empoze edilmişti. İmparatorlukta, sadece, ‘cahil ve kaba’ Anadolu köylülerine Türk (“Etrak-ı bî-idrak”) denirdi. Avrupa’da ise, öteden beri, imparatorluktan “Türkiye” ve imparatorlukta yaşayanlardan da -özellikle küçümseyici bir dil kullanılmak istendiğinde- “Türkler” diye bahsediliyordu. Avrupa dillerindeki bu tercih, kuşkusuz, imparatorluğa ilişkin örtük bir değerlendirmeyi yansıtıyordu -yani, Avrupalıların gözünde, Osmanlı İmparatorluğu, Türklerin diğer halkları, özellikle Hıristiyanları boyunduruğu altında tuttuğu despotik bir devletti. Dolayısıyla, ‘Türklük’ etiketinin elit tarafından sahiplenilmesi, imparatorluğun etnik niteliği hakkındaki bu basitleştirici Batılı perspektifin kabulü anlamına geliyordu.
İmparatorluğun son döneminde, entelektüel hayatta milliyetçi düşüncenin ilk etkileri belli belirsiz hissedilmeye başladı ve zaman içinde, Türk milliyetçiliği, rakip milliyetçiliklerle etkileşimi sayesinde tedricî olarak daha belirgin bir biçim kazandı. Ama bu, aşama aşama ilerleyen bir “ulusal uyanış” süreci değildi, sonunda elit için Türk milliyetçiliğini geçerli çözüm yolu olarak benimseten kritik gelişme, savaşlar ve imparatorluğun toprak kayıplarına uğrayıp küçülmesiydi. Başka bir deyişle, milliyetçilik, öncü milliyetçi entelektüellerin başlattığı bir gelişim süreciyle kök salan bir duygusal birikime dayanmıyordu, daha ziyade elitin politik bir tercihi olarak ortaya çıktı.
Bu dönemin önde gelen üç milliyetçi entelektüelinin yaşam öyküleri bu iddiayı desteklemektedir. Yusuf Akçura, Rus İmparatorluğu’ndaki Kazan Tatarlarından bir burjuva ve entelektüel ailenin çocuğuydu (Georgeon, 1980). Akçura’nın milliyetçiliği, önceleri Rus İmparatorluğu’nun hâkimiyetine karşı oluşturulmuş bir tavır olarak Pantürkist nitelik taşıyordu. Paris’teki eğitiminin ardından İstanbul’a gelen Akçura, milliyetçilik hareketinin liderlerinden ve teorisyenlerinden biri oldu. Ziya Gökalp Diyarbakırlı bir Kürt’tü: İstanbul’a görece geç gelmiş olan Gökalp için de, milliyetçilik politik bir tercihti (Parla, 1985; Berkes, 1964). Gökalp’i milliyetçiliğe yönelten akıl yürütme, pragmatikti: Türklük, geleceğin devletinde kültürel bir dayanışma oluşturma şansı taşıyan birleştirici bağ olabilirdi. Tekin Alp, Yahudi kökenli bir Orta Avrupalı’ydı, dolayısıyla Tekin Alp için, Pantürkizm (bu akımın belli başlı eserlerinden birini kaleme almıştır), entelektüel bir deneyim olmaktan öte bir anlam taşıyamazdı. Jön Türk döneminde İstanbul’da faal olan ünlü sosyalist Alexander Helphand (Türkçe metinlerinde Parvus takma adını kullanmıştır) da, bu üç isme eklenebilir. Parvus Efendi, milliyetçi akıma yazıları ve konferanslarıyla katkıda bulunmuş, Türklük’ün uyanışına anti-emperyalist bir boyut eklemeye çalışmıştır (Sencer, 1977). Dolayısıyla, başka yerlerde olduğu gibi Türkiye’de de milliyetçilik, fikir adamlarının çabalarıyla doğmuştu, ama Türkiye’de bu akımın doğuşunda rol oynayanların büyük bir bölümü, “dışarıdan” gelmişti.
Çokkültürlü bir imparatorluk fikrine karşı daha kendiliğinden gelişen tepkileri inceleyince, imparatorluğa yeni gelenlerin bu alanda da ağırlıklı rol oynadığını görürüz. Jön Türkleri, devlet modernleşmeciliğinin milliyetçi versiyonundan yana tavır almaya zorlayan önemli bir maddî gelişme, imparatorluk küçüldükçe, kaybedilen toprakları terk edip batı Anadolu ve Trakya’da yerleştirilen rövanşist bir Müslüman nüfusun ortaya çıkmasıydı. Toprakları giderek küçülen imparatorluğa yerleşmek zorunda kalan bu grup, dışlayıcı milliyetçilik fikrini ülkeye getirerek siyaset sahnesinde yer aldılar.[3] Bu göçmenler, yeni kaybedilen topraklarda evlerinden barklarından koparılmalarına yol açan çatışmalara tepki göstererek, İslâmcı düşünceyi veya Türk milliyetçiliğini benimsediler. Örneğin, 1910 yılında Balkanlar’dan gelip Batı Anadolu’ya yeni yerleşen Müslümanlar ile yakın köylerde yaşayan Osmanlı Rumları arasında bir dizi çatışma yaşandı, mal-mülklerinin talan edilmesinin ardından Rum köylüler, Ege’nin öteki tarafına göç etti. Ege kıyıları, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin darbeyle iktidara el koyduğu 1909 yılı ile nüfus mübadelesinin yapıldığı 1923 yılı arasında, az çok sürekli olarak, etnik çatışmalara sahne oldu (Hirschon; Arı, 1995; Pentzopoulos, 1962). İmparatorluğun doğusunda da benzer bir dinamik söz konusuydu. Bu bölgede Ermeniler ile Müslümanlar arasındaki çatışmalar, özellikle Kürtlerin yeni iskân edildiği yerlerde görülüyordu: Devletin yerleşik hayata geçirmek için iskâna tâbi tuttuğu aşiretlere, Ermeni köylerinin yakınlarında toprak verilmişti. Bu nedenle, Ermeniler ile Kürtler arasında, hayvan otlatılacak veya daha büyük bir olasılıkla ekilen alanların genişletilmesi için kullanılacak topraklar konusunda rekabet potansiyeli büyüktü. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Müslümanlar ile Ermeniler arasında en önemli etnik çatışmalar, Çukurova bölgesinde yaşanmıştır. Bu bölgede Ermenilerin toprak mülkiyeti genişlerken, kentsel alanda ve hinterlantta etnik güç dengeleri hızla değişiyordu.
Bu etnik ve proto-milliyetçi çatışmaların ne derece kendiliğinden geliştiği tartışmalıdır. Her olayda devletin kışkırtması yoksa da, en azından resmî makamlardan destek sağlanmış ve onay verilmiş olması ihtimali yüksektir -Rumlara karşı, İttihat ve Terakki yönetimi, Ermeni örneğinde ise, Kürt aşiretlerinden kurduğu Hamidiye Alayları aracılığıyla Abdülhamit müdahalede bulunmuştur. Yunan irredantizminin ve Ermeni milliyetçiliğinin, daha sonra milliyetçiliğe dönüşen resmî tepkinin ifadesini bulduğu ortamı yarattığını söylemek gerekir. Önce Çukurova’da, daha sonra da İstanbul’da, binlerce Ermeni’nin kıyımına yol açan 1895-1896 olayları, Avrupa’nın dikkatini kendi davaları üzerine çekmeyi uman Ermeni milliyetçileri tarafından kışkırtılmıştı. Rekabet halindeki milliyetçilikler, Büyük Devletlerin karmaşık güç oyunlarında birer koz olarak kullanılıyordu.
1912–1913 Balkan Savaşları, milliyetçi retoriğin popülerleşmesi açısından bir dönüm noktasıydı. Selânik’in Yunanistan’ın eline geçmesi, Edirne’nin işgali ve Bulgar ordusunun Çatalca’ya kadar ilerlemesi, çeyrek milyon Müslüman’ın Bulgaristan ordusundan kaçarak İstanbul’a sığınması, imparatorluğun bekasına yönelik tehdidin çok somut bir biçimde hissedilmesine yol açmıştı. Kentli nüfus, politik hayata katılmaya -milliyetçi mobilizasyon doğrultusunda- ilk kez bu dönemde teşvik edildi. Bu hareketlenme, İttihatçı elitin titizlikle oluşturduğu resmî politikanın, kitlesel destek temelinde geçerlilik kazandığı ilk örnek oldu (Ahmad, 1993; Zürcher, 1993).
Daha sonra, Birinci Dünya Savaşı döneminde milliyetçi söylem devlet elitinin diğer kesimleri arasında da yaygınlık kazandı. Osmanlı ordusu, savaşın başlamasının üzerinden daha bir yıl geçmeden, Doğu cephesinde ve Çanakkale’de 200.000’in üzerinde asker ve çok sayıda subay kaybetti. Sınırlı sayıda istisna dışında, savaşta şehit düşenler Türk unsurundandı: ‘Cahil’ Anadolu köylüleri ve onlarla ortak bir etnik kökeni paylaştıklarını keşfeden subaylar. İmparatorluk yıkılırken, milliyetçi perspektife temel oluşturan, işte bu ‘keşif’ti.
*****
[1] Ermeni milliyetçiliğiyle ilgili olarak bkz. Hovannisian, 1967; Yunan milliyetçiliği hakkında ise, bu konudaki çeşitli makalelerin bir araya getirildiği derlemeler için bkz. Blinkhorn ve Veremis, 1990 ve Augustinos, 1977. Dawn ise, rekabet halindeki elitler tezini Arap milliyetçiliği için kullanmaktadır: Dawn, 1977, ayrıca bkz. Zeine, 1973.
[2] Yine de bu hususta, Kushner’in (1997) iddialarına da bkz. Kushner’e göre, bir Türklük duyarlılığı daha eski tarihlere kadar geriye götürülebilir. Bunun doğru olması mümkünse de, Birinci Dünya Savaşı’na kadar Türk milliyetçiliği marjinal bir entelektüel seçenek durumundaydı ve Jön Türklerin yönetici kadroları tarafından da Türkçülük’e kuşkuyla yaklaşılıyordu.
[3] Önce 1878 savaşında, daha sonra da Balkan Savaşlarında, küçülen imparatorluğa göç etmek zorunda kalan nüfus iki milyona ulaşmıştı.
Sponsorlu Bağlantılar
Türk milliyetçiliği, Alman modelinin başlattığı çizgide, 19. yüzyılın ‘geç kalmış’ milliyetçilikleri genel bağlamında ortaya çıktı. Türk milliyetçiliğinin tam anlamıyla şekillendiği Birinci Dünya Savaşı yıllarında, bütün imparatorluklar dağılıyor ve milliyetçilik dünya çapında meşruiyet kazanıyordu. Türk milliyetçiliği, aynı zamanda, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki rakip milliyetçi akımlardan beslenmiş, bunlara tepki olarak geliştirilmiş ve bunların getirdiği sınırlamalara maruz kalmıştı. Osmanlı reformcuları, esas olarak devletin modernleştirilmesini hedefliyorlardı, imparatorluğu bu yolla koruyabileceklerini umdukları için, bu hedef milliyetçi bir boyut taşıyamazdı. Osmanlı eliti, pek çok etnik gruptan bireyler barındırıyordu ve bunların ortak çabası Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmadan modern dünyaya katılmasını sağlayacak bir dönüşüm gerçekleştirmekti. Çeşitli dinsel ve etnik grupların mensuplarından oluşan bu elit, hiç değilse Balkan Savaşlarına kadar, imparatorluğun ayakta kalabileceği yolunda iyimser bir inancı paylaşıyordu. Bugünden geriye bakarak, Osmanlılık’a bu bağlılığın safiyane olduğu hükmünü vermek yanlış olur.1912 sonrasında ise, hem Düvel-i Muazzama (Büyük Devletler) arasındaki rekabet hem de güçlenen yerel milliyetçilikler, imparatorluğun dağılması sürecine tersine çevrilemez bir ivme kazandırdı. Birinci Dünya Savaşı, daha geniş ölçekte, imparatorlukları modernleştirme yolundaki girişimlerin sona ermesi anlamına geldi. İmparatorluklar yıkılırken, milliyetçilikler büyük bir zafer kazanıp dünya sahnesine egemen oldu.
Ama Birinci Dünya Savaşı öncesinde dahi, elitlerin bir kısmının Osmanlılık idealine bağlı olmasına karşın, milliyetçi fikir akımları imparatorluğun çeşitli halkları üzerinde etkili bir güç haline gelmişti. Bir başka deyişle, her etnik grupta hem milliyetçiler hem de Osmanlıcılar vardı. Bu politik farklılıkları sosyal konumlara indirgemek güç de olsa, etnik grup içi çatışmanın (Rum, Ermeni ve daha sonra Arap halkları içindeki ihtilafların) nedenlerinden birinin, rakip elitlerin varlığı olduğu yolunda son derece güçlü bir tez ortaya konmuştur.[1] Bu teze göre, elit rekabeti ve eski elitlere karşı duyulan öfke, yeni ortaya çıkan ve yükselme emelleri taşıyan elitlerin milliyetçiliğini besleyen önemli bir faktör olmuştur. Daha geleneksel elitler Osmanlı İmparatorluğu’na sadakat göstermiş olabilir, ama muhtemelen daha ticarî nitelik taşıyan ve yeni yeni palazlanan rakip gruplar, geleneksel elitlere karşı ideolojik silah olarak milliyetçilik fikrine sarılmayı tercih etmişti.
Oysa Türk milliyetçiliğinin oluşumunda elitler arası rekabetin etkisi söz konusu değildi. Osmanlı elitinin Türk milliyetçisi olan kesimi, imparatorluğun devlet sınıfının bir parçasıydı, dolayısıyla başlangıçta Osmanlıcılık projesine bağlılık duyuyordu. İmparatorluktaki tüccarların çoğu ve yeni zenginleşen ticaret grupları Rumlar ve Ermeniler olduğu için, benzer ekonomi tabanlı bir rakip Türk eliti ortaya çıkmadı. Türk-Müslüman eliti içinden sonunda boy gösteren milliyetçilik ne nitelik taşırsa taşısın, bu akımın belirgin, kendine özgü bir sosyal tabanı olmadığı açıktır. Jön Türkler, elit içindeki milliyetçiler olarak, sosyal tabanlarıyla değil, gençlikleriyle ve benimsedikleri ideolojik çizgiyle farklılaşıyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı sonrası döneme kadar Türklük, somut bir referans noktası olmayan bir kavramsal kurgu olma özelliğini sürdürdü. Karışık evlilikler (farklı ‘ırk’lardan kişilerle evlenmeler), Osmanlı hanedanından başlayarak toplumun bütün katmanlarında yayılmış bir uygulamaydı -Osmanlılarda validesultanın, imparatorluğun uzak bir köşesinden veya imparatorluk sınırları dışından getirilip İslâm dinini ‘kabul eden’ bir Hıristiyan olması, istisna değil, kuraldı. Yüksek devlet yöneticileri arasında da, yükselme fırsatı elde etmek için din değiştiren Avrupalılar yer almaktaydı. Özellikle Tanzimat okulları açıldıktan sonra, taşranın ileri gelenleri, oğullarını öğrenim görmeleri için İstanbul’a gönderdiler, bu gençler İstanbul’da Osmanlı tarzında sosyalleşeceklerdi. Bir diğer deyişle, yönetici elit Osmanlı’ydı ve bu koşullarda imparatorluk merkezinde Türklük’ün, etnik bir üstünlük ideolojisine doğal dayanak oluşturmaya başlaması söz konusu değildi.[2] Osmanlı elitinin kültürü olan ‘karışım’dan farklı bir Türk kültürünün tanımlayıcı unsurlarının neler olacağı henüz keşfedilmemişti veya teorize edilmemişti -dolayısıyla, bir politik programın parçası olarak sunulamazdı.
Aslında, ‘Türk’ tanımının kendisi, imparatorluğa ve imparatorluk nüfusuna dışarıdan empoze edilmişti. İmparatorlukta, sadece, ‘cahil ve kaba’ Anadolu köylülerine Türk (“Etrak-ı bî-idrak”) denirdi. Avrupa’da ise, öteden beri, imparatorluktan “Türkiye” ve imparatorlukta yaşayanlardan da -özellikle küçümseyici bir dil kullanılmak istendiğinde- “Türkler” diye bahsediliyordu. Avrupa dillerindeki bu tercih, kuşkusuz, imparatorluğa ilişkin örtük bir değerlendirmeyi yansıtıyordu -yani, Avrupalıların gözünde, Osmanlı İmparatorluğu, Türklerin diğer halkları, özellikle Hıristiyanları boyunduruğu altında tuttuğu despotik bir devletti. Dolayısıyla, ‘Türklük’ etiketinin elit tarafından sahiplenilmesi, imparatorluğun etnik niteliği hakkındaki bu basitleştirici Batılı perspektifin kabulü anlamına geliyordu.
İmparatorluğun son döneminde, entelektüel hayatta milliyetçi düşüncenin ilk etkileri belli belirsiz hissedilmeye başladı ve zaman içinde, Türk milliyetçiliği, rakip milliyetçiliklerle etkileşimi sayesinde tedricî olarak daha belirgin bir biçim kazandı. Ama bu, aşama aşama ilerleyen bir “ulusal uyanış” süreci değildi, sonunda elit için Türk milliyetçiliğini geçerli çözüm yolu olarak benimseten kritik gelişme, savaşlar ve imparatorluğun toprak kayıplarına uğrayıp küçülmesiydi. Başka bir deyişle, milliyetçilik, öncü milliyetçi entelektüellerin başlattığı bir gelişim süreciyle kök salan bir duygusal birikime dayanmıyordu, daha ziyade elitin politik bir tercihi olarak ortaya çıktı.
Bu dönemin önde gelen üç milliyetçi entelektüelinin yaşam öyküleri bu iddiayı desteklemektedir. Yusuf Akçura, Rus İmparatorluğu’ndaki Kazan Tatarlarından bir burjuva ve entelektüel ailenin çocuğuydu (Georgeon, 1980). Akçura’nın milliyetçiliği, önceleri Rus İmparatorluğu’nun hâkimiyetine karşı oluşturulmuş bir tavır olarak Pantürkist nitelik taşıyordu. Paris’teki eğitiminin ardından İstanbul’a gelen Akçura, milliyetçilik hareketinin liderlerinden ve teorisyenlerinden biri oldu. Ziya Gökalp Diyarbakırlı bir Kürt’tü: İstanbul’a görece geç gelmiş olan Gökalp için de, milliyetçilik politik bir tercihti (Parla, 1985; Berkes, 1964). Gökalp’i milliyetçiliğe yönelten akıl yürütme, pragmatikti: Türklük, geleceğin devletinde kültürel bir dayanışma oluşturma şansı taşıyan birleştirici bağ olabilirdi. Tekin Alp, Yahudi kökenli bir Orta Avrupalı’ydı, dolayısıyla Tekin Alp için, Pantürkizm (bu akımın belli başlı eserlerinden birini kaleme almıştır), entelektüel bir deneyim olmaktan öte bir anlam taşıyamazdı. Jön Türk döneminde İstanbul’da faal olan ünlü sosyalist Alexander Helphand (Türkçe metinlerinde Parvus takma adını kullanmıştır) da, bu üç isme eklenebilir. Parvus Efendi, milliyetçi akıma yazıları ve konferanslarıyla katkıda bulunmuş, Türklük’ün uyanışına anti-emperyalist bir boyut eklemeye çalışmıştır (Sencer, 1977). Dolayısıyla, başka yerlerde olduğu gibi Türkiye’de de milliyetçilik, fikir adamlarının çabalarıyla doğmuştu, ama Türkiye’de bu akımın doğuşunda rol oynayanların büyük bir bölümü, “dışarıdan” gelmişti.
Çokkültürlü bir imparatorluk fikrine karşı daha kendiliğinden gelişen tepkileri inceleyince, imparatorluğa yeni gelenlerin bu alanda da ağırlıklı rol oynadığını görürüz. Jön Türkleri, devlet modernleşmeciliğinin milliyetçi versiyonundan yana tavır almaya zorlayan önemli bir maddî gelişme, imparatorluk küçüldükçe, kaybedilen toprakları terk edip batı Anadolu ve Trakya’da yerleştirilen rövanşist bir Müslüman nüfusun ortaya çıkmasıydı. Toprakları giderek küçülen imparatorluğa yerleşmek zorunda kalan bu grup, dışlayıcı milliyetçilik fikrini ülkeye getirerek siyaset sahnesinde yer aldılar.[3] Bu göçmenler, yeni kaybedilen topraklarda evlerinden barklarından koparılmalarına yol açan çatışmalara tepki göstererek, İslâmcı düşünceyi veya Türk milliyetçiliğini benimsediler. Örneğin, 1910 yılında Balkanlar’dan gelip Batı Anadolu’ya yeni yerleşen Müslümanlar ile yakın köylerde yaşayan Osmanlı Rumları arasında bir dizi çatışma yaşandı, mal-mülklerinin talan edilmesinin ardından Rum köylüler, Ege’nin öteki tarafına göç etti. Ege kıyıları, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin darbeyle iktidara el koyduğu 1909 yılı ile nüfus mübadelesinin yapıldığı 1923 yılı arasında, az çok sürekli olarak, etnik çatışmalara sahne oldu (Hirschon; Arı, 1995; Pentzopoulos, 1962). İmparatorluğun doğusunda da benzer bir dinamik söz konusuydu. Bu bölgede Ermeniler ile Müslümanlar arasındaki çatışmalar, özellikle Kürtlerin yeni iskân edildiği yerlerde görülüyordu: Devletin yerleşik hayata geçirmek için iskâna tâbi tuttuğu aşiretlere, Ermeni köylerinin yakınlarında toprak verilmişti. Bu nedenle, Ermeniler ile Kürtler arasında, hayvan otlatılacak veya daha büyük bir olasılıkla ekilen alanların genişletilmesi için kullanılacak topraklar konusunda rekabet potansiyeli büyüktü. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Müslümanlar ile Ermeniler arasında en önemli etnik çatışmalar, Çukurova bölgesinde yaşanmıştır. Bu bölgede Ermenilerin toprak mülkiyeti genişlerken, kentsel alanda ve hinterlantta etnik güç dengeleri hızla değişiyordu.
Bu etnik ve proto-milliyetçi çatışmaların ne derece kendiliğinden geliştiği tartışmalıdır. Her olayda devletin kışkırtması yoksa da, en azından resmî makamlardan destek sağlanmış ve onay verilmiş olması ihtimali yüksektir -Rumlara karşı, İttihat ve Terakki yönetimi, Ermeni örneğinde ise, Kürt aşiretlerinden kurduğu Hamidiye Alayları aracılığıyla Abdülhamit müdahalede bulunmuştur. Yunan irredantizminin ve Ermeni milliyetçiliğinin, daha sonra milliyetçiliğe dönüşen resmî tepkinin ifadesini bulduğu ortamı yarattığını söylemek gerekir. Önce Çukurova’da, daha sonra da İstanbul’da, binlerce Ermeni’nin kıyımına yol açan 1895-1896 olayları, Avrupa’nın dikkatini kendi davaları üzerine çekmeyi uman Ermeni milliyetçileri tarafından kışkırtılmıştı. Rekabet halindeki milliyetçilikler, Büyük Devletlerin karmaşık güç oyunlarında birer koz olarak kullanılıyordu.
1912–1913 Balkan Savaşları, milliyetçi retoriğin popülerleşmesi açısından bir dönüm noktasıydı. Selânik’in Yunanistan’ın eline geçmesi, Edirne’nin işgali ve Bulgar ordusunun Çatalca’ya kadar ilerlemesi, çeyrek milyon Müslüman’ın Bulgaristan ordusundan kaçarak İstanbul’a sığınması, imparatorluğun bekasına yönelik tehdidin çok somut bir biçimde hissedilmesine yol açmıştı. Kentli nüfus, politik hayata katılmaya -milliyetçi mobilizasyon doğrultusunda- ilk kez bu dönemde teşvik edildi. Bu hareketlenme, İttihatçı elitin titizlikle oluşturduğu resmî politikanın, kitlesel destek temelinde geçerlilik kazandığı ilk örnek oldu (Ahmad, 1993; Zürcher, 1993).
Daha sonra, Birinci Dünya Savaşı döneminde milliyetçi söylem devlet elitinin diğer kesimleri arasında da yaygınlık kazandı. Osmanlı ordusu, savaşın başlamasının üzerinden daha bir yıl geçmeden, Doğu cephesinde ve Çanakkale’de 200.000’in üzerinde asker ve çok sayıda subay kaybetti. Sınırlı sayıda istisna dışında, savaşta şehit düşenler Türk unsurundandı: ‘Cahil’ Anadolu köylüleri ve onlarla ortak bir etnik kökeni paylaştıklarını keşfeden subaylar. İmparatorluk yıkılırken, milliyetçi perspektife temel oluşturan, işte bu ‘keşif’ti.
*****
[1] Ermeni milliyetçiliğiyle ilgili olarak bkz. Hovannisian, 1967; Yunan milliyetçiliği hakkında ise, bu konudaki çeşitli makalelerin bir araya getirildiği derlemeler için bkz. Blinkhorn ve Veremis, 1990 ve Augustinos, 1977. Dawn ise, rekabet halindeki elitler tezini Arap milliyetçiliği için kullanmaktadır: Dawn, 1977, ayrıca bkz. Zeine, 1973.
[2] Yine de bu hususta, Kushner’in (1997) iddialarına da bkz. Kushner’e göre, bir Türklük duyarlılığı daha eski tarihlere kadar geriye götürülebilir. Bunun doğru olması mümkünse de, Birinci Dünya Savaşı’na kadar Türk milliyetçiliği marjinal bir entelektüel seçenek durumundaydı ve Jön Türklerin yönetici kadroları tarafından da Türkçülük’e kuşkuyla yaklaşılıyordu.
[3] Önce 1878 savaşında, daha sonra da Balkan Savaşlarında, küçülen imparatorluğa göç etmek zorunda kalan nüfus iki milyona ulaşmıştı.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!