Arama

Küresel Politikalar ve Türkiye'de Madencilik Sektörü

Güncelleme: 24 Şubat 2006 Gösterim: 26.333 Cevap: 10
CANCER_TURK - avatarı
CANCER_TURK
Ziyaretçi
28 Ekim 2005       Mesaj #1
CANCER_TURK - avatarı
Ziyaretçi
Türkiye de petrol olduğu biliniyor ama neden çıkarılmıyor ile ilgili bir yazı.
MUTLAKA OKUYUN…………………
Sponsorlu Bağlantılar

Devlet büyükleri de bu konuda bir şey yapmıyor diye eleştiriliyor.Eskiden savaş zamanlarındaki yapılan bir anlaşmayla "Türkiyenin bilmem kaç yılına kadar petrol çıkarma çalışması yapması yasak" maddeli bir anlaşmaya Türkiye imza atmış durumda.Bu yüzden devlet büyüklerimizde elleri kolları bağı duruyor ve bunu da halkımıza açıklayamıyor ve milletin gözünde vatanı satıyor yada hain gibi suçlamalara maruz kalıyorlar.Gazeteci Vedat Yenerer in yazısını aktarayım



GAZETECI VEDAT YENERER'IN YAZISI.....
Petrol yoksa cikartma ruhsati neden vermiyorsunuz..?
Degerli okurlar,
Gecenlerde Turkiye-Suriye sinirinda uydu verilerine gore petrol denizi oldugu iddiasini yazmistim. Yazi sonrasinda Silopi'de madencilik yapan Besir Yilmaz aradi. Yazacaklarimi lutfen iyi okuyun…!
Besir Yilmaz telefonda :
- Vedat bey, gelin Silopi'de Cudi eteklerine sizi gotureyim de petrolu kendi gozunuzle gorun..! diyerek feryat ediyordu.
- Nasil yani..! diye sordugumda anlatmaya basladi :
- Biz aileden madenciyiz. Irak sinirinda yaklasik 300 km ya da bir baska deyisle yaklasik 150 milyon ton asfaltit madeni buldum.. Bu madeni bir sure resmi olarak islettikten sonra devlet 1978 yilinda kamulastiriyoruz, diyerek el koydu. Rezervin de 50 milyon ton oldugu iddia edildi.
Madem asfaltit rezervi az, neden el koyuyorsunuz.
Dunyanin neresine giderseniz gidin asfaltit maddesi bulunan her yerin altinda petrol vardir. Silopi'nin alti da petrol denizidir. Yaz aylarinda etraftaki ocaklardan resmen petrol akar ve Hezil Cayi’na karisir. Gelin gorun..! Sadece petrol degil, burada cok zengin uranyum ve nikel madeni de var..!
- Nereden biliyorsunuz..?
- Turkiye'deki analizlere guvenmedigim icin madenin her tarafindan ornekler alarak Almanya'ya bizzat goturdum ve analiz yaptirdim. Raporlari gonderdim size. Sonuclar elimde, Yatagan ve Tuncbilek'e gore iki misli rakamlar var. Dunyanin en onemli uranyum madenlerinden birisi buradadir ve aktif haldedir.
Besir Yilmaz'in anlatacak o kadar çok seyi var ki makineli tufek gibi ardarda siraliyor. Ben de zaman zaman araya girip soru soruyorum :
- Petrol oldugunu nereden biliyorsunuz..?
- Bu bolgede Ingilizler 1967-87 de petrol aramislar. Acilan kuyulardan gokyuzune dogru 100 metre kadar petrol fiskirmis. Ardindan kapatmislar ve betonlamislar. Benim madenimin yaninda da bu kuyudan var ve vanasini gelin birlikte acalim, eger beton ve civa basip tikamadilarsa bakalim ne kadar petrol fiskiracak. Donemin koyluleri arasinda hala yasayan gorgu taniklari var ve petrolun 100 metre kadar fiskirdigini gorenler var.
Besir Yilmaz konustukca pur dikkat dinlemeye devam ediyorum..
- Vedat bey, asfaltit maddesi olan her yerde petrol vardir. Eger petrol yoksa bana neden petrol cikartma ruhsati vermiyorlar..?
Musul ve Kerkuk'un rakimi 80-100 metre civarindadir. Cudi Dagi'ndaki petrolumuz resmen Irak'a dogru akiyor ve basta Ingilizler ve
ABD bunu biliyor..
Besir Yilmaz bugunlerde Silopi'ye bile zor gider hale gelmis. Devlet, kamulastirilacak diye el koydugu madeni simdi Turgay Ciner'in sahibi oldugu Park Holding'e devretmis. Durum boyle olunca, Yilmaz da dava ustune dava acmis ve yurutmeyi durdurma karari aldirmis. Eger tekrar el konulursa AIHM'ye basvuracakmis.
Kisacasi madeninin pesini birakmiyor ama artik bolgedeki asiret agalari da onun pesini birakmaz hale getirilmis. Butun dava tutanaklari elimde okudukca dehsete kapiliyorum.
Simdi sıkı durun... Besir Yilmaz, Basbakan Tayyip Erdogan'a bu durum uzerine basvurmus ve dilekce vermis. Dilekcede aynen soyle yaziyor :
- Burokrasi ve ceteler milletin hak ve hukukunu aramaktan bezdirmistir. Televizyonda ve basindaki konusmalarinizda ;
HORTUMCU CETELERIN VE BUROKRASININ USTUNE GIDILECEKTIR..! diyorsunuz. Millet buna cok seviniyor..
25 yildir gasp edilen madenimiz cete ve burokratlarin, anayasa, kanunlar ve insan haklari hice sayilarak ihale yolu ile peskes cekiliyor. Allah'a ve sizin yuksek adaletinize siginiyorum. Besir Yilmaz, devlet tarafindan el konulan mallarini ve bunun karsiliginda
devletin verdigi parayi yaziya eklemis :
1- 35 km yol yaptim.
2- 500 bin ton hazir cikarilmis komurum var.
3- 3,5 milyon metrekup hafriyat yapilmis.
4- Mazot tanklari.
5- Dinamit ambari.
6- Kantar ve kantar binasi.
Resmi olarak bana ait olan ve vergisini odedigim madenimde bugune kadar yaptigim isler ve halen bulunan demirbas ve cikarilmis maden icinde. Kenarda da 5.800.8000 TL. (Buna resmen gasp ve devlet teroru denir!) Besir Yilmaz, Basbakan Erdogan'a yazdigi dilekcede devam ediyor :
- Bu para halen bankada duruyor. Buna ragmen Turkiye Komur Isletmeleri ihaleyi adamlarina ve hortumculara peskes cekiyor..!
Besir Yilmaz'in bu basvurusuna Basbakan Erdogan bugune kadar cevap vermemis. Besir Yilmaz'dan al ve ABD baglantili sirketlere ver. Uranyum konusu da bir baska skandal.
Guneydogu resmen petrol denizi uzerinde ve Turkiye ABD Firmalarinin pesinde :
- Bize petrol bul, diye yalvariyor...! Iddialar devam ediyor :
- 6 Muhendisin kafalari kesildi.
TPIK diye Turkiye Petrolleri'nin kurdugu bir kurum yurt disina petrol arama islerine giriyor ve bugune kadar milyar dolar zarar
ediyor.
Besir Yilmaz diyor ki :
- Kimin hain kimin isbirlikci oldugunu anlamak cok kolay..! Eger bolgede petrol yok ise neden bana petrol cikartma ruhsati verilmiyor. Ruhsati verin 800 metreden petrolu cikartmazsam ben bu ulkeyi terk ederim.


MTA yillar once sondaj yapti. 480 metrede su bulundu ve ardindan delici aletin ucu kirildigi icin sondaja son verildi. Herkes bilir, sudan sonra petrol gelir. Biz yerli teknoloji ile 1200 metreye kadar sondaj yapabiliriz kimseye ihtiyacimiz yok. Izni versinler siz gorun petrol nasil fiskiracak..! Bu gorusmemizden bir gun sonra Besir Yilmaz tekrar aradi ve Soma'da gorevli bir muhendis ile gorusmemi isteyerek telefon numarasini verdi.
Adini burada yazmak istemiyorum.
Muhendis ile gorusmemde daha da carpici gercekler cikti ortaya;Alti ay kadar once Cudi daglari eteklerinde bulanan 6 insan iskeletinin ne oldugunu bilip bilmedigimi sordu. Ben de :
- Bilmiyorum, dedim. Muhendis ekledi :
- Bu iskeletler 18 yil once Cudi Dagi'nda kaybolan 6 Turk Petrol Muhendisinin iskeletleri. Kafalari kesilerek oldurulmus..!
Dondum kaldim. Ne diyeyim. Kendisi de muhendis oldugu icin yalan soylemiyordur diye dusundum.. Ardindan devam etti :
- Vedat bey, Turkiye maden bakimindan dunyanin en zengin ulkesi.


Siz Odemis yakinlarindaki Bozdag'in dunyanin en buyuk altin rezervi olan daglarindan biri oldugunu biliyor musunuz..?
Ama bu madenleri kimse cikaramaz. Hatta bu konunun uzerine giden gazeteciler olduruldu. Ugur Mumcu ve Cetin Emec'in oldurulmeden kisa bir sure once bu madenler uzerine gittigini biliyorsunuz her halde...! Ilgiyle dinledim. O kadar carpici seyler anlatti ki, yazmaya sayfalar yetmez.
Iddialarin hepsinin belgeli oldugunu soyleyen bu muhendis, gazete ve televizyon kanallarinda hicbir gazetecinin bu yonde bir haber
yapamadigini ve milletin resmen uyutuldugunu orneklerle anlatti.
Besir Yilmaz'a son sozum :
- Bana anlattiklarinizi Genelkurmay'a anlatiniz mi..? oldu. Aldigim cevap da aynen soyle :
- Vedat bey, her seyi belgeleriyle birlikte birkac kez askeri buyuklerimize anlattim ama bugune kadar bir arpa boyu ilerleme kaydedemedik..! Ne diyeyim, bu milleti korumaya yemin etmis olanlar utansin..!
Son sozum :
- AB ve ABD, PKK'yi bosu bosuna ozellikle bu bolgede guclendirip milletin basina bela etmedi. Bolgeye gelecek baris ortami Turkiye'yi ekonomik olarak ucuracak..!



Turkiye NE MUTLU TÜRKÜM DİYENETurkiye
CANCER_TURK - avatarı
CANCER_TURK
Ziyaretçi
28 Ekim 2005       Mesaj #2
CANCER_TURK - avatarı
Ziyaretçi
……….NEPTÜNYUM ELEMENTİ………

Sponsorlu Bağlantılar
IRAK”IN İŞGAL EDİLMESİNDEN SONRA ACABA ABD NEREYE YÖNELECEK ?

Neptünyum Elementi.
93 Atom Numaralı Neptünyum, radyoaktif
bir elementtir ve uranyum pillerinin üretiminde kullanılır.

1940'ta California Üniversitesi
profesörlerinden Amerikalı Mc Millan ve Abelson tarafından keşfedilen bu radyoaktif element ile son yıllarda enerji üretiminde had safhada faydalanılıyor. Üstelik de alternatifleri içinde en ucuza maledilen bir ELEMENT.


Neptünyum dünyada en çok nerede bulunuyor?
Bildiniz. Türkiye‘de.
Tahmin edilen rezerv
ne kadar ?


127.000 Ton.

Sonra hangi ülke geliyor ? Bulgaristan.

Onun rezervi ne kadar ?
Yani Bulgaristan’ın ?
2.500 Ton.




Peki sahip olduğumuz Neptünyum'un değeri ne kadar ?
Çok Şaşıracaksınız !

9 Trilyon $




Türkiye'nin
İç borcu 85 milyar $.
Dış borcu 125 milyar $. Toplam 220 milyar $.





Elimizdeki Neptünyum'un değerini tekrar ediyorum !

9 TRiLYON $




Yani toplam borcumuzun 40 kat fazlası. Önce Bor, sonra Toryum, şimdi de Neptünyum. Bilgilenmek ve bildirmek amacıyla lütfen sessiz kalmayınız.


Pekiii Batılı ülkeler tarafından içimize sokulan mütareke basınının adamları ne diyor biliyor musunuz geçenlerde?



"Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar zengin bir ülkedir" (Cüneyt Ülsever kendi köşesinde, Mehmet Ali Birand´da Viyana´da bir seminerde bizzat gözümüzün içine bakarak söylediler).



Peki kim işletecek bu madenleri ?




Bu iletiyi başkalarına da göndermek bizim için bir vatandaşlık borcudur, çünkü başka TÜRKİYE YOK !!!




BİLİNÇLİ VE DUYARLI
BİR TÜRK VATANDAŞI OLMA DİLEĞİYLE...


Turkiye NE MUTLU TÜRKÜM DİYENETurkiye
seburon - avatarı
seburon
Ziyaretçi
14 Kasım 2005       Mesaj #3
seburon - avatarı
Ziyaretçi
Ben Bu iki yazıyı okuduktan sonra mail list'imdeki 89 arkadaşıma gönderdim ve onlarında herbiri ortalama olarak 12 kişiye gönderdiğini düşünürseniz yarın 1068 kişi mail box'unda bu çarpıcı gerçekleri bulacak umarım burada bu yazıları okuyan diğer arkadaşlarda aynı davranışta bulunurlar ve bu bir tepki harekatına dönüşür.

"çok sessiz kaldık değilmi?"
Cage - avatarı
Cage
Ziyaretçi
19 Kasım 2005       Mesaj #4
Cage - avatarı
Ziyaretçi
Bazen insanlar inanmak istedikleri şeylere hiç araştırma yapmadan işin kaynağına inmeden inanmak gibi bir yanılgıya varmaktadır...

Birincisi size kim türkiyede petrol oldugunu söyledi ?... Petrol çıkartamayacağımıza dair imzaladığımız sözleşmenin ismi nedir ve ne zaman imzalandı ?... Madem böyle bir sözleşme var peki Batmanda neden petrol cıkarabiliyoruz bu, sözleşmeye aykırı bir davranış değil midir?...

Ülkemizde elbetde petrol var ancak bu petrol yani Batmanda cıkardıgımız petrol dahi kalın, yani kalitesiz bir petroldür. Kalın petrolün işlenmesi maliyeti arttırıcı bir etkidir ve astarı yüzünü gecmese bile gereksiz maliyet artışına neden olmaktadır.

Gelelim sondaj konusuna işin dramatik yanıda zaten burada ortaya çıkıyor. Ülkemizin şansa harcayacak ne parası nede teknik bilsisi vardır kaldı ki ülkemizde petrolun cıktıgı en yakın derinlik 1300Mt dir... Bunun ne kadar bir masrafa yol açtıgını tahmin edin üstelik bu vurulan sondaların boş cıkma olasılıgıda oldukça fazladır... Şansa harcayacak parası yoktur dememin nedeni budur.

İkinci konuda bor ve diğer elementler konusu o konuda sadece şunu söyleyeyim biz ülkemizde daha nükleer enerji kurulmuş değil kaldı ki kurulmasına da karşıyız alın size bir paradox şayet nükleer enerjinin kullanılması gibi bir şeyden söz etmek gerekirse öncelikle onu kullanabilecek alt yapıya sahip olunmalı yada bu alt yapıyı kabullenmemiz gerekmektedir.

Burada yapmamız gereken en önemli şey bakış acımızı biraz değiştirmek baştada söylediğim gibi inanmak istediğimiz şeylere inanmak bizleri boş hayallere dalmaya itmektedir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Kasım 2005       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yorumsuz..
Eklenmiş Dosyalar
Dosya Türü: pps osminyum.pps (108.0 KB, 268 gösterim)
cineli - avatarı
cineli
Ziyaretçi
10 Ocak 2006       Mesaj #6
cineli - avatarı
Ziyaretçi
selam arkadaslar sessiz kalmiyacagiz ve kalmamamiz lazim ben üstüme görev olarak almnydaki boardlri aktaracagim zaten ben almanyadan katiliyorum
yanliz ben bir seyi anlaymiyorum kusura bakmayin
bizim MESHUR medya ne yapiyor,mankencileri sarkicilari ceken medya nicin
bunlarla ilgilenmiyor
cünki cevabi sizler vericeksiniz
saygilarimla
ayrica kurban bayraminizi candan kutlar
Tigin - avatarı
Tigin
Ziyaretçi
10 Ocak 2006       Mesaj #7
Tigin - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Cage adlı kullanıcıdan alıntı

Bazen insanlar inanmak istedikleri şeylere hiç araştırma yapmadan işin kaynağına inmeden inanmak gibi bir yanılgıya varmaktadır...

Birincisi size kim türkiyede petrol oldugunu söyledi ?... Petrol çıkartamayacağımıza dair imzaladığımız sözleşmenin ismi nedir ve ne zaman imzalandı ?... Madem böyle bir sözleşme var peki Batmanda neden petrol cıkarabiliyoruz bu, sözleşmeye aykırı bir davranış değil midir?...

Ülkemizde elbetde petrol var ancak bu petrol yani Batmanda cıkardıgımız petrol dahi kalın, yani kalitesiz bir petroldür. Kalın petrolün işlenmesi maliyeti arttırıcı bir etkidir ve astarı yüzünü gecmese bile gereksiz maliyet artışına neden olmaktadır.

Gelelim sondaj konusuna işin dramatik yanıda zaten burada ortaya çıkıyor. Ülkemizin şansa harcayacak ne parası nede teknik bilsisi vardır kaldı ki ülkemizde petrolun cıktıgı en yakın derinlik 1300Mt dir... Bunun ne kadar bir masrafa yol açtıgını tahmin edin üstelik bu vurulan sondaların boş cıkma olasılıgıda oldukça fazladır... Şansa harcayacak parası yoktur dememin nedeni budur.

İkinci konuda bor ve diğer elementler konusu o konuda sadece şunu söyleyeyim biz ülkemizde daha nükleer enerji kurulmuş değil kaldı ki kurulmasına da karşıyız alın size bir paradox şayet nükleer enerjinin kullanılması gibi bir şeyden söz etmek gerekirse öncelikle onu kullanabilecek alt yapıya sahip olunmalı yada bu alt yapıyı kabullenmemiz gerekmektedir.

Burada yapmamız gereken en önemli şey bakış acımızı biraz değiştirmek baştada söylediğim gibi inanmak istediğimiz şeylere inanmak bizleri boş hayallere dalmaya itmektedir.


Türkiye ve Petrol
Tarih: 09.05.2003 Saat: 15:32
Konu:

Aşağıdaki söyleşiyi sonuna kadar okuyabilirseniz sanıyorum birçok konudaki, özellikle de petrol konusundaki, eksik bilgilerimizi tamamlayacaktır. Bu yazı Türkiye’nin stratejik kamu kuruluşlarını özelleştirme adı altında Türkiye'yi nasıl vesayet altına aldırmaya çalıştığını göstermesi açısından ders olur umuduyla...
Soru: Uzun yıllardır Türkiye'de petrol bulunmadığını duyarız. Son 20-30 yıldır da hiç kimse petrol sözü etmez olmuştu. Sonra siz çıkıp televizyonlarda "Türkiye'de çok zengin petrol yatakları var." dediniz. Sizi teyit eder bir konuşmayı da Hava Kuvvetleri Komutanı Cumhur Asparuk Pasa yaptı. Bu söylenenlerin aslı nedir?
Soru: Herhâlde bu konunun önemine binaen olsa gerek, yazılarınızda "Kurtuluşumuz Petrolde" temasını durmadan isliyorsunuz.


Dr. Emre: Evet, Kurtuluşumuz gerçekten petrolde. Sizin de belirttiğiniz gibi; Cumhur Asparuk Pasa, meclisin açılışı münasebetiyle verilen davette gazetecilere: "Bırakın Afganistan’ı, Türkiye'ye bakalım. Size;'6000 metre derinlerde, dünyanın en zengin petrol yataklarına sahibiz' desem, inanır misiniz?" seklinde bir cevap vermişti. İşin aslı şu: Paşa'ya Hindistan'da bulunan bir uzay üssünde, yüksek rütbeli bir Amerikalı subay; "Biz uydu ile araştırma yaptık, Türkiye'de çok zengin petrol yatakları var. Fakat 5-6 bin metre derinde" diyor. Biz bunu daha önceden biliyorduk. Paşa'ya, ve tabii tüm devlet erkânına, gerek petrol konusunda, gerekse diğer konularda hazırladığımız raporları yıllardır yolluyoruz.
Soru: Peki, hâl böyleyse, neden hâlâ enerjide, daha doğrusu petrolde dışa bağımlıyız? Bildiğim kadarıyla, ülkemizde çıkan petrol, ihtiyacımızın onda birini bile karşılamıyor. Ülkemizde petrol aramacılığı ne durumda?
Dr. Emre: Ülkemizde petrol aramacılığı tek kelimeyle felâket. Her geçen gün de daha da kötüye gidiyor. Oysaki bu konuda Yüceler Yücesi Atatürk'ün emri var. Ekonomik bağımsızlığımızın temini için, süratle petrolümüzü bulup isletmemizi emrediyor. Nitekim O'nun zamanında, bu işe dört elle sarılınıyor. 1934 yılında Trakya'da / Mürefte'de doğalgaz bulunuyor. O gün açılan kuyulardan çevredeki fabrikalar bugün bile faydalanıyorlar.
1926 yılında 792 sayılı Petrol Kanunu çıkarılıyor. 1933 yılında "Petrol Arama ve İsletme İdaresi" kuruluyor. 1935 yılında da MTA yani "Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü" kuruluyor. Görüldüğü gibi, her iyi iş gibi bunlar da Yüce Atatürk'ün devrinde yapılıyor. O devirde ciddi gayretler var. Türkiye'de 1953-54 yılları, petrol açısından dönüm yıllarıdır. İran’da Musaddik var. Petrolü millileştiriyor. Amerika Türkiye'ye bir nevi çıkarma yapıyor. Biliyorsunuz ayni yıl, üç önemli kanun çıkarılıyor. Elit'in Türkiye'ye ciddi olarak yüklendiği yıldır bu yıl. Tabii o zamanki durumu, bugünkü durumla karşılaştırmamak gerek. Bugün, Türk Devleti’ni ve ulusunu tamamen yok etmek üzere saldırıyorlar. Şimdiye kadar yüzlerce kanun çıktı. Halk arasında "Derwish Kanunları" diye adlandırılan kanunlardan her biri ülkeyi tamamen bitirmek için yeter de artar bile.
Soru: 'Petrol açısından dönüm noktası' sözü ile neyi kastediyorsunuz?
Dr. Emre: Şunu demek istiyorum: Bu 1954 yılında 6326 sayı ile kabul Edilen petrol kanunu, Türkiye'de petrol çıkarmak için değil, Petrol ÇIKARMAMAK için yapılmış bir kanun. Bu kanunun satır aralarına konan maddelerle, Türkiye'nin Kuzeydoğusu’nda petrol aranması yasak ediliyor ve bir de her petrol şirketine, bir yılda sadece on (10) delik açma izni veriliyor. Dikkat ediniz, milli şirket Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı da dahil bu kısıtlama ve yasaklara. Yüce Atatürk'ün emrinin tam aksine, petrol kanununu biz ABD kökenli Elit Max Ball'a yaptırıyoruz ve bunu TBMM'de kabul ediyoruz. Ve kendimize, kendi ülkemizde petrol aramayı yasaklıyoruz.
Düşünün ki, petrol Kuzeydoğu Anadolu'da neredeyse yüzeyde akıyor. Bu bölge Hazar ve Kafkas petrollerinin uzantısı. İnsanın kahrolmaması mümkün değil, bu kanunu kabul edenleri affetmesi mümkün değil. İnsan vatanına nasıl ihanet eder? Türk ulusuna bu bölgede yıllarca petrol aramak kanunla yasak edilmiş. Bu utanç verici, haince uygulama, ne yazık ki 1980 yılına kadar sürmüştür. 1980 sonrası, Enerji Bakanı olan Serbülent Bingöl beye telkin edilmek suretiyle, bu yasaklar petrol kanunundan çıkarılmıştır.
Soru: 1980'e varana kadar, anlaşılan hiç bir şey yapılmamış.
Dr. Emre: Hayır, öyle değil. 27 Mayıs Devrimi idaresi, biliyorsunuz çok önemli isler yaptı. Bunlardan bir tanesi, o meşhur demokrat Anayasadır. "Türkiye Cumhuriyeti Devleti sosyal bir hukuk devletidir." sözü vb. Kanun Komisyonu Başkanlığı da dahil birçok önemli görevleri üstlenmiş olan Sayın Ihsan Güven'in petrol konusunda çok büyük hizmetleri var. Ihsan Bey bir heyet hazırlayıp Amerika'ya göndermiştir. Heyetin görevi, derine yani 5-6 bin metreye inebilecek sondaj makineleri satın almak. Bütün uğraşılara rağmen ABD Elit'i, bu makinelerin satışına izin vermiyor. Bu kez ayni heyet, ayni gaye için Sovyetlere gönderiliyor. 10 makine için anlaşmaya varılıyor. Makinelerden birisi geliyor. 27 Mayıs idaresinin görevden ayrılmasından sonra ise, Diğer 9 makinenin gelmesi durduruluyor. Gerekçe; 'makinelerin solcu olması'. Aklınız alabiliyor mu? Makineler solcuymuş. şimdi TPAO'nun elinde olan tek derin sondaj makinesi bu. Tabii o da hâlâ iş görebilir durumda ise.
Soru: Siz, Türkiye'de petrolün genel olarak derinde 5-6 bin metrede olduğunu söylüyorsunuz. Ama TPAO'nun elinde derin sondaj makinesi olmadığını da iddia ediyorsunuz. Yani TPAO derinde petrol arama imkanına sahip değil mi?
Dr. Emre: Derine inecek sondaj makineniz yoksa, gayet tabii arama imkanınız da yok. Aklın yolu bir değil mi? Geçenlerde bir arkadaşım TPAO ile görüştü. Israrla sondaj makinelerinin sayısı, kabiliyeti ve kapasiteleri ile ilgili sorular sordu. Derine inebilen kaç makinemizin olduğunu sordu. Hiç cevap vermediler. Söyledikleri tek şey; "Siz neden bunlarla ilgileniyorsunuz?" oldu.
Soru: Söyledikleriniz çok ilginç. Bu durumda TPAO ciddi olarak ele alınmalıdır. Durum neredeyse bir güvenlik sorunu gibi görünüyor. TPAO'nun durumu nedir Ümit Bey?
Dr. Emre: Efendim, demin dedim ya; 6326 sayılı petrol kanunu, 6327 sayılı kanunla kurulan TPAO'nun daha başlangıçta elini kolunu bağlamıştı. Hani şu senede '10 delik sınırlaması ve Kuzeydoğu Anadolu'da petrol arama yasaklamasından' söz ediyorum. Bütün bunlara rağmen, yurtsever jeologlar, jeofizikçiler ve idari kadrolardaki memurlar tarafından çok önemli işler başarıldı. Bir kere Türkiye'de Şimdiye kadar yapılmış tüm jeolojik ve jeofizik araştırmalar TPAO kadrolarınca yapılmıştır. Bildiğim kadarıyla 22-24 yabancı şirketin Türkiye'de petrol arama imtiyazı vardır. Bunlar sahaların imtiyazını almışlar, ama hiç bir jeolojik, jeofizik araştırma yapmamışlardır. Eğer yapmışlarsa da devede kulak. Yararlı her türlü Çalışma için bu vatansever kadrolara teşekkür ve vefa borçluyuz. Fakat, Elit'in dikte ettirdiği politikalar sonucu artık bugün TPAO'yu bir mevta olarak kabul edebiliriz.
Soru: TPAO'nun durumunu baştan bugüne özetler misiniz? Ben şahsen bazı şeylerin aslını tam olarak bilmiyorum. Sanırım halkımız bu konuda daha da az bilgiye sahip.
Dr. Emre: Hemen, bastan sunu söylemek gerek. TPAO'nun tek elden yönetildiği, henüz içinden Tüpraş, Botaş vb. gibi kuruluşların çıkarılmadığı devirde bir uyum vardı ve bazı iyi şeyler yapılabiliyordu.Yani, TPAO'nun parçalanmadan önceki durumundan bahsediyorum. Ne yazık ki,TPAO yıllar içinde parçalanarak yok olma aşamasına getirilmiştir. Eskiden de TPAO'ya hep sekte vurulmuştur. Fakat şimdi öyle bir duruma gelindi ki, bir yandan Bakan Derviş, personel çıkarılmasını istiyor, Diğer yandan en verimli petrol bölgesi olan Adıyaman’da TPAO'nun arazi arabaları satılığa çıkarılıyor, öte yandan bütçesi sıfırlanıyor ve artık TPAO, Elit'in büyük şirketlerinin ibrik taşıyıcısı durumuna getiriliyor. Şimdi size bazı bilgiler vereceğim. Bunlar son derece önemli bilgiler. Sizde o zaman vahametin boyutunu daha iyi göreceksiniz. TPAO'nun kurulduğu günden bugüne kadar açtığı kuyu sayısı, kimilerine göre 2000, kimilerine göre 1600. Düşünün, tam 48 yılda sadece bu kadar. Şimdi size ABD'nin bir yılda açtığı kuyu şayisini söyleyeyim: 80 000.
Evet yanlış duymadınız, seksen bin. Evet, sadece bir yılda açılan kuyu sayısı bu! TPAO'nun açtığı bu kuyuların sadece bir kısmı arama sondajı. Diğer bir kısmi başka maksatlarla açılmış. TPAO'nun kurulduğu günden bu yana, ürettiği petrol aşağı yukarı 50 milyon ton. Şimdi ben size; 'Türkiye yılda 28-29 milyon ton petrol tüketiyor desem', bu 50 milyon ton petrol Türkiye'nin iki yıllık ihtiyacını bile karşılamaz. Kaba hesap 50 yıl 50 milyon ton. Buna üretim mi dersiniz?
Soru: Türkiye'nin yıllık petrol üretimi ne kadar?
Dr. Emre: Son rakamlara göre, aşağı yukarı 3,5 milyon ton.
Soru: Neden bu kadar az? Demin TPAO'nun yeterli sondaj makinesine sahip olmadığını söylediniz. Bunun gerçek sayısı ne kadar? TPAO'nun bütçesi ne kadar?
Dr. Emre: TPAO'nun elinde bazılarına göre 15, bazılarına göre de 18 sondaj makinesi var. Bunların tamamı 3 bin metrenin altına inemiyor. O Rusya'dan gelen hâlâ iş görüyorsa eğer, bu hesaba göre bir (1) derin sondaj makinesi var demektir. Bir önceki TPAO yönetim kurulu başkanının ifadesine göre TPAO'nun 120 milyon dolar olan bütçesi 30-40 milyon dolara indirilmiş durumda. Takdir edersiniz ki, böyle bir dramatik kısıntı, kurumu felç etmeye yeter. Bir normal sondajın masrafının 2 milyon dolar olduğu göz önüne alınırsa.
Soru: Ben de şimdi tam onu soracaktım.
Dr. Emre: Evet, normal bir sondaj bu fiyatlara. Fakat sondaj denizde ya da derinlerde yapıldığı zaman bu rakam tabii yükseliyor. şimdi TPAO'nun zaman içinde tedrici felç olusunu, yurt içi yatırımlarındaki rakamlara baktığımızda da görebiliyoruz. Örneğin, 1992 yılında 182 milyon dolar yurtiçi yatırım yapılırken, her yıl bu rakam belirgin olarak düşmüş, 1998 yılında da 57 milyon dolara kadar inmiş. 2002 yılında öngörülen yatırım sadece 28 milyon dolar. 1995-99 yılları arasında sondaj için sadece 7 milyon dolar harcanmış. Yıllık ortalama bir milyon dolardan biraz fazla eder. Bu rakamlar trajikomik bir gerçeğin ifadesidir. Neden mi? En ucuz sondaj 2 milyon dolar da ondan. Lütfen hortumlanan bankaların içini doldurmak için milletin ödediği milyar dolarları düşünün.
Soru: İnanılır gibi değil. İnsan sormadan edemiyor; TPAO ne yapıyor Allah aşkına?
Dr. Emre: Ben de merak ettim ve araştırdım. Olanları duyunca siz de inanamayacaksınız. Efendim, petrol denizi üzerinde oturan Türkiye'de sanki her şey kurumuş gibi, TPAO yurt dışına açılmış durumda. Kara paranın aklanma cenneti diye bilinen Jersey adalarında, TPIC diye bir şirket kurmuşlar. Bununla yurt dışında petrol arayacaklarmış. 'Peki şimdiye kadar ne yaptın' diye sorduğumuzda, verilen cevap da ilginç. İnanılır gibi değil ama, Avustralya'dan Mısır’a, Kazakistan'dan Pakistan'a varıncaya kadar bir sürü yerde sözde petrol aramışlar. 'Hani ne yatırdın, ne kazandın, bulduğun petrol nerde' diye sorulduğunda da alınan cevap, insanın kanını donduran cinsten. Bundan 2 yıl öncesine kadar yurt dışında harcadıkları para 870 milyon dolar. Şimdiye kadar geri dönen para ancak 300 milyon dolar. Yani, 570 milyon dolar batmış. Bu rakamlar Ali Türkoğlu'na ait. Yani TPAO'nun yönetim kurulu başkanına. Düşünün lütfen, bu ülkede petrol adına neredeyse bir çivi çakmayacaksın, ama yurt dışında, inanılmaz bir savurganlıkla 570 milyon dolar batıracaksın. Takdir edersiniz ki, savurganlık kelimesiyle söylenmesi gerekenlerin en hafifini ve kibarını söylüyorum. Yoksa bunun adının ne olduğunu herkes takdir eder.
Soru: İnsanın bunlara inanası gelmiyor.
Dr. Emre: İnanın efendim inanın! Bu ülkede "Olmaz olmaz deme. Olmaz olmaz." TPIC'in yurt dışı yatırımı 1994 yılında 78-79 milyon dolar. 1995'de bu meblağ 110 milyon dolar olmuş. Her yıl bu rakam düzenli olarak artmış, 1998 yılına gelindiğinde de 146 milyon dolar olmuş. Bu yetmezmiş gibi, elde bulunan bir kaç tane doğru dürüst delicilerin de, yurt dışı aramalarına tahsis edildiğine dair basında haberler çıkıyor.
Soru: Bu söyledikleriniz doğru ise, halimiz son derece vahim demektir. Peki TPAO çalışanları ne yapar?
Dr. Emre: Resmi rakamlara göre, TPAO'da 3900 küsur personel var. Mühendislerin arazide yapacakları çalışmalar için harcırahları o kadar az ki, bu harcırahla ne otelde kalınır, ne yemek yenir, ne de yol gidilir. Demin de söyledim ya, 'bütçe neredeyse yoka indirildi' diye.
Bu yüzden 2001 yılında TPAO, ancak 2 sismik, 1 de grafite takımı çıkarabildi. Söylendiğine göre, 2002 yılında bütçenin bu halinden dolayı, artık ne sismik ne de grafite takımı araziye çıkaramayacak.
Hoş bunları yapsa da, pek önemi yok ya, asıl önemli olan uydu araştırmaları. TPAO'da çalışan jeolog ve jeofizikçilerin maaşları 300 dolar ya da biraz daha fazla. Sanıyorum en çok kazanan, aylık 750 dolar ücret kazanıyor. TPAO'nun kaliteli elemanları, yıllardan beri TPAO'yu terk ediyorlar. Yurtdışında 5.000-10.000 dolara iş buluyorlar.Say ki, elinde kaliteli elemanlar var ve bunlar cansiperane çalışıyorlar. Elinde delicin yok ki. Toplam 15 tane. Bunun da birisi derin delici. Eski, yaşlı, demode oluşları da cabası.
Burnumuzun dibindeki Romanya’nın 8000 delicisi var. Lütfen karşılaştırır mısınız rakamları.
Eğer son bir kaç yılı şöyle üstünkörü incelesek, göreceğimiz manzara bir felaket. Yıllık sondaj sayısı hızla düşüyor. TPAO elinde bulunan ruhsatları, süratle Elit'in şirketlerine devrediyor. Biliyorsunuz, son olarak Ergani'de 34 graviteli kaliteli petrol bulunmuştu. Daha sonra sayıya çıkardılar, efendim, su çıktı falan diye. Diyelim doğru, su çıktı. Çok hızlı delip derine gitmiş olabilirsin. İyice araştırma yapsana.
Petrol yatağının yönünü tayin et. Petrolün yönü istikametinde delikler del. Ciddi araştırma yap. Bunları yapmak yerine, basından öğrendiğimiz ne? Ergani bölgesinin imtiyazlarının % 50'si Perenco'ya devredilmiş. Neden? Ne ilgisi var, Perenco şirketinin TPAO'nun imtiyazlı bölgesiyle? Bunlar nasıl şeyler. Sıhhatli bir aklın bunları anlaması, temiz bir vicdanin da olanları kabul etmesi mümkün değil.
Efendim, bilmem biliyor musunuz, bir müddet önce Doğu Karadeniz'de, TPAO ve ARCO şirketi birlikte, deniz içinde ortak bir proje başlattılar. Liman 1 ve Liman 2 projeleri. Sonra bu proje yarıda kaldı. ARCO çekildi. TPAO'nun bu projedeki zararı 60 milyon dolar. Bu konu ile ilgili olarak Oyman Sayer'in iddiası; biraz daha derine inmeleri gerektiği. Del, 60 milyon sokağa at, fakat birkaç yüz metre daha delmen gerekirken vazgeç. Olur mu böyle şey? Şimdi ne oldu, ARCO'yu BP satın aldı. Şimdi BP Doğu Karadeniz'de 8000 metreye inecek, iki kuyu açma projesini başlattı. Bu konu ile ilgili bir sürü laf yazıldı, çizildi. Yok efendim, projenin mâli yükünü BP çekecekmiş. Bu masraf 13,5 milyon dolarmış. Bir ay sonra yok efendim masraf 50 milyon dolar olacakmış, vb. vb. iş kılıfına uyduruldu. Şimdi duyduğumuz bu projede hisseler %75 BP, %25 TPAO olarak belirlenmiş.
Rica ederim, neler oluyor? Hani 1980'den sonra düzeltilen petrol kanununda, petrol arayan yabancı şirkete denizde %45, karada %35 hak verilmişti. Bu %75 neyin nesi? BP'nin Doğu Karadeniz'de 8000 metreye inen iki kuyu açma projesi bile, bu bölgede zengin petrolün olduğunun bir kanıtı değil mi? Görünen o ki, Allahoglu Elit bizi giderek her şeyimizle teslim alıyor. Bir söylenceye göre, bu bölgenin, arama işletme imtiyazı tamamen BP’ ye devredilmiş. Bu duruma daha fazla tahammül edilemez.
Lütfen, dikkat ediniz. En zengin petrol bölgelerimizden birisi olan Seyhan-Ceyhan-İskenderun Körfezi, yani Çukurova’nın imtiyazı Amty Oil tarafından alınmış. Adam nerede, ne kadar petrol olduğunu uydu vasıtasıyla, yıllar önce tespit etmiş. Elit, hızla tüm Türkiye'nin ruhsatını istiyor. Şimdi hiç hareket etmiyorlar. Adeta nefes almıyorlar.
Endüstri Bölgeleri Kanunu çıktı. Şimdi Nitelikli Sanayi Bölgeleri Kanununun çıkmasını bekliyorlar. ABD kongresi, bu hususu görüşüyormuş. Bugünkü gazetede yazıyordu. Şimdiye kadar çıkan Derviş Kanunlarıyla Türkiye'yi %80 teslim aldılar. Atı alan Üsküdar’ı geçti bile. Şimdi son vuruşlarla ülkeyi tamamen teslim alıp, takatsız düşürdükten sonra, her yerden petrolü aynı anda çıkartacaklar. Onu bekliyorlar. Bunu da, bizimkilere iyice benimsettirmişler. Ali Türkoglu, "... ancak biz tamamen bütün masrafları, kendisinin karşılayacağı şirket arıyoruz... Türkiye Petrolleri artık şu kararı verdi. Mutlaka majör petrol şirketleri ile birlikte hareket edecek". Buna havlu atmak denir. Bu 'ben yokum artık' demektir. TPAO'nun ülkemizde maliyetin düşük olduğu yerlerde dahi arama yapmamasının sebebi iste bu teslimiyetçi tavırdır.
Soru: Yazılarınızda ve televizyonlardaki programlarınızda, sürekli olarak Uydu Araştırmalarından bahsediyorsunuz. Bu yeni bir yöntem mi? Eski yöntemlerle petrol aramak zor, zahmetli ve pahalı olduğu için mi, bu yöntemi salık veriyorsunuz?
Dr. Emre: Özet ve anlaşılır olması bakımından şöyle söyleyeyim. Elit'in petrol şirketleri, uydudan petrol arama amaçlı şirketler kurup, bir çok alet geliştirdiler. 1972 yılından itibaren de dünyanın önemli petrol yataklarını bu yöntemle tespit ettiler. Nitekim Türkiye'de de bu amaçla çalışmalar yaptılar. Genel Kurmay bu işle ilgili olarak, yer istasyonlarında görev yapacak kişi ve bilim adamlarını tespit ve tayin etti. Bu araştırma sonucu elde edilen dokümanların birer nüshasının bize verilmesine rağmen, bu yeni teknolojiyi bilen ve bulguları değerlendiren yetişmiş elemanımız olmadığı için, dokümanlar kıymetlendirilemedi. Zamanla da kaybolup gittiler.
Fakat bildiğimiz bir şey var. Bu çalışmalar sonucu Türkiye'nin çok zengin, fakat çoğunluğu derinde petrol yataklarına sahip olduğu bilgisi insanımız arasında yayıldı. Bugün bu teknikler daha mükemmelleştirilmiştir,kullanılması kolaylaşmıştır. Uydu yanında, uçakta bile taşınabilen, güvenilirliği yüksek aletler geliştirilmiştir. İşin aslı, ışığın kullanılması ve bu vasıtayla petrol ve gaz alanlarının tespit edilmesidir. Bir örnek olması bakımından sunu söyleyeyim; Sudan'da bir petrol şirketi, sismik metotla 27500 km2'lik bir bölgeyi 2 yıl boyunca, 17 milyon dolar masraf yaparak araştırmıştır. Sonuçta önemli bir bulgu elde edilememiştir. Oysa aynı bölgenin uydu ile yapılan araştırması sadece 2 ay sürmüş, masraf da sadece 165 bin dolar olmuştur. Üstelik de 2 potansiyel bölge tespit edilmiştir. Yani, süre de, masraf da çok az. Güvenilirlik ise çok yüksek.
Soru: Bu metoda tek başına mı kullanılıyor? Daha doğrusu, klasik yöntemler hangisi? Bunların sonuçları ve güvenilirlik dereceleri ne?
Dr. Emre: Şöyle söyleyelim. Hiç bir metoda tek başına bu iş için yeterli değil. Artık bütün metodlar bir araya getiriliyor. Sonuçlar bilgisayar programlarıyla değerlendiriliyor ve artık petrolün varlığından, rezervin durumundan, kesine yakın bilgiler elde edildikten sonra, petrol çıkartmak için sondaj yapılıyor. Ali Türkoglu bile, 'artık 2 kuyudan birinde petrol bulunabiliyor' diyor. Biz de kendisine soruyoruz, nerde? Ne duruyorsunuz?
Metodları sormuştunuz. En bilinenleri Manyetik, Grafite ve Sismik metodular. araştırma maksatlı yapılan sondajlar vasıtasıyla, zeminin jeolojik yapısı değerlendiriliyor. Petrol aramasında önemli olan şey; "yaş, taş ve kırık". Bu bir nevi slogan olmalı. Örneğin, TPAO elinde atıl duran ve bir iş yapamayan jeologlarını salsın araziye. Taşları, fosilleri değerlendirsinler. Yani kısaca şunu söyleyeyim. Yeraltındaki hidrokarbon yani petrol, yeryüzüne bir yolunu bularak çıkar. Bu ya sızıntı seklindedir ki, bu yolla petrol arayıcılığı ta başlangıçtan beri var. Ya da fay hatlarından, kaya yüzeylerinden hidrokarbon gaz halinde sızar. İşte bu hidrokarbonun varlığını, uydu aracılığıyla tespit etmek, uzaktan (uydu) algılamanın, aramanın esasıdır. Türkiye elindeki bütün olanakları seferber ederek, bu yolu devreye sokmalıdır. Şimdi artık bir çok ticari şirket, hem de çok ucuz fiyatlara bu olanağı sunmaktadır.
Soru: Eskiden beri söylenir, durur. Türkiye'nin birçok bölgesinde, kendiliğinden yer yüzüne çıkan petrolden bahsedilir. Abartma mıdır bilmem ama, bazı yerlerde dere gibi aktığından bahsedilir.
Dr. Emre: Bunlar doğrudur. Tabii bir kısım söylenceler de abartılmıştır. Bu normaldir. Örneğin, Eğridir’de Yağlı Su Deresi bunlardan birisidir.Yeşil bir dalı alıp, bu dereye batırın ve çakmağı çakın. Bakın nasıl alev alev yandığını göreceksiniz. Yalnız bu sorunuza cevap vermeden önce bir şeyi belirteyim. Geçenlerde bir televizyonunda petrol ile ilgili bir söyleşi yapıldı. Ersan Petrolün sahibi Oyman Sayer bir soru üzerine; 'bugüne kadar 37 sondaj kuyusu açtığını, bunun 34'ünde petrol bulduğunu' söyledi. Bu çok yüksek bir oran.
Efendim, Türkiye'de petrol olduğunu Türk'ten başka herkes biliyor diyebiliriz. Daha 1922 yılında ABD'nin gayri resmi Ticaret Ataşesi; 'Türkiye'nin Musul, Erzurum ve Van bölgelerinde çok zengin petrol yataklarının varlığını' rapor ediyor. Hâtta bu bilgiyi, o devrin en büyük 2 petrol şirketinden biri olan Standart Oil'in İstanbul’daki temsilcisine bile bildiriyor. Bunlar ABD'nin şimdilerde yayınlanan belgeleriyle açıklandı. Tarihe Mr. % 5 yakıştırmasıyla geçen meşhur Gülbenkyan, yüzyılın başında, zengin petrol bölgeleri diye adlandırdığı Türkiye, Ortadoğu ve Arabistan yarımadasını içine alan "Kırmızı Hat Anlaşması"nı yapıyor.
Bu Gülbenkyan, biliyorsunuz Atatürk'e yapılan İzmir suikastına karışmış Maliyeci Cavit'in beraberinde Londra'ya götürdüğü adam. Maliyeci Cavit Londra'dan dönerken bu Gülbenkyan'a, Osmanlı adına görüşmeleri yürütmesi için bütün yetkiyi devrediyor. Musul petrollerinin getirdiği rantla bu adam çok zengin oldu. Daha sonra biz Musul'u kaybettik. Bu Gülbenkyan ise, bunun rantını topladı. Şimdi de vârisleri bununla geçiniyorlar.
Bilindiği gibi, patronu Maliyeci Cavit, İzmir suikastından dolayı idam edilmiştir. 1932 yılında Hassen Halet Işıkpınar'ın Türkiye petrol yatakları hakkında raporu var. Rapor çok ilginç. Van'da, Erzurum Katranlı'da, Divani Hüseyin bölgesinde petrol bulunduğunu yazıyor. Naftik kasabasında 1-2 metre derinliğinde açılan kuyulardan petrol çıktığını belirtiyor. Bu raporda, ayrıca Pellek'de, Hasan Kale'de, Zaho'da, Kastamonu'da, Gelibolu yarımadasının kuzeyinde, Keşan yakınlarında, Konya Kavalı'da, İznik’te, Sinop'ta, Trabzon'da, Sürmene'de, Antalya Yanartaş'ta petrol bulunduğu belirtiliyor. Işıkpınar raporu Fransızca kaleme almış. İnsanin içinden, bunca yıldır Fransızca bilen birisinin eline nasıl geçmemiş bu rapor demek geliyor. Bugün bu rapordan söz etseniz, anlamsız gözlerle yüzünüze bakıyorlar. Sadece bu kadar değil ki: Aleksanders's Gas and Oil'in Internet kösesindeki bilgiye bakin. 1998 yılındaki Adana depreminden sonra Ceyhan bölgesinde Petrol kendiliğinden yüzeye çıkıyor, kilometrelerce çıkıyor.
Bir sürü söylenti çıkarılıyor. Boru hattı sızıntısı falan gibi. Sonunda resmi olarak tespit ediliyor ki, bu kendiliğinden sızan petroldür. TPAO tarafından başlangıçta bir iki göstermelik demeç veriliyor. Mesele daha sonra unutuluyor. Daha doğrusu unutturuluyor. Bu tip olaylar Ceyhan bölgesinde çok sık rastlanan şeyler. Gazetelere yansımıştı. Ceyhan’ın Soysalı köyünde deprem sonrası, bir yurttaşımızın tarlasında petrol çıkmıştı.
Daha sonra bu yurttaşımız, bir televizyon programında açıkladı. Kendisi TPAO yetkililerini ısrarla davet etmiş. Gelenler gönülsüz. Petrol olduğu resmen tespit edilmiş. Uzun uğraşmalarından sonra kendisine verilen cevap; "Buralarda petrol arama imtiyazı Amerikalılar'a ait. Bir şey yapamayız." Buyurun cevabı.
ANAP eski milletvekili İlhan Aras; Erzurum Pasinler'de, Rusların açıp, çekilirken kapattıkları petrol kuyularını keşfeden MTA'ya mensup iki mühendisin, bu uğurdaki uğraşlarını anlatmıştı bana. Bafra’nın bir köyünde, Sanıyorum Doğanca idi, bir çok aile kendi tarlalarından çıkarttıkları doğalgazı hâlâ mutfak ve ısınmada kullanıyorlar. 54-55 yıl önce Adana'nın Ali Hoca köyünde doğalgaz bulunmuştu. Doç. Metin Mihçakan, kendisiyle yapılan söyleşide; Barbes bölgesinde TPAO ve Shell'in ayrı ayrı açtıkları kuyularda, gaz ve hafif bir petrol olan zengin Yogusuk bulduklarını belirtmişti. TPAO'nun Adıyaman bölgesinde açtığı birçok kuyuda petrol bulundu. TPAO anlaşılmaz bir şekilde bu kuyuları terk etti. Terk ettiği kuyuların bir kısmını daha sonra Ersan Petrol ıslah etti.
Şimdi sadece oradaki bir kuyudan saatte 20 varil petrol çekiliyor.
Biliyorsunuz bir kaç yıl önce, Ege bölgesinde Alaşehir’de 1700 küsur metrede petrol bulundu. Ege'de petrol olduğu biliniyor. Bilim adamları burası için; "Bölgede yüksek potansiyel var. Burada yoğun arama faaliyetleri yapılması gerekir." dediler. Ne oldu? Sanki ölü toprağı serpilmiş. Çıt çıkmıyor.
Oysa Yunan bölgesinde 2 petrol kuyusu faaliyete geçmiş durumda.
Manisa'da da bir depremden sonra yüzeye petrol sızmıştı, hatırlarsınız.
Batman, daha doğrusu Güneydoğu Anadolu Arap levhasının bizim sınırlar içinde kalan kısmı.
Biliyorsunuz Arap kıtası bizi devamlı itiyor. yılda 4-4,5 cm. Bu bölgede petrol çok. Daha geçenlerde Ceylanpınar bölgesinde 2,5 milyar varil petrol rezervi tespit edildiği gazetelerde yazıldı, televizyonlarda söylendi. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
Soru: Petrol meselesi çok önemli. Konuştukça da ilginçleşiyor. O yüzden de söyleşi bir hayli uzadı. Gördüğüm kadarıyla olay çapraşık. Peki sizin bu söylediklerinizi devlet adamlarımız bilmiyorlar mi?
Dr. Emre: Bilmez olurlar mi? Tabii biliyorlar. Biliyorlar ama, arada Sırada tek tük çıkan cılız seslerin dışında "görmedim, duymadım, söylemedim"i oynuyorlar. Örneğin, en uzun zaman görevde kalmış olan Süleyman Demirel'i alalım. Bir devir onun yakın Çalışma arkadaşlığını yapmış Adnan Başer Kafaoglu'ndan dolaylı yoldan biliyorum ki, kasasında "Top Secret" baslıklı petrol dosyası vardı. Türkiye'nin zengin petrolünü biliyordu.
Bakın, 1999 yılında TPAO bünyesindeki bir iç yazışmada ne söyleniyor?
"İstanbul’da düzenlenen International Petrol ve Gaz Fuarında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yaptığı konuşmada 'Türkiye'de petrol aramacılığı yeterince yapılmamıştır... Gelişen teknolojiler kullanmalıyız. Türkiye'de petrol vardır'." mealinde sözleri söylüyor
Demirel. Peki sonuç ne? Kocaman bir sıfır. Lütfen dönüp son 6 ile 8 ayın gazetelerini bir karıştırın. Göreceğiniz şey, Türkiye'nin TPIC vasıtasıyla Kuzey Irak bataklığına çekilmek istendiğidir.
Zaten hiç işimiz olmadığı halde Afganistan'a gittik ya. Yok efendim, Barzani bölgesindeki Kürt oil ile Türkiye anlaşma yapmış, güya 3000 kuyunun açılma işi TPAO'ya verilmiş. Bu haberleri yazanlar, düşünmezler mi ki, TPAO 50 yılda ancak 1500 kuyu açabilmiş. Bunun iki katını Kuzey Irak'ta açacak öyle mi? İnsan güler buna. Vay efendim, Irak'a yapılacak saldırıda Türkler, Kuzey Irak petrollerinden verilecek pay ile razı edilmişler. Pazarlık tamammış.
Bunlar akıl kârı işler mi? Olur mu böyle şey? Sen kendi ülkende delik delme, git el alemin hem de hır gürün sebil olduğu yerde petrol çıkarmaya kalk. Öte yandan senin kendi sonunu hazırlamak için kurulacak Kürt devletine yardım et. Yani kendi ellerinle Kürt devletini kur. Bunu yapanların ya deli olması gerek ya da Yüce Atatürk'ün bizlere söylediği: "Memlekette iktidara sahip olanlar GAFLET, DALALET, hatta . " kehanetini....! Ya Turgut Özal'a ne dersiniz? Prof. Ültanir'in bir sorusu üzerine, Bay Oyman Sayer'in cevabi söyle. Özal’ın kelime kelime cevabi aynen su: "...Türkiye'de bulunacak petrolün ve gazın bir önemi yoktur. İstediğimiz ülkelerden alırız." 'Türkiye'de bulunacak petrolün ve gazın önemi yokmuş'!!
Söze bakin.
Sen tükettiğin petrolün %89'unu, gazın da %94'ünü dış alımla temin et. Dışarıya %99 bağımlı ol. Bütün bunlar için yılda ödediğin 6-7 milyar dolardan vazgeçtim. Ha bu söz, 1960'li yıllarda söylenmiş olsaydı anlardım. Çünkü o zaman petrolün varil fiyatı 3 dolardı. O zamanlar bugünkü gibi enflasyon derdimiz de yoktu. Daha doğrusu vardı, ama böyle değildi. O gün de dış borçlarımız vardı ama bugün olduğu gibi ülke bağımsızlığını bu ölçüde tehdit etmiyordu. Daha sonra benzin fiyatları 12 dolara fırladı. Bu fiyatlarda bile basiretli devlet adamları, kendi petrolümüzü çıkartmak için teşebbüse geçmek mecburiyetinde idiler. Daha sonra 1973 yılında patlak veren krizle fiyatlar 30 hatta 40 dolara fırladı. Artık bu durumda kendi petrolümüzü çıkartmamız şart olmalıydı. Daha doğrusu ne yapıp yapıp petrolümüzü çıkartmalıydık. Biliyorsunuz Elit dünyayı petrol vasıtasıyla köleleştiriyor. Ecevit'e gelince, Ecevit kendi durumunu en iyi ifade eden siyasetçi. Bir işçi liderine söylediği; "IMF'nin kucağına düşen istihdamı, yatırımı düşünemez." cümlesi her şeyi söylüyor.
Şimdi söyleyeceklerime inanamayacaksınız. Biz geniş bir arkadaş grubu olarak ülkenin her konusunda, tamamen bilimsel olarak ve belgelerle çalışır, bu konuları raporlaştırır, devletin önemli birimlerine göndeririz. Yani Cumhurbaşkanından, gerekli genel müdürlüklere kadar her yere. Hele petrol konusunda hazırlayıp gönderdiğimiz yüzlerce belge var. Sanki bütün bunlar hiç yapılmamış gibi şimdiki Enerji Bakanının bir konuşması oldu. Özet olarak söylediği "Ülkemizde petrol yoktur. Dışa bağımlıyız. Bu bağımlılık gelecek yıllarda artarak devam edecek..." vb. Şimdi sormak gerek. Tüm vicdan sahiplerine seslenmek gerek! 'Petrolüm yok' diyorsun, iyi güzel. Arama yaptın mı? Yok. Delik sayısı ortada. En son teknik olan uydu araştırması yaptın mı? Hayır. En mükemmel tekniği kullanmadan nasıl 'petrolüm yok' diyebiliyorsun? Tekniğin yok. Araman yok. E tabii petrolün de yok.
Gerçekten yok olduğu için yok değil. Haberin olmadığı için yok. Daha derine 5000-6000 metreye ulaşacak bir makinen bile yok. Petrolümüz yokmuş! İnsaf efendiler. Geçenlerde Flash Gündem'de, Enerji ile ilgili bir program yapıldı. Seyretseydiniz eğer, dönen oyunlarla ilgili bilgi sahibi olurdunuz. Ramazan Toprak Milli Güvenlik Kurulu'nu göreve davet etti.
Soru: 'Siz Türkiye'de petrol var' diyorsunuz. Üstelik de 'çok' diyorsunuz.
Dr. Emre: Gayet tabii. Bakınız bu işlerin en iyi cevabi petrole hakim Elit'in ne söylediğidir. Daha önce de bahsettim. 1980 sonrası, Enerji Bakanı Serbülent Bey'e New York'ta, üç tane büyük petrol şirketinin sahipleri; "Türkiye'nin zengin petrol yataklarına sahip olduğunu" bizzat söylediler. Serbülent bey verdiği her türlü garantiye ve ettiği ısrara rağmen Elit'i Türkiye'de petrol çıkartmak için ikna edemedi. Oysaki Serbülent Bey', görüşme yapmak için Amerika'ya petrol şirketleri davet etmişlerdi. Elit'in "Tek Dünya Devleti"ni kurma projesi çok uzun yıllara dayanıyor.
Türkiye'nin petrolünün çıkartılmayışı bu projeyle ilgili. Elit'in hedefi en son Türkiye'yi diz üstü düşürmek.
Soru: Ümit bey, sizin bu konu ile ilgili söylediklerinizi dinledikçe, bilim adamlarının bu konuda ne söylediklerini merak ediyorum.
Dr. Emre: Ne yazık ki, bu konuda bilim adamları, çok uzun zaman suskun kaldılar. Tabii akla her şey geliyor! Son zamanlarda birkaç isim dışında, ne yazık ki çoğunluk hâlâ suskun. Neyi bekliyorlar anlamıyorum? Örneğin, birkaç isimden birisi Prof. Ahmet Ercan. Geçtiğimiz aylarda, bir basın bildirisi sundu. Alaşehir ve Kars bölgeleriyle ilgili çok önemli bilgiler verdi.
Bir diğer isim, Doç Metin Mihçakan. Bir de TPAO'dan Metin Yazman var. Belki başkaları da vardır da ben bilmiyor olabilirim. Şimdi bakınız. Türkiye'nin petrol sahibi olması için her şart var. Bir kere Türkiye çok genç bir ülke. Petrol en çok ikinci zaman dediğimiz orta zamanın sonunda ve üçüncü zamanda, yani Mezozoik'de ve üçüncü zamanın Eosen, Miyosen, Oligosen dediğimiz zamanlarında oluşmuştur. Türkiye'nin bulunduğu yer eskiden okyanustu. Türkiye son 60 ile 20 milyon yıl içerisinde okyanus tabanından yükselerek oluşmuştur. Böyle bir olayın petrol oluşması açısından önemi, deniz hayvanları yönündendir. Bu bölgede denizel çökeller var. Özellikle çökeller, petrol için en önemli kabul edilen oluşumlardır. Afrika ile Avrasya’nın birbirini itmesi, bu bölgede son derece karmaşık yapıların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Kimi yerde bir kıta diğerinin altına dalmıştır. Petrol çok derine kaçmıştır. Son derece fazla fay hattının ve kırıkların olması ve formasyonların iç içe girmesi, ayni bölgedeki petrolü, sözgelimi sağda çok derine gömmüş, solda ise petrol yüzeyde bir kapanda kalmıştır. Demek istediğim, Türkiye'de, tabii Güneydoğu Anadolu'nun bir kısmi hariç, diğer yerlerde petrol aramacılığı pek kolay değildir. İşte bu yüzden en modern ve güvenli teknik olan uydu aramacılığına bir an önce yönelmek lazımdır. Petrol için potansiyel kaynak kayalar Eosen, Oligosen ve Miyosen çökellerdir. Bu devirlerde Türkiye'nin durumunun nasıl olduğunu gösteren birkaç tane çok güzel harita Arkeo Atlas dergisinin birinci sayısında yayınlandı. Tetis okyanusunun değişikliklerini çok iyi görmek mümkün. Kimi yerde denizel çökeller, kimi yerde acı su çökelleri çok güzel gösterilmiş. Demin de dedim, petrol oluşması için en önemli olay çökeller. Batı Türkiye petrol için son derece önemli olan Seyl ve delta çökellerine sahip. Güneydoğu Anadolu ise, Arap levhasının uzantısı. Aynı formasyona sahip. Zaten şu anda bile en çok petrolü bu bölgeden çıkarıyoruz.
Karadeniz ve Kuzeydoğu Anadolu Hazar bölgesiyle aynı özelliklere sahip. Bakın BP 8000 metreye inecek projeleri Karadeniz'de başlattı bile.
Soru: Siz konuşmanızda zaman zaman Elit, Elit'in petrol şirketleri gibi sözler söylüyorsunuz. Kim Bu Elit? Petrol şirketleriyle ne ilgisi var?
Dr. Emre: Baştan söylemeliydim, daha açıklayıcı olurdu. Konuşmanın akışı içinde pek zaman bulamadık. Esasen bunu söyle söylemeliydim; "Elit'in Federal Rezerv'inin petrol şirketleri". Bu söylediğim söz tam olarak anlaşılırsa birçok olay da kendiliğinden anlaşılır. Bilmem biliyor musunuz, Federal Rezerv denilen banka, ABD'nin Merkez Bankası değildir. Aksine dünyanın 8-10 en büyük bankasının bir araya gelerek kurduğu bir bankadır. Bu banka 20. asrin başlarında inanılmaz ayak oyunlarıyla ABD'nin parasını basma hakkına sahip olmuştur. Dikkat ederseniz doların üzerinde Federal Rezerve Notes diye yazılıdır. Yani Federal Rezervin alındı kağıdı. Elit diye bahsettiğim, iste bu bankalara da sahip olan, ırksal bir birliktelik göstermeyen fakat belli bir inanca mensup olan insanların teşkil ettiği dinsel gruptur. Bu insanlar Musa dinine mensupturlar. Demin de dediğim gibi ırksal bir bütünlükleri söz konusu değildir. Çoğunluğunu Hazar Türkleri oluşturur. Bunların yaygın, bilinen tanımları Eskenazi'dir.
İşte paranın sahibi, bankaların sahibi, büyük şirketlerin sahibi ve petrol şirketlerinin sahibi bu insanlar dini inançlarına göre dünyanın kendilerine vaat edildiğine inanıyorlar. Ve kendilerini de Allahoğlu kabul ediyorlar. Şimdi yaptıkları ise, Küreselleşme adi altında milletleri köleleştirmek ve "Tek Dünya Devleti"ni kurmak. Bütün bu gürültü patırtının sebebi işte bu olay. Bizi şimdi iyiden iyiye çökerttiler. Şimdilerde, amiyane tabiriyle domuz bağına almakla meşguller. Bu banka krizleri, çipo krizleri, borsa krizleri, yok efendim 'bana kitap attı' krizleri bu tiyatro oyununun perdeleri. Elit bu yolla 80-90 ülkeyi perişan etti. Japonya’yı "Derivatives" denilen, şimdi bizde de kurulan vadeli işlemler borsası ile yıktı. Bir Euro numarası çıkarttı, Almanya'da maaşları yarıya indirdi, bir Marklık eşyayı ise bir Euro yaptı, böylece Almanya’yı da yedi. Medya Elit'in mülkiyetinde ve hakimiyetinde olduğu için insanlara gerçekler duyurulmuyor. Bu yüzden insanlar hiç bir şey bilmiyorlar. Bakınız petrol şirketleriyle ilgili olarak 1948 yılında ABD'de bir gazetede nasıl bir yazı çıkmış: "Washington'daki Amerikan idaresi petrol şirketlerinin yan kurulusu ve ABD başkanı da uluslararası petrol imparatorluğunun tutsağıdır."
Bilmem bu konuda daha fazla söze gerek var mı?
Soru: Bu uzun söyleşide hemen hemen her şeyi konuştuk. Mamafih çok kapsamlı oluşu bu söyleşiye bir "Petrol dosyası" niteliği verdi. Ben artık bir de neler yapılması gerektiğini sorayım da, belki bizi idare edenlere son bir uyarı ve yol gösterme olur. Bir de lütfen son çıkan petrol piyasasını düzenleyen kanunla ilgili fikirlerinizi öğrenmek isterdim.
Dr. Emre: Ben size başta yaptığım teşekkürü yinelemek istiyorum. Zira ülkemizin en önemli konusunu derginize taşıyorsunuz.
Soru: Haa evet. Siz ayrıca "Petrolümüz Kurtuluşumuzdur" diye bir sloganı devamlı işliyorsunuz. Bununla ne demek istediğinizi de lütfen kısaca söyler misiniz?
Dr. Emre: Gayet tabii. Şimdi şu petrol piyasası kanunuyla ilgili birkaç kelime söyleyeyim. Bu kanunu kimlerin istediğini, kimlerin telkin ettiğini anlamak için şimdi açıklayacağım konuşma şifre çözücü nitelikte.
Prof. Ültanir Oyman Sayer'e soruyor; "Yerli üretilen petrolü rafinerilerin satın alma mecburiyeti bu kanunla kaldırılıyor." Oyman beyin cevabı; "Bu, ülke petrolünün ölmesi demektir. Yerli üretimin yok olması demektir. Umarım bu hususta Dünya Bankası’na söz vermediler." Biliyor musunuz Dünya Bankası kurulduğu 50 yıldan beri hiç bir ülkeye kendi petrolünü çıkartsın diye kredi vermedi. Zaten Dünya Bankası ve IMF'nin görevi bunun tam tersi. Milletleri köleleştirmek. Efendim petrol piyasası kanununun bir çok yeri sakat. Fakat en büyük kötülüğü, demin de dediğim gibi rafinerilerin yerli petrolü satın alma mecburiyetini kaldırması. TPAO'yu daha da fazla bölmesi ufalaması. Petrol işinde en zor, en masraflı olan iş petrol aramak ve çıkartmaktır. Kâr satıştan, rafineriden, depolamadan elde edilir. Bu kanunla TPAO tam olarak öldürülmek isteniyor. Şimdi gelelim neler yapılmalıya;
-Birincisi ve en önemlisi TPAO'nun tek elden ve tam yetkili olarak yönetilmesidir. Arama, rafineri, depolama ve pazarlamanın hepsi TPAO'nun bünyesinde olmalıdır.
-Personel özendirilmeli kaliteye ve performansa göre prim verilmeli, petrol bulunduğunda katkı sahipleri bundan pay almalıdırlar. -TPAO'nun araştırma ve geliştirme ünitesi en son ve mükemmel teknikle donatılmalıdır. TPAO'ya tez elden yeni ve 6000 metreye inebilen sondaj makineleri alınmalıdır.
-En büyük faktör ihtisas sahibi, çok iyi yetişmiş personeldir.Yani insan faktörü. Üniversitelerden başlayarak jeolog, jeofizikçi ve petrol mühendisleri teorik olarak çok iyi yetiştirilmeli, fakat mutlaka arazide pratik olarak istihdam edilmelidirler.
-Hepsinden önemlisi de uzaydan (uydu) arama metodlarının bir an önce kullanılmasını sağlamaktır.
- TPIC denen bataklık hemen kapatılmalıdır. Petrolün kesin varlığı bilinen yerlerden başlamak üzere ivedilikle binlerce kuyu açılmalıdır. Kısaca ödenek (para), bilgili personel, teknik araç, özellikle de UYDU TEKNOLOJISI. petrolümüz kurtuluşumuzdur, çünkü petrol demek, para demektir, hareket demektir. Ülkemiz batırılmıştır. Petrol bulursak paramız olur. Şu üç kuruşluk borç yüzünden bu rezil duruma düşmedik mi? Ver parasını defolsun gitsin. Bul petrolü, tarladaki mahsulü, babadan kalma fabrikanın ürettiği ürünü millete ulaştır. Petrolümüz varsa direniriz. Yoksa kaç gün dayanırız? İşte bu yüzden petrolümüz kurtuluşumuzdur.
Soru: teşekkür ederim.
Dr. Emre: Ben teşekkür ederim.

http://sinanoglu.net/modules.php?name=News&file=print&sid=378
Tigin - avatarı
Tigin
Ziyaretçi
10 Ocak 2006       Mesaj #8
Tigin - avatarı
Ziyaretçi
Dünya petrol fiyatlarının son yılların rekor değeri olan varil başına 44 doların üstüne çıkması ve buna paralel olarak Türk ekonomisine bir haftada 2,5 milyar dolarlık yeni bir yük getirmesi eski bir tartışmayı yeniden alevlendirdi: ‘Türkiye’de potrol var mı yok mu?’ Özellikle Amerikan ve İngiliz petrol şirketlerinin gerek Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) ile yaptığı anlaşmalar gerekse gayri resmi petrol havzaları üzerindeki çalışmaları ve komşu ülkelerinin hepsinde petrol çıkan Türkiye’nin de petrol denizi üzerinde olabileceği ihtimalini kuvvetlendiriyor. Kamuoyunun yeniden petrol tartışmalarının içine çekilmesi belli kesimleri rahatsız ettiği de geçen dönemlerdeki bazı gelişmelerden biliniyor. <BR>Yıllardır Türk basınında ülkenin petrol okyanusu üzerinde yüzdüğü ancak bazı güçlerin bu petrolün çıkarılmasına ve işletilmesine engel olduğu haberleri yayınlanır durur. Hatta bazı bölgelerde açılırken içinden petrol fışkıran kuyuların “rantbl” olmadığı gerekçesiyle üzerlerine beton dökülerek kapatıldığı haberlerini de yine gazetelerden okuruz

Gerçekten de Türkiye bir petrol okyanusu üzerinde mi yüzmektedir, yoksa petrol zengini komşularının petrolden fakir sınırdaşı mıdır? Özellikle Türkiye’nin doğu, güney ve kuzey komşularına petrol ve doğal gaz konusunda olanca cömertlik veren güç, Anadolu coğrafyasına bu kadar mı hasis davranmıştır? Suriye, İran, Irak, Azerbaycan, Gürcistan, Bulgaristan ve Romanya’da üretilen petrol iyi kötü söz konusu ülkelerin ihtiyacını karşılayıp, ihracatına da imkan tanırken Türkiye’de ise üretilen petrol yıllık tüketimin ancak yüzde 11’ni karşılayabilmektedir

Böyle bir coğrafyada bu tür istatistiksel veriler ne kadar gerçeği yansıta bilir?
ARAMAK YASAK MI?
1954 yılında kurulan TPAO, 3900’ü aşkın elemanıyla 43 yılda sadece 54.3 milyon ton petrol üretmiştir. Oysa 1997 itibarıyla resmi rakamlarda Türkiye’nin yıllık petrol tüketimi 28 milyon tondur. Bu konuda Dr. Ümit Emre, Türkiye’nin belirli bölgelerinde petrol aranamayacağına ilişkin bir antlaşma imzaladığını öne sürüyor.

Yeni Hayat Dergisi’nde yayınlanan yazısında Dr. Emre sözlerini şöyle sürdürüyor: “1954 yılında Yahudi asıllı Max Ball’ın hazırladığı taslak meclisimizde 6326 sayılı petrol kanunu olarak kabul edildi. Bu kanun Türkiye’nin kuzey doğusunda petrol aranmasını yasaklıyor ve her şirket için yıllık on sondaj izni ile sınırlandırıyordu. Bunun pratik anlamı Türk Milleti’ne kendi toprağında petrol aramayı yasaklamaktı.” Dr. Ümit Emre yazısının devamında yüksek rütbeli bir Türk generalinin Hindistan’a yaptığı bir gezide söz konusu ülkedeki uzay üssünde Türkiye’nin 5000-5500m. derinliklerinde zengin petrol varlığı bilgisine ulaştığı aktarılıyor. Dr. Emre, “Bu doğrultudaki bir diğer müspet bilgi de Türkiye’de 20 yıl müddetle Shell firmasının Araştırma Genel Müdürlüğü’nü yapmış olan Anthony Hages tarafından dile getirilerek, ‘Petrol ile ilgilenen ABD şirketleri bilirler ki, Türkiye bir petrol okyanusunun üzerinde oturmaktadır’ demiştir.”

YA PETROL MİLLİLEŞİRSE?
1980 askeri yönetimi döneminde Enerji Bakanlığı görevini yürüten Serbülent Bingöl, ülkenin belirli bölgelerinde sınırlı sayıda sondaj kuyusu açılabileceğine ilişkin olan 6326 sayılı yasada değişiklik yapar. Bu konuda ABD’nin petrol şirketleriyle görüşmek üzere gider. Söz konusu firmalar bu görüşmelerde Türkiye’de 5000m. civarında zengin petrol yatakları olduğunu doğrulamış ancak, “Sizinle çalışma konusunda garantimiz yok. İran ve Irak’ın yaptığı gibi petrolleri millileştirirsiniz” diyerek işletmeyi kabul etmemişlerdir.

Cumhuriyet gazetesinde Leyla Tavşanoğlu’nun röportaj yaptığı İTÜ hocası, “1984 yılında Shell Barbeş sahasında 3300 metrede bir gaz rezervuarı ve kıymetli bir yoğuşukluk saptadı. Bu bölgenin yakınındaki Güney Hazra sahasında TPAO derin bir kuyu deldi ve 3780 metrede gaz ve yoğuşuk rezervuarı buldu” Ancak gerek TPAO ve gerekse de Shell’in araştırmaya devam etmeleri ‘üretip de nereye satacaklar?’ şeklindeki anlaşılmaz bir mantıkla kapatılmıştı.”

DEPREMLE GELEN PETROL
1998 yılında Alexanders’s Gas&amp;Oil tarafından (Suprise oil discovery in Turkey after earthquake - Depremden sonra Türkiye’de sürpriz petrol keşfi) adıyla rapor edilen olaya göre, 29 Temmuz 1998 tarihinde Türk şehrini vuran güçlü deprem sürpriz petrol bulunmasına yol açtı. Ceyhan şehri yakınında su için sondaj yapan köylüler, 140 kişinin öldüğü depremden bir hafta sonra kasabaya döndüklerinde kuyudan kahverengi bir sıvının geldiğini gördüler. Kola gibi kahverengiydi ve akıyordu. Ne olduğunu araştırıken yandığını teşhis ettiler ve petrol olması gerektiğini düşündüler” diyen Ceyhan Kaymakamı Mehmet Oklu, TPAO’nun kahverengi yapışkan sıvıyı test ettiğini ve petrol olduğuna karar verdiğini belirtti. Oklu; “Bu sıvının yer altı petrol rezervlerinden gelen gerçek petrol olduğunu gösterdi. TPAO yetkilileri bu bulguyu onayladılar ama araştırma sonuçlanıncaya kadar yorum yapmaktan kaçındılar.

Buna benzer pek çok örnek 17 Ağustos depreminden sonra bütün Marmara bölgesinde yaşanmıştı. Hatta fay hatları için yapıldığı belirtilen incelemelerin ardından Marmara Denizi’nde petrol ve doğal gaz bulunmuş ve Romanya’dan getirtilen dev platformlarla petrol aranmasına başlanmıştı.

HORA GEMİSİNDEN KIBRIS’A

1974 Kıbrıs Barış Harekatından sonra Yunanistan ile diplomatik ilişkileri iyice bozulan Türkiye, öte yandan da başta Avrupa ve ABD olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinden de ambargo uygulamasına maruz kalmıştı. Ülkeye konulan ambargolar milli sanayii ve milli enerji kaynaklarının önemini bir kez daha gündeme getirmişti. Bunun üzerine 1970’lere damgasını vuran “HORA Gemisi krizi” baş gösterdi.

Ege Denizi’ndeki uluslararası sularda ve Türk deniz sularında sismik araştırmalar yapmak ve petrol yataklarını tespit etmek üzere denize açılan Hora araştırma gemisi Yunan savaş gemileri ve uçaklarınca sık sık taciz edilmişti. Bu tacizlerin çalışma imkanı tanımaması üzerine Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı savaş gemisi ve uçaklarca korumaya alınmıştı. O yılların gazete arşivlerine bakıldığında ise Hora’nın araştırmalarında Ege denizinde zengin petrol yataklarına ulaştığı ancak Yunanistan’ın kara sularının 12 mil olduğunu iddia etmesi yüzünden bu rezervlerin kullanımının uluslararası sorunlara neden olacağı dile getirilmişti. Diğer yandan bilim adamları Ege Denizi’nde petrolün varlığı, Türkiye’nin batı sahillerinde ve Ege bölgesinde de petrol olması ihtimalini beraberinde getirdiğini dile getiriyorlar. Bu tezi doğrulayan başta Bergama yöresi olmak üzere Muğla, Manisa ve İzmir’de arazideki yarıklardan doğalgaz çıkışı nedeniyle yanan kayalar, ve petrolle bulanık şekildeki göl ve dere yatakları dikkat çekiyor.

PETROL TRÖSTLERİ

Uluslararası şirketlerin Türkiye’deki petrol arama çalışmaları ise aralıksız sürüyor. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) yalnızca 33 kuyuda üretim yaparken, yabancı şirketler 146 kuyudan petrol çıkarıyor. <BR>TPAO Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nden alınan bilgilere göre, Diyarbakır merkez ile ilçelerinde, TPAO’ya ait 13 petrol üretim sahası bulunuyor. Buna karşın çok büyük bir bölümü uluslararası petrol şirketlerine ait olan 24 özel üretim sahası var.

Türkiye’nin petrol zenginliği üzerine pek çok uluslararası yabancı şirketin ilgisi olduğu bilinmektedir. Bir de bunların ötesinde devlet olarak Anadolu’nun yeraltı zenginliklerini işleterek para kazanmayı tasarlayan güçlerin varlığıda daha uzun süre Türkiye’de petrol var mı yok mu tartışmalarını sürdürecek görünüyor.

‘Yanlış yerde aranıyor’
Türkiye’de petrol olup olmadığı tartışmalarına ilginç bir yaklaşım da Birleşmiş Milletler Sosyal Siyaset Uzmanı ve Türkiye-Hollanda Sağlık Vakfı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Maranki’den geldi. Maranki, Türkiye’nin ihtiyacına cevap verecek petrolün Kastamonu’da olduğunu iddia etti. Enerji Bakanlığı’nın Karadeniz’de Akçakoca açıklarında, petrol arama çalışmaları yaptığını, ancak burada yalnızca bir miktar doğalgaz bulunabileceğini savunan Maranki, Bakanlığın petrol arama platformunu, Akçakoca’nın 5-7 kilometre doğusundaki İnebolu açıklarına kurması halinde petrol yataklarına ulaşabileceğini ileri sürdü.
Bartın İnceburun ile Sinop Kerempe burnu arasında kalan alanda zengin petrol yatakları olduğunu iddia eden Maranki, “Bunu hem elimdeki bilimsel uydu fotoğraflarına göre hem de bölgede yaptığım incelemelere göre söylüyorum. Elimdeki tüm bilgileri Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na verdim” diye konuştu. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler de, Akçakoca açıklarındaki doğalgaz ve petrol aramalarından umutlu olduklarını belirterek, rezerv bulunduğu takdirde üretime geçilmesinin 2-2.5 sene sürebileceğini, bunun için de denizin altında ayrı bir dünya kurulacağını kaydetmişti.


TPAO’nun faaliyetleri yetersiz kalıyor

Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO)’nun Türkiye’de kara ve denizde petrol arama çalışmaları ödenek yetersizliğinden dolayı beklenen neticeyi veremiyor. Dolayısıyla TPAO, uluslararası petrol tröstleriyle rekabet edemiyor.

TPAO devletin resmi petrol şirketi olarak ülkedeki petrol faaliyetlerinde en dikkat çeken kurum olma özelliğini koruyor. Bu kapsamda yurt içindeki faaliyetlerinden bazıları şöyle: 3 adet petrollü kuyu, 7 adet gazlı kuyu, 2 adet kuru kuyu, 2 adet gaz emareli kuru kuyu, 1 adet gaz emareli sulu kuyu, 1 adet gaz, petrol emareli sulu kuyu, 1 adet sulu kuyu, 1 adet jeolojik nedenle terk, 1 adet geçici terk, 1 adet petrol, gaz emareli kuyu, 1 adet workover, 2 adet devam eden kuyu, 4 adet müteahhitlik hizmeti verilen kuyu, 1 adedi devam ediyor şeklinde açılan kuyular sıralanabilir. Türkiye’nin 2002 yılı itibarıyla toplam ham petrol üretimi 2,441,533 tonu bulurken TPAO’nun bundaki payı ise 1,712,038 ton. Bunlara karşılık yine aynı yıl içindeki ithalat miktarı ise 23,661,800 tona ulaşıyor.

ÖDENEK AZALTILDI

TPAO’nun sondaj ödeneğinin azaltılmış olması ise dikkat çeken bir konu. 2000 yılı itibarıyla 120 milyon dolar olan sondaj (kuyu açma) ödeneği 30 milyon dolara indirilmiştir. Oysa eski Genel Müdürün dediği gibi petrol ve doğalgazı bulmak için çok sayıda sondaj yapılması gereklidir. Fakat TPAO bu kısıntılı bütçeye rağmen karada yapılan sondajdan 6 kat daha pahalıya mal olan denizde petrol aramaya yönelmiştir. Oysa Türkiye’nin sadece denizlerinde değil kara topraklarında da petrol olduğu bilinmektedir. Hatta sadece Karadeniz’de yapılan Limanköy 1 ve 2 kuyuları için yapılan masraf 60 milyon dolardır. Dr. Ümit Emre bu konuda, “TPAO’nun karada petrol yokmuş gibi denizlere çekilip, yabancı ortakları tarafından orada da yalnız başına bırakılmasını küresel güçlerin şeytanca oyunudur. Böylece kendini elit olarak kabul eden kesimler bir taşla iki kuş vurmaktadırlar. Bir yandan kısıtlı bütçesi olan TPAO’yu iflasa sürüklemekte, diğer yandan da Türk Halkı’na, ‘Karada petrol yok, bir de denizde şansınızı deneyin’ mesajını vererek, düşmanca psikolojik bir savaş yürütmektedirler. TBMM’ye gelen son petrol kanunları da ülkedeki rafinerilerin yerli üretim petrolü alma ve işleme mecburiyetinde olmaması hükmü kendisini elit olarak kabul eden çevrelerin şimdilik Türkiye’deki petrolün işletilmesini istemediğinin en açık delili olarak gözler önündedir” demektedir.

BÜTÇE SINIRLI

Konuyla ilgili TPAO yetkilileri ise Boyabat, Soğuksu, Ekinveren yörelerinde 8 kuyu açtıklarını, ancak bunların hiçbirinde ekonomik bir keşif yapamadıklarını, sadece birinde gaz bulunduğunu belirtiyorlar. Yetkililer, “TPAO’nun arama bütçesi onda bire düşürüldü. Bu da yeterli sayıda ve istediğimiz yerlerde kuyu açmamızı engelliyor. Bu bütçeyle ancak çok sınırlı aramalar yapabiliyoruz. Şimdilerde daha ziyade Karadeniz’de denizel alanda petrol araması yapıyoruz”diyor.

İçe kapanmanın sebebi geçmişteki acı ders

Türkiye’deki petrol ve yeraltı zenginliklerinin işletilmesinin engellenmesinde gizli bir gücün etkili olduğu iddialarının temeli Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarına kadar uzanıyor.

Türkiye’nin başta petrol olmak üzere çeşitli yeraltı madenlerinin işletilmesine engel olan güç nedir? Ve belki de daha önemlisi bu güç ne istemektedir? Bu tür sorular kamuoyunda sıkça tartışılmakta. Türkiye’deki petrol arama ve çıkarma faaliyetlerinin geçmişine göz attığımızda, “art niyet” olarak isimlendirile-bilecek bazı hallerin yanısıra, ilginç bir içe kapanma da hemen dikkati çekiyor. Bir derginin yaptığı araştırmada şu gerçekler hemen göze batıyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, daha önce özellikle yabancılara verilmiş birçok petrol arama/çıkarma izninin iptal edildiği görülüyor. Dahası 1940’lı yıllara kadar da petrolle ilgili bir kuruluşumuz yoktu. 1921’de Amerikan Raşyen Kumpanyası Anadolu’da petrol aramak için başvuruyor, TBMM barış imzalanmadan kabul edilmeyeceği yönünde karar çıkartıyor. Meclis 3 Kasım 1922’de, “Petrol, neft ve havagazı arama izninin kimseye verilmeyeceği” kararını çıkartıyor. Fransız Emile Mayen’e verilen Van’ın Beşparmak ve Gürgün ilçelerindeki arama izni, Sinop Ekinveren köyündeki arama izni, Manisa Kozluca’daki Mehmet Bahri Bey’e verilen petrol işletme imtiyazı, Mardin Midyat’ta Ahmet Şakir Efendi’ye verilen neft ve zift araştırma ruhsatı... Bunlar ve daha birçok petrol arama/çıkarma izni 1924’te iptal ediliyor. Ertesi yıl, yani 1925’te ise Sinop Ekinveran, Gelibolu Gölcük, Eksamil, Gonoz, Mürselli, Tekirdağ Balatnoz deresi, Van Hareşit, Amik ve daha birçok bölgede daha ziyade yabancılara verilmiş petrol arama/çıkarma ruhsatları feshediliyor

http://www.hakimiyetimilliye.org/modules.php?op=modload&name=Forums&file=viewtopic&topic=77&forum=13
Son düzenleyen Tigin; 10 Ocak 2006 02:54
Tigin - avatarı
Tigin
Ziyaretçi
13 Ocak 2006       Mesaj #9
Tigin - avatarı
Ziyaretçi
Küresel Politikalar ve Türkiye Madencilik Sektörü




KÜRESEL POLİTİKALAR VE TÜRKİYE MADENCİLİK SEKTÖRÜ
Global Policies and Mining Industry in Turkey







Nejat TAMZOK Msn Star









ÖZET

1980'li yıllardan itibaren, "ekonomi yönetiminde kamusal mekanizmaların yerine piyasa mekanizmalarının konulması gerektiği, verimlilik ve refahın bu yolla sağlanacağı" şeklindeki politikaların Türkiye'ye yansımaları gecikmemiş ve bu doğrultuda önce planlı dönem üzerine bir sünger çekilmiştir. Bu süreçte, dış ticaretin serbestleştirilmesinden özelleştirmeye, tarımsal destekleme politikalarından enerji politikalarına kadar çok geniş bir alan, uluslararası kuruluşlar ile yapılan çeşitli kredi anlaşmalarında yer alan taahhütler doğrultusunda biçimlendirilmiştir.

Söz konusu gelişmelerin Türkiye madencilik sektörüne yansımaları, özellikle 1990'lardan itibaren hız kazanmıştır. Bu süreçte, madencilik sektöründe öne çıkan söylem "kamu madencilik kuruluşlarının özelleştirilmesi" olmuş, bu amaçla söz konusu kuruluşlarda gerekli olan yatırımlar yapılmamıştır. Türkiye madencilik sektöründe mülkiyet ve yönetim değişikliklerini gerçekleştirmeye yönelik olarak çeşitli kamu kurumlarında sektörel bölünme, ticarileştirme, şirketleştirme ve özelleştirmeye yönelik uygulamalar birbirini izlemiş, tüm bu faaliyetlerin sonucunda, gerek maden aramaları gerekse üretimler büyük ölçüde sekteye uğratılmış, uzun yılların birikimini ve potansiyelini taşıyan kamu madencilik kuruluşları tek tek birer enkaz yığını haline getirilirken yerlerine de hiç birşey konulamamıştır.
Anahtar Sözcükler: Madencilik politikaları, küreselleşme, liberalizasyon, çok uluslu şirketler.


ABSTRACT

Starting from the 1980's, the echoing of the policies to Turkey which are grounded on the idea of "the productivity and welfare could be catched by replacing the public mechanisms in the economy management by market mechanisms" didn’t delay and in this direction first the planned era had been given up. In this period, a very broad area that extends from the liberalization of foreign trade to the privatization and from the agricultural support policies to the energy policies have been formatted in the direction of commitments that appear in various credit agreements signed with international organizations.

The reflections of above-mentioned developments in Turkish mining industry gained speed especially from 1990's. In this period, foremost saying in the mining industry had been "the privatization of public mining enterprises" and to this aim the required investments in these enterprises have not been made. The applications directed towards sectoral unbundling, commercialization, corporationalization and privatization which aimed the realization of both proprietorship and administration changes in Turkish mining industry have succeeded and as a result of all these activities, both mineral explorations and mining productions have been impeded on a large scale and public mining establishments that carry the heritage and potential of the years have been ruined one by one, but no replacements are made for those establishments.
Key Words : Mining policies, globalization, liberalization, multinational companies.
1. GİRİŞ
Çok uluslu şirketlerin, ulusların toplumsal ve ekonomik yaşamlarındaki belirleyici konumları, özellikle son yirmi yılda, önemli oranda güçlenmiştir. Pazarın, üretim ve üretim teknolojisinin az sayıda mega şirketin denetiminde olması, hemen tüm sektörlerde, söz konusu şirketler tarafından ve bu şirketler yararına yapısal değişim süreçlerinin başlatılmasına neden olmuştur. Söz konusu şirketlerin pazardaki güçlerini giderek artırmaları, bulundukları sektörlerdeki pazarın gelişimini, yatırım, innovasyon, çalışma kural ve koşullarını kendi yararları doğrultusunda dikte ettirebilmelerini kolaylaştırmakta, bu durum, şirket birleşmelerini daha da cazip hale getirmekte, küresel ve yerel ölçekte tekelleşme daha da artmaktadır.
Özellikle 1980'lerden itibaren dünya metal fiyatlarındaki yükseliş, sanayi sektörlerinin ikame ürünlere yönelmeleri ya da geri dönüşüm teknolojilerine ağırlık vermeleri sonucunu doğurmuştur. Aynı dönemdeki bir diğer gelişme ise, metal hammadde tüketiminin göreli daha az olduğu elektronik sektörüyle hizmet sektörlerinin, diğer sektörlere oranla yükselme eğilimine girmiş olmasıdır. Bu gelişmeler, dünya metal talebinin büyük ölçüde düşmesine neden olmuş, özellikle çok uluslu madencilik şirketlerinin karlarında önemli kayıplara yol açmıştır.
Aynı dönemlerde dünyada esmeye başlayan küreselleşme rüzgarları ve neo-liberal politikalar, söz konusu uluslararası şirketlerce kurtarıcı olarak karşılanmıştır. Şirket yönetimleri, özellikle gelişmekte olan ülkelerde liberalleşme, deregülasyon ve özelleştirme uygulamalarının kendileri için yeni yaşam alanları sağlayacağını görmüşlerdir. Bu amaçla, çok uluslu şirketler, etkinliklerini artırmak ve çalışmalarını küresel ölçekte yaygınlaştırmak için faaliyet alanlarını daraltarak diğer şirketlerle birleşme yoluna gitmişlerdir.

Küresel Politikalar ve Türkiye'de Madencilik Sektörü
Dünya madencilik endüstrisinde, konsolidasyona yönelik çabalar 1980'li yıllardan itibaren başlamış, özellikle son yıllarda hız kazanmıştır. Dünya madencilik endüstrisi, şirket birleşmeleri bakımından, özellikle son on yılda önemli bir hareketlilik göstermiş, 1995 yılından 2001 yılına kadar geçen 7 yıllık sürede, şirket birleşmeleri için harcanan para 195 milyar dolar seviyesine ulaşmıştır[1]. Şirket birleşmeleri açısından 2001 yılı, rekor yılı olup, ilk 9 ayında 57,9 milyar dolarlık birleşme gerçekleşmiştir (Grafik 1).
Küresel Politikalar ve Türkiye'de Madencilik Sektörü
Şirket birleşmeleri sonucunda, sermaye büyüklüğüne göre dünya madencilik sektörünün ilk beşi; Alcoa, BHP Billiton, Rio Tinto, Anglo American, Norsk Hydro olarak sıralanmış ve çok sayıda madencilik faaliyeti büyük oranda bu şirketler tarafından denetlenmeye başlanmıştır. Son birleşmelerden sonra, dünya madencilik endüstrisinin 250 milyar Dolar civarında olan sermaye toplamının %40'ı söz konusu beş şirketin eline geçmiştir (Grafik 2).
Kaynak: International Institute For Environment and Development, Breaking New Ground: Mining, Minerals, and Sustainable Development, Final Report, <http://www.iied.org/mmsd/finalreport/index.html>, s. 59-60, 2002.

Söz konusu gelişmeler sonucunda, 2001 yılında, dünya demir cevheri pazarının %67,3'ü, kalay pazarının %79,3'ü, bakır pazarının %74,6'sı ve altın pazarının %57,4'ü en büyük 10 şirket tarafından kontrol edilmektedir[2]. Yine, platin ve molibden pazarının %90'ından fazlası toplam 10 şirketin elinde bulunmakta, nikel pazarının %51'i ve alüminyum pazarının ise %38'i söz konusu sektörlerde faaliyet gösteren ilk beş şirket tarafından denetlenmektedir[3]. Öte yandan, kurşun üretiminin %58'i, çinko üretiminin ise yaklaşık %49'u en büyük 10 şirket tarafından yapılmaktadır[4],[5] (Grafik 3). Şirket birleşmelerine harcanan paranın her geçen yıl giderek artması, madencilik dış ticaretinin artış hızı, artan özelleştirme uygulamaları ve yabancı şirketlerin ulusal pazarlara girişlerinin hızlanması, madencilik endüstrisinde konsolidasyon ve tekelleşme eğilimlerinin giderek artmaya devam edeceğine ilişkin ipuçlarını vermektedir.
Dünya madencilik endüstrisinde şirketlerin birleşmeler şeklinde büyümeleri ve toplam üretim ve pazarlamadan daha fazla pay almaları, çokuluslu şirketler için, ulus devletler üzerinde daha fazla güç kullanabilme anlamına gelmektedir. Bu güç, madencilik sektörlerinde, gerek mülkiyet ve yönetim değişikliklerini sağlamaya, gerekse çok uluslu şirketlerin pazara girişinin önündeki engellerin kaldırılmasına yönelik olarak, ilgili ülke yasalarının değiştirilmesinde etkin olarak kullanılmaktadır. Uluslararası kuruluşların da önemli bir rol oynadıkları bu sürecin, özellikle eski Doğu Bloku, Latin Amerika ve Güney Doğu Asya ülkelerinde hızla yürütülmekte olduğu gözlemlenmektedir.
Küresel Politikalar ve Türkiye'de Madencilik Sektörü
Kaynak: International Institute For Environment and Development, Breaking New Ground: Mining, Minerals, and Sustainable Development, Final Report, <http://www.iied.org/mmsd/finalreport/index.html>, s. 59-60, 2002.

1985 ve 1995 yılları arasında, 90'ın üzerinde ülkede yeni maden kanunlarının ya da mevcut maden kanunlarında değişikliklerin gündeme gelmiş olması[6]
yukarıda değinilen gelişmelerin doğal sonuçları olarak görülmelidir. Söz konusu değişiklikler ile özellikle yabancı sermayenin maden kaynaklarına erişimi kolaylaştırılmış, aramadan işletmeye otomatik geçiş dahil çeşitli garantiler ve vergi muafiyetleri sağlanmıştır[7]. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, yerli özel madencilik şirketleri, yasal düzenlemeler ile pazara girişleri kolaylaştırılan uluslararası tekellerin rekabeti karşısında tutunamamış, genellikle söz konusu tekellerin içerisinde erimek durumunda kalmışlardır. Kamu madencilik kuruluşları ise büyük oranda tasfiye olmuş, ulusal madencilik üretimlerinde büyük gerilemeler yaşanmıştır.
2. KÜRESEL POLİTİKALARIN TÜRKİYE MADENCİLİK SEKTÖRÜNE ETKİLERİ
1980'li yıllardan itibaren, "ekonomi yönetiminde kamusal mekanizmaların yerine piyasa mekanizmalarının konulması gerektiği, verimlilik ve refahın bu yolla sağlanacağı" şeklindeki politikaların Türkiye'ye yansımaları gecikmemiş ve bu doğrultuda önce planlı dönem üzerine bir sünger çekilmiştir. 1980 yılından itibaren ekonomide dışa açık gelişme stratejisi yürürlüğe konmuştur. Bu çerçevede, dış ticaretin serbestleştirilmesinden özelleştirmeye, tarımsal destekleme politikalarından enerji politikalarına kadar çok geniş bir alan, uluslararası kuruluşlar ile yapılan çeşitli kredi anlaşmalarında yer alan taahhütler doğrultusunda biçimlendirilmiştir.
Söz konusu gelişmelerin Türkiye madencilik sektörüne yansımaları, özellikle 1990'lardan itibaren hız kazanmıştır. Bu süreçte, madencilik sektöründe öne çıkan söylem "kamu madencilik kuruluşlarının özelleştirilmesi" olmuş, bu amaçla söz konusu kuruluşlarda gerekli olan yatırımlar yapılmamıştır. Türkiye madencilik sektöründe mülkiyet ve yönetim değişikliklerini gerçekleştirmeye yönelik olarak çeşitli kamu kurumlarında sektörel bölünme, ticarileştirme, şirketleştirme ve özelleştirmeye yönelik uygulamalar birbirini izlemiş, madencilik sektörünün kamu ağırlıklı yapısı özel sermayenin de yerini alabileceği bir rekabet ortamına dönüştürülmeye çalışılmıştır. Sektörde, liberalizasyonu sağlamaya yönelik olarak, şirketler üzerindeki sıkı yasal düzenlemelerin gevşetilmesi, devletin müdahale, düzenleme ve denetimlerinin mümkün olduğu ölçüde kaldırılmaya ya da yumuşatılmaya çalışılması, yasal mevzuatta sık sık yapılan değişiklikler ile sürdürülmüştür.
Sektörün liberalizasyonuna yönelik yukarıda değinilen tüm bu faaliyetlerin sonucunda, gerek maden aramaları gerekse üretimler büyük ölçüde sekteye uğratılmış, Etibank, Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA), Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) ve Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) gibi uzun yılların birikimini ve potansiyelini içlerinde taşıyan kamu madencilik kuruluşları tek tek birer enkaz yığını haline getirilirken yerlerine hiç birşey konulamamıştır.
Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü: 1935 yılında kurulan Maden Tetkik Arama Enstitüsü, yaptığı çalışmalarla, bugün kurulu bulunan birçok sanayi tesisinin temel girdisi olan hammadde kaynaklarını ortaya çıkarmıştır. Demir-Çelik, Alüminyum, Ferro-Krom, Cam Seramik, Kağıt, Çimento vb. sanayilerimizin temel girdileri olan hammaddelerin tamamına yakınının aranmasında, bulunmasında ve etütlerinin yapılmasında MTA'nın katkısı bulunmaktadır.
Türkiye'de ilk petrol MTA tarafından Raman'da bulunmuş, ilk petrol rafinerisi Batman'da yine MTA tarafından kurularak faaliyete geçirilmiştir. Zonguldak taş kömürü havzasında bugün bilinen rezervlerin büyük bir kısmı MTA tarafından bulunmuştur. Keban'daki simli kurşun, Murgul-Çakmakkaya ve Çayeli-Madenköy'deki bakır, Guleman'daki krom, Seydişehir'deki aluminyum, Bursa-Uludağ'daki volfram, Mardin-Mazıdağ'ındaki fosfat ve Divriği Hekimhan ile Hasançelebi'deki demir rezervleri MTA tarafından bulunup ortaya çıkarılmıştır.
Ülkemiz madencilik sektöründe çok önemli bir yeri olan bor rezervlerinin yarısından fazlası MTA tarafından Kütahya-Emet ve Eskişehir-Kırka'da bulunmuş olup, bu yataklar halen Eti Holding tarafından işletilmektedir.
Yine, Beypazarı trona, Kızılcaören fluorit, Sivrihisar toryum, Manisa-Köprübaşı ve Yozgat-Sorgun'daki uranyum yatakları da MTA tarafından bulunmuştur.
Türkiye'nin 1996 yılı itibariyle toplam 8,3 milyar ton olan linyit rezervi (Kütahya-Tavşanlı-Tunçbilek-Seyitömer, Manisa-Soma, Çanakkale-Çan, K.Maraş-Elbistan, Muğla-Yatağan, Hüsamlar, Ankara-Beypazarı linyit yatakları) MTA tarafından yapılan aramalarla ortaya çıkarılmıştır. Bugün, linyite dayalı toplam 6.000 MW'ın üzerinde kurulu güçteki santraller MTA Genel Müdürlüğü'nce bulunan kömürleri kullanmaktadır. Türkiye'nin bilinen önemli jeotermal enerji sahalarının tamamı 1962 yılından bu yana yine MTA tarafından yapılan çalışmalarla belirlenmiştir.
Bununla beraber, 1985 yılında çıkarılan 3213 sayılı Maden Yasası ile MTA neredeyse özel bir arama şirketine dönüştürülmüş, böylelikle Türkiye maden kaynaklarını aramaktan vazgeçmiştir. MTA'nın 1980 ve 2002 yılları arasında yaptığı sondajların[8] gelişim çizgisini göstermesi bakımından Grafik 4, maden aramalarından söz konusu çekilmeyi net olarak ortaya koymaktadır. Görüldüğü gibi, kamunun maden aramalarından da elini çekmesi gerektiği düşüncesiyle yapılan yeni düzenlemeler sonucu, 1992 yılından itibaren kamu aramalara kaynak ayırmamış, o tarihten itibaren de ne kamu ne de özel sektör tarafından kayda değer herhangi bir maden kaynağı bulunamamıştır.
Küresel Politikalar ve Türkiye'de Madencilik Sektörü
Kaynak: MTA Yıllık Faaliyet Raporları
Eti Holding A.Ş.: Yeraltı kaynaklarını işletmek, sanayiin ihtiyacı olan madenler ve endüstriyel hammaddeleri üretmek, ithal ve ihraç etmek amaçlarıyla, 1935 yılında kurulan Etibank, 1998 yılının başında yeniden yapılandırılarak Eti Holding A.Ş. adını almıştır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin sanayileşme hamlesinde çok büyük bir rol oynayan Etibank'ın bünyesinde, kuruluşundan 1980'li yıllara kadar geçen sürede pek çok madencilik ve metalurji tesisi kurulmuştur. Bu işletmelerden en önemlileri Çizelge 1'de verilmektedir.
1980'li yıllardan itibaren madencilik sektöründe mülkiyet değişimini gerçekleştirmeye yönelik yapılan sektörel bölünme, ticarileştirme, şirketleştirme ve özelleştirmeye yönelik uygulamalar en fazla Etibank'ı etkilemiş, söz konusu kurum pek çok parçaya bölünmüş ve her parçası bir yana dağılmıştır.
İlk olarak 1993 yılında Karadeniz Bakır İşletmeleri A.Ş., Çinkur A.Ş. ve Etibank Bankacılık A.O. Etibank'ın bünyesinden ayrılarak Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığına devredilmiş, 1994 yılında Ergani Bakır, Keçiborlu Kükürt, Halıköy Civa ve Mazıdağı Fosfat İşletmeleri kapatılmıştır.

Çizelge 1. Etibank Bünyesinde Kurulan İşletmeler ve Son Durumları
İşletme

Kuruluş Yılı

Son Durumu
Ergani/Elazığ Bakır

1939

Kapatıldı
Guleman/Elazığ Krom

1939

Kapatıldı
Üçköprü/Muğla Krom

1957

ÖİB
Antalya Elekrometalurji

1957

ÖİB
Emet/Kütahya Kolemanit

1958

Eti Holding
Küre/Kastamonu Bakır

1959

ÖİB
Halıköy/İzmir Civa

1960

Kapatıldı
Bandırma/Balıkesir Boraks

1964

Eti Holding
Seydişehir/Konya Alüminyum

1965

Eti Holding
Milas/Muğla Boksit

1968

Eti Holding
Karadeniz Bakır İşletmeleri

1968

ÖİB
Çinkur

1968

Kapatıldı
Kırka/Eskişehir Boraks

1970

Eti Holding
Şarkkromları/Elazığ Ferrokrom

1972

ÖİB
Cumaovası/İzmir Perlit

1972

Eti Holding
Beyşehir/Konya Barit

1974

Eti Holding
Mazıdağı/Mardin Fosfat

1974

Kapatıldı
Bigadiç Bor

1976

Eti Holding
Kestelek/Bursa Kolemanit

1979

Eti Holding
Gümüşköy/Kütahya Gümüş

1980

ÖİB
1998 yılında ise Etibank, Bakanlar Kurulu Kararı ile Eti Bor, Eti Alüminyum, Eti Krom, Eti Bakır, Eti Gümüş, Eti Elektrometalurji ve Eti Pazarlama ve Dış Ticaret olarak 7 ayrı anonim şirkete bölünmüştür. Söz konusu şirketlerden Eti Bakır, Eti Krom, Eti Elektrometalurji, ve Eti Gümüş 2000 yılında Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'na (ÖİB) devredilmiştir.
Dolayısıyla Etibank'ta, bölünme, ticarileştirme ve şirketleştirme aşamaları tamamlanmıştır. Sıra özelleştirmededir. Eti Gümüş, Eti Krom ve Eti Elektrometalurji için 2003 Nisan ayı sonunda "blok satış" yöntemiyle ihaleye çıkılması planlanmıştır. Yine, Karadeniz Bakır İşletmesi ve Eti Bakır A.Ş.'nin ise 2003 Temmuz ayında "varlık satışı ve hisse satışı" yöntemiyle ihale edileceği ilan edilmiştir.
Bununla beraber, bu kuruluşların bazıları yıllardan beri Özelleştirme İdaresi Başkanlığı bünyesindedir ve defalarca özelleştirme programına alınmışlar, her defasında yeniden yıpratılmışlardır. Örneğin KBİ A.Ş. 10 yılı aşkındır özelleştirilecek kuruluşlar arasındadır. Ancak, özel sektör madencilik sektörüne yatırım yapma konusunda istekli değildir. Gerçekte, özelleştirme söylemleriyle zaman yitirilmekte, madencilik sektörünün dinamizmi açısından son derece önemli işlevler gören söz konusu kuruluşlar yatırım yapılmamak suretiyle bitirilmekte, yerlerine birşey konulamamaktadır. Yıllardan beri bu ülkeye katma değer sağlayan, ülke kalkınmasında motor görevi gören bu kuruluşlar topluma bir yük gibi yansıtılmaktadırlar.
Türkiye Taşkömürü Kurumu: Ülkemizin tek taşkömürü üreticisi olan TTK'nın, rasyonel ve dinamik ulusal taşkömürü politikalarının da mevcut olmadığı bir ortamda, küresel sermaye lobileri ile fazla rekabet olanağı bulamamış olması son derece doğaldır. Özellikle enerji piyasalarındaki serbestleşme eğilimleri sayesinde küresel enerji lobilerinin, ülkeye hesapsız doğal gaz, ithal kömür ya da petrokok girmesini sağlamaları TTK'yı tamamen savunmasız bırakmıştır. Yine, Demir-Çelik işletmelerimizin, yanı başlarındaki TTK’nın ürettiği kömür yerine sıfır gümrükle kömür ithal etmeleri de TTK açısından ayrı bir olumsuzluk unsurudur.
Söz konusu olumsuz koşullar sonucunda, 1981 yılından bu yana üretimi %75 oranında gerileyen TTK, yatırım, istihdam, üretim ve mali yönden büyük bir darboğazla karşılaşmıştır.
Türkiye Kömür İşletmeleri: Türkiye bir kömür ülkesidir ve düşük kalorili olmakla beraber elektrik üretimi amacıyla kullanılabilecek çok önemli bir kömür potansiyeli mevcuttur. Yine, yıllardır ihmal edilen aramalar ile yeni kömür yataklarının bulunup geliştirilmesi olasılığı son derece yüksektir. Ülkemizde doğal gaz ise yok denecek kadar az bulunmaktadır. Ancak, kömür yatakları atıl bekletilirken elektrik üretiminde doğalgaza ağırlık verilmesi ülkemiz sanayi sektörlerinin gelişmesi bakımından akılcı bir yaklaşım değildir.
Ancak, Türkiye’de yapılan enerji planlamalarında bilimsellik ya da rasyonelliğin olduğunu söylemek mümkün değildir. 1980'lerden itibaren esmeye başlayan küreselleşme - liberalleşme söylemlerine kendisini kaptıran enerji yönetimi küresel piyasalara tamamen teslim olmuş ve yerli kaynakları bir kenara itmiştir. Yerli kömür yatakları atıl bekletilirken elektrik üretiminde, ülkemizde yok denecek kadar az olan doğalgaza ağırlık verilmiştir.
Enerjide liberal politikaların sonucu, yerli kaynaklarımızın kullanıldığı santrallerdeki elektrik üretiminden vazgeçilmesi olmuştur. Enerjide liberalleşme, hidrolik santrallerin yanında yerli kömürlerimizle çalışan termik santrallerin de üretim seviyelerinin her geçen yıl çarpıcı bir şekilde düşürülmesine neden olmuştur.
Bu durumun nedeni; 2002 yılı başı itibariyle 28.000 MW olan toplam elektrik enerjisi kurulu gücünün, tamamı doğal gaz santralı olmak üzere 5.000 MW ilavesiyle 33.000 MW'a çıkarılması, ancak, kurulan bu güce bugün ihtiyaç olmaması, üstüne üstlük yurtdışından doğal gaz alımı ile ilgili "al ya da öde" şeklinde adlandırılan anlaşmaların da yapılarak ülkeye hesapsız, plansız doğal gaz girişinin önünün açılmış olmasıdır. Bu durum, 2002 yılında olduğu gibi bu yıl için de yerli linyitlerimizin kullanıldığı termik santrallerdeki elektrik üretiminden vazgeçilmesi sonucunu doğurmuştur. “Al ya da öde” şeklinde yapılan ve ülke ihtiyacının çok üzerinde miktarlarla bağıtlanan doğal gaz anlaşmaları sonucu su kaynaklarımıza dayalı hidrolik santrallerin yanında yerli kömürlerimizle çalışan termik santrallerin mevcut kurulu kapasiteleri de atıl bırakılmıştır.
Uluslararası tahkim anlaşmaları gereğince, doğalgaza dayalı santrallerin yakıtının devlet tarafından verilmediği durumda, yakıt verilmiş ve elektrik üretilmiş gibi bedelinin yine devlet tarafından ödenmesi ya da yakıtı verilen santralin ürettiğinin devlet tarafından satın alınma zorunluluğu, ülkemizin sanayileşmesi önünde açık bir engel oluşturmaktadır. Bu durum, doğal gazın elektrik enerjisi üretimindeki payının %60’lara yükselmesi, dolayısıyla Türkiye’nin enerji arz güvenliğinden tamamen vazgeçmesi anlamına gelmektedir.
Böylece kömür ülkesi Türkiye’de yerli kömürlerin elektrik enerjisi üretimindeki payı 1998 yılındaki %40’lardan 2003 yılında %15’lere düşmüş, tamamen yurtdışına bağımlı olduğumuz doğal gazın 1985 yılında %1 bile olmayan payı ise %60’lara yükselmiş olacaktır. Bu durum, enerjide dışa bağımlılığı daha da arttıracak, dünyada ortaya çıkabilecek muhtemel bir enerji krizi durumunda Türkiye'nin çok büyük yaralar almasına neden olacaktır.
2000 yılında termik santraller için 33.169.000 ton kömür üreten Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu’nun santral üretimi, iki yıl içerisinde %24 oranında düşürülmüş, 2002 yılında 25.323.000 ton düzeyinde üretim yapılabilmiştir[9]. Bu rakam TKİ kurulu üretim kapasitesinin yaklaşık %63’üdür. Termik santrallere yerli kömür sağlayan TKİ’nin üretim düşüşü bununla da kalmamış, bu defa 2003 yılı için 2000 yılına göre %50’lere varan üretim düşüşleri gündeme gelmiştir.
Küresel Politikalar ve Türkiye'de Madencilik Sektörü
2003 yılında 18 milyon ton olarak planlandığı anlaşılan üretim düzeyi ile, söz konusu kurumun yakın zamanda önemli darboğazlarla karşılaşacağı son derece açıktır. Grafik 5, hatalı planlamalar ve bilinçsiz yönetimler tarafından Türkiye’de bir KİT’in daha, nasıl içinden çıkılmaz darboğazlara sürüklendiğinin çarpıcı bir göstergesidir. Topu topu 3 yılda kurulu üretim kapasitesinin yarısı ile çalışmaya mahkum edilen söz konusu kurumun, çok yakın bir gelecekte, –muhtemelen zararın asıl nedeni olan planlama hataları ve hesapsız doğal gaz anlaşmaları göz ardı edilerek- verimsiz olduğu gerekçesiyle özelleştirilmesi ya da kapatılması gündeme getirilecektir. Ancak, dünyanın hiçbir yerinde hiçbir kurumun, kapasitesinin yarısında çalışarak karlı ya da verimli olması mümkün değildir.
3. UYGULANAN POLİTİKALARIN MADENCİLİK SEKTÖRÜNDEKİ SONUÇLARI
Uygulanan politikalar sonucunda, madencilik sektörü yatırımları hızla düşmüştür. Kamu yatırımlarından vazgeçilmiştir. Toplam sabit sermaye yatırımları içerisinde kamunun payı 1981 yılında %4,5 iken 2002 yılında %0,5 olmuştur[10] (Grafik 6). Artacağı varsayılan özel sektör yatırımlarında ise ciddi sayılabilecek bir artış olmamıştır. Kamu kesimindeki düşüşün özel kesimce doldurulamaması uygulanan politikaların yanlışlığını açık olarak göstermektedir.
Küresel Politikalar ve Türkiye'de Madencilik Sektörü
Kaynak: DPT

Küresel Politikalar ve Türkiye'de Madencilik Sektörü
Madencilik sektörünün ülke ekonomisine katkısı hızla düşmüştür. Madencilik sektörünün Gayri Safi Milli Hasılaya katkısı %1,5’un altına gerilemiştir[11] (Grafik7).
Kaynak: DİE
Yine, madencilik sektöründeki istihdam 20 yılda 100.000 kişi azalarak yarıya inmiştir. 1980 yılında yaklaşık 200.000 olan madencilik sektörü istihdamı 2002 yılında 100.000’in altına düşmüştür[12].


Küresel Politikalar ve Türkiye'de Madencilik Sektörü
Msn Star Maden Yüksek MühenKaynak: DİE
4. SONSÖZ
1980'li yıllardan itibaren, "ekonomi yönetiminde kamusal mekanizmaların yerine piyasa mekanizmalarının konulması gerektiği, verimlilik ve refahın bu yolla sağlanacağı" şeklindeki politikaların Türkiye madencilik sektörüne yansımaları, özellikle 1990'lardan itibaren hız kazanmıştır. Öncelikle madencilik sektörünün “olmazsa olmaz” kuralı “planlama” düşüncesinden vazgeçilmiş, madencilik sektörünün ülke sanayi sektörleri ile entegrasyonu gözardı edilmiştir.
Bu süreçte, madencilik sektöründe öne çıkan söylem "kamu madencilik kuruluşlarının özelleştirilmesi" olmuş, bu amaçla söz konusu kuruluşlarda gerekli olan yatırımlar yapılmamıştır. Türkiye madencilik sektöründe mülkiyet ve yönetim değişikliklerini gerçekleştirmeye yönelik olarak çeşitli kamu kurumlarında sektörel bölünme, ticarileştirme, şirketleştirme ve özelleştirmeye yönelik uygulamalar birbirini izlemiştir.
Sektörün liberalizasyonuna yönelik tüm bu uygulamaların sonucunda, gerek maden aramaları gerekse üretimler büyük ölçüde sekteye uğratılmış, kamu madencilik kuruluşları tek tek elden çıkarılırken yerlerine hiç birşey konulamamıştır. Kamu kurumlarının yerini dolduracağı öngörülen özel kesim, madencilik sektörüne özgü riskleri göze alamamış, sektöre yatırım yapmamıştır.
Dünya madencilik endüstrisinde konsolidasyon ve tekelleşme artarak sürmektedir. Giderek güçlenen şirketler ulus devlet üzerinde daha fazla baskı unsuru olabilmektedir. Türkiye’de ise tersine sektör parçalanarak küçültülmektedir. Küçültülmüş madencilik şirketlerinin söz konusu dev şirketlerle rekabet edebilmeleri mümkün değildir.
Madencilik, tarih boyunca uygarlıkları şekillendiren temel sektörlerden biri olmuştur. Özellikle, insanlığın gelişim sürecinin son ikiyüz yılındaki baş döndürücü ilerlemede kömür ve demirin önemini yadsımak mümkün değildir. İçinde bulunduğumuz yüzyılda da, bor, toryum ya da trona gibi yeraltı kaynaklarının insan yaşamının sürdürülebilmesi bakımından belirleyici olmaları muhtemeldir. Bu bakımdan, madencilik sektörü, dün olduğu gibi bugün de, uluslar için vazgeçilmez konumunu sürdürmek durumundadır.
Bu bakımdan, öncelikle, insanı ve insan emeğini merkeze koyan, bir yandan madencilik faaliyetlerinde kamunun etkin gözetim ve denetimini sağlarken, diğer taraftan söz konusu faaliyetlerin çevre ve ekosistemlerin korunmasını da gözeten, temel olarak ekonomik kalkınmaya ve yoksulluğun azaltılarak gelir dağılımının düzeltilmesi hedeflerine yönlendirilen bir "ulusal madencilik politikası”nın oluşturulması, toplumun yararı bakımından son derece büyük önem taşımaktadır.

KAYNAKÇA
Corpuz, C.L., International Developments and Trends in the Mining Industry, National Workshop on Mining, Baguio City, Philippines, 20 Ekim 1999.
DPT, Temel Ekonomik Göstergeler, <http://www.dpt.gov.tr>, (2003).
DİE, Ulusal Hesaplar, <http://www.die.gov.tr>, (2003).
DİE, İşgücü İstatistikleri, <http://www.die.gov.tr>, (2003).
Engineering & Mining Journal Staff, "Who Owns Who In Mining 1998", Engineering & Mining Journal, <http://e-mj.com>, 1 Eylül 1998.
Ericsson, M., "Are Mining Mergers Creating New Monopolies?", Engineering & Mining Journal, <http://e-mj.com>, 1 Ekim 1999.
Ericsson,M.,"Mining M&A Reaches Record Levels in 2001", Mining Finance, Şubat 2002.
International Institute For Environment and Development, Breaking New Ground: Mining, Minerals, and Sustainable Development, Final Report, <http://www.iied.org/mmsd/finalreport/index.html>, s. 58, 2002.
Magnus Ericsson Raw Materials Group, Mining Mergers & Acquisitions – Through the roof in 2001, <http://www.rmg.se/>, (2001).
MTA, Yıllık Faaliyet Raporları.
Otto, J.M., "Mineral Policy, Legislation and Regulation", Mining, Environment and Development, Advance Copy, UNCTAD, s. 21.
TKİ, Yıllık Faaliyet Raporları.


disi, TMMOB Maden Mühendisleri Odası.

[1] Magnus Ericsson Raw Materials Group, Mining Mergers & Acquisitions – Through the roof in 2001, <http://www.rmg.se/>, (2001).
[2] Ericsson, M., "Mining M&A Reaches Record Levels in 2001", Mining Finance, Şubat 2002.
[3] International Institute For Environment and Development, Breaking New Ground: Mining, Minerals, and Sustainable Development, Final Report, <http://www.iied.org/mmsd/finalreport/index.html>, s. 58, 2002.
[4] Engineering & Mining Journal Staff, "Who Owns Who In Mining 1998", Engineering & Mining Journal, <http://e-mj.com>, 1 Eylül 1998.
[5] Ericsson, M., "Are Mining Mergers Creating New Monopolies?", Engineering & Mining Journal, <http://e-mj.com>, 1 Ekim 1999.
[6] Otto, J.M., "Mineral Policy, Legislation and Regulation", Mining, Environment and Development, Advance Copy, UNCTAD, s. 21.
[7] Corpuz, C.L., International Developments and Trends in the Mining Industry, National Workshop on Mining, Baguio City, Philippines, 20 Ekim 1999.
[8] MTA, Yıllık Faaliyet Raporları.
[9] TKİ, Yıllık Faaliyet Raporları.
[10] DPT, Temel Ekonomik Göstergeler, <http://www.dpt.gov.tr>, (2003).
[11] DİE, Ulusal Hesaplar, <http://www.die.gov.tr>, (2003).
[12] DİE, İşgücü İstatistikleri, <http://www.die.gov.tr>, (2003).









Son düzenleyen Tigin; 13 Ocak 2006 14:36
Tigin - avatarı
Tigin
Ziyaretçi
13 Ocak 2006       Mesaj #10
Tigin - avatarı
Ziyaretçi
Yazı eski , ancak okuduğunuzda bilim adamlarımızın boş oturmadıklarını , çalıştıklarını ama bilimin nasıl geri plana itelendiğini göreceksiniz :
NÜKLEER ENERJİ İLE ELEKTRİK ÜRETİMİ
Prof. Dr. Osman K. Kadiroğlu
Doç. Dr. Cemal Niyazi Sökmen
( Bilim ve Teknik Dergisi Haziran-1994 Sayı: 319 )
Günümüzde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin en önemli gereksinimi enerjidir. Her ne kadar tam bir ölçüt olmasa da ülkelerin gelişmişlik düzeyleri, üretip tükettikleri enerji ile ölçülür. Bazı ülkeler ürettikleri enerjiyi çok verimli bir şekilde kullanırlarken, bazıları bu konuda o denli başarılı olamazlar. Bazı ülkeler de kendileri kullanmadıkları halde çok miktarda enerji hammaddesi üretirler. Enerji üretim ve tüketiminin çok farklı yöntemleri olsa da, tüm ülkelerin ucuz, bol ve temiz enerji kaynaklarına gereksinimleri vardır.
Endüstrileşme ile baş gösteren buhar gücü gereksinimi dolayısıyla, kömür kullanımı büyük bir hızla artmıştır. Daha sonraları elektrik enerjisinin kullanılmaya başlanması ve içten yanmalı motorların kullanım alanının genişlemesi ile elektrik üretiminde kömür ve petrol, çok büyük bir hızla artmıştır. Sonunda endüstri ve çağdaş yaşam için en önemli hammadde, fosil yakıtlar olmuştur.
Fosil yakıtların kullanımı, çözümü çok zor sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu sorunların ilki, tükenen hammadde kaynaklarıdır. Fosil yakıtlar milyonlarca yılda oluşmuş, doğanın bizlere, daha doğrusu bizden sonraki nesillere bir armağanıdır ve sentetik olarak yapılanmaları son derece zordur. Çok sayıdaki petrokimya ürünleri spektrumunu inceleyerek petrol ve bazen de kömürün ne denli vazgeçilemez birer doğa harikası olduklarını rahatlıkla algılayabiliriz. Kömür petrol kadar bir kimyasal değere sahip değildir. Kalitesiz kömürlerin yakılmasının neden olacağı sorunlar ortadadır.
Fosil yakıtların içerdiği maddelerin büyük bir yüzdesini karbon ve hidrojen oluşturur. İçlerinde az da olsa kükürt, yanmayan maddeler ve radyoaktif maddeler de bulunur. Petrol, kömüre kıyasla daha az kirliliğe yol açar. Fosil yakıtlar yakıldığında ortaya doğal olarak CO2 ve SO2 gazlarının yanı sıra, radyoaktif maddeler ve kül çıkar. Ortaya çıkan CO2 gazı sera etkisine, SO2 gazı ise asit yağmurlarına neden olur. Sera etkisinin neden olduğu atmosfer sıcaklığı artışı yıllardır gözlenmektedir. Asit yağmurları bitki örtüsüne ve canlılara zarar verir. İngiltere'de yakılan kömür yüzünden Finlandiya'nın göllerindeki balıklar asit yağmuru nedeni ile ölmektedirler. Radyoaktif maddeler, linyit yatakları ikincil uranyum madenleri olarak kabul edilir.
Geçtiğimiz günlerde Yatağan'da baş gösteren radyasyon alarmının nedenlerini kömürün içerdiği radyoaktif maddelerde aramak gerekir. Yakılan kömürün beş veya onda birlik kısmı, kullanım alanları çok sınırlı olan ve çevreyi kirleten kül olarak atılır. Bu küller, Elbistan linyitlerinde olduğu gibi çok uçucu olabilirler. Yanma sıcaklığına bağlı olarak kullanılan havanın içinde bulunan azot gazının yanması ile oluşan NOx gazı, atmosferde ozon ile etkileşime girip ozon miktarını azaltır. İçten yanmalı motorlar ve doğal gaz santralleri, ozon tabakasının delinmesine istemeden katkıda bulunmaktadırlar.
Kömür dışındaki fosil yakıtların, stratejik önemleri de vardır. Son petrol ambargolarının dünya ekonomisine yaptığı etki ve doğal gaz boru hattının geçtiği ülkelerin politik şantajları, bilinen birer gerçektirler.

NÜKLEER YAKITTAN ELEKTRİK

Nükleer enerjinin hammaddesi olan uranyumun hiç bir endüstriyel kullanım alanı yoktur. Uranyum doğada bol miktarda bulunmaktadır. Son maden aramaları sonucu Avustralya ve Kanada'da büyük uranyum yatakları olduğu çıkmıştır. Uranyumun fiyatı bu nedenler dolayısıyla zaman içinde sürekli azalmıştır. İkinci bir nükleer hammadde ise toryumdur ve Türkiye, dünyanın en zengin toryum yataklarına sahiptir. Nükleer hammaddenin stoklanabilir olması, onun petrol gibi ekonomik silah olarak kullanılmasını imkansız kılar.
UO2'den (uranyum pası) yapılan 1 cm çap ve yüksekliğindeki seramik yakıt lokmaları, üst üste 3,5-4 m uzunluğundaki ince bir metal zarf içine yerleştirilirler. Elde edilen yakıt çubukları, hafif veya ağır su içeren dik veya yatık basınç tankları içine yerleştirilir. Belirli geometrik düzende ve belirli miktarda bir araya gelen yakıt nötronların yardımı ile fisyon sonucu enerji üretmeye başlar.
Ortaya çıkan bu çekirdek enerjisi yakıt çubuklarını ısıtır. Yakıt çubuklarının su veya ağır su ile soğutulması ile yüksek basınç ve sıcaklıkta buhar elde edilir. Buharın bir türbinde genişletilmesi ile tıpkı diğer fosil yakıtlı santrallerde olduğu gibi, ısı enerjisi mekanik enerjiye,türbinin çevirdiği jeneratör ile de mekanik enerji elektrik enerjisine dönüştürülür.
Nükleer enerjinin kullanılmaya başlamasından bugüne dek geçen yaklaşık elli yıl içinde bir çok nükleer reaktör tipi tasarlanmış, imal edilmiş ve çalıştırılmıştır; ancak günümüzde ticari olan nükleer santral tipleri çok az sayıdadır. Hafif su teknolojisi adını verdiğimiz ve bildiğimiz normal su ile soğutulan reaktörleri kapsayan teknoloji,ve ağır su teknolojisi adını verdiğimiz hidrojenin bir izotopu olan deteryumdan yapılan ağır su ile soğutulan reaktörleri kapsayan teknoloji, günümüzde ticari olarak kullanıma sunulmaktadır.
Yüksek sıcaklıkta çalışan gaz soğutmalı reaktörler ve sıvı metal soğutmalı hızlı üretken reaktörler ise, gelecekte kullanıma girmeye adaydırlar.

TEMİZ VE UCUZ ELEKTRİK

Nükleer santraller, normal çalışma düzenlerinde çevreyi kirletecek hiç bir etki yaratmazlar. Fosil yakıtlı santrallerin aksine, çevreye zararlı olan CO2, SO2 ve NOx gazlarını salmazlar ve kül bırakmazlar. Fosil yakıtlı santral yerine bir nükleer santral yapılması durumunda, fosil yakıtlı santralin çevreye atacağı zararlı maddelerin söz konusu olmaması nedeni ile nükleer santrallerin çevreyi temizlediği de söylenebilir. 1000 MWe gücündeki bir hafif su soğutmalı nükleer reaktörden yılda yaklaşık 27 ton (7 m3) kullanılmış yakıt çıkar. Bu miktar, aynı kapasitedeki bir kömür santralinin atık miktarına göre ağırlık olarak 25-300 bin kere, hacim olarak da 70-80 milyon kere daha azdır. Hemen belirtelim ki nükleer santrallerin gündelik atıkları fosil-yakıtlı santrallerin atıklarına kıyasla yok denecek kadar azdır ve normal çalışmaları sırasında çevreye yaydıkları radyasyon, nükleer santral civarında yaşayan bir kişinin doğal kaynaklardan almakta olduğu radyasyonun 100 ile 200'de biri kadardır.
Nükleer enerjinin elektrik üretiminde kullanılmaya başlamasından bu yana ticari nükleer reaktörlerin işlemesi sonucu ortaya çıkan atıklar, şimdilik santrallerde saklanmakta ve ileri bir tarihte gömülmeyi beklemektedir. Nükleer atıkların tehlikesi, kurşun, civa veya arsenik gibi zehirli atıklara kıyasla daha azdır. Nükleer atıkların radyoaktivitesi, zamanla durduğu yerde azalırken, zehirli atıklar çevreye atıldıkları ilk günkü gibi kalırlar.
Normal işletme sırasında çevreyi hemen hiç kirletmeyen nükleer santrallerin en korkulan yönü, bir kaza sonrasında çevreyi temizlenemez şekilde kirletme olasılıklarıdır. Nükleer teknolojinin elli yıla yakın kullanım süresi içinde iki önemli reaktör kazası olmuştur. Bu iki kaza birbirinin çok benzeri olmasına rağmen sonuçları ve çevreye etkileri birbirinden son derece farklıdır. Güvenlik felsefesi önemsenen ülkelerin tasarımlarından biri olan Three Miles Island reaktöründe, tahmin edilen en büyük kaza gerçekleşmiş; fakat reaktör çalışanları dahil hiç kimse, öngörülen miktarlardan fazla radyoaktiviteye maruz kalmamıştır. Çok pahalı bir deney olarak kabul edilebilecek bu kaza sonunda nükleer reaktör güvenliği sınavdan geçmiş ve başarılı olmuştur. Diğer taraftan nükleer güvenlik felsefesine önem vermeyen, iyi tasarlanmamış bir nükleer reaktörün iyi işletilmemesinin sonuçlarının ne denli acı olduğunun kanıtı da Çernobil kazasıdır. Bu kaza, nükleer teknolojiden kaçan ülkelerin bile, istemedikleri halde nükleer kazaların zararlarına katlanmak zorunda olduklarının da bir göstergesidir. Nükleer reaktörlerin maliyetinin yüksek olması, bazı ülkelerin nükleer enerjiden uzak kalmalarının başka bir nedenidir.
Bir güç santralinden elde edilen elektriğin maliyeti, temel olarak o santralin inşaatı ve elektrik üretir hale gelmesi için, yapılması gereken yatırım maliyetini, ömrü boyunca santralin verimli çalışmasını sağlamaya yönelik işletme ve bakım giderlerini ve elektriğin üretiminde kullanılan yakıtın temini için gerekli yakıt maliyetini içerir. Bir santralın ekonomik olması için üretilen elektriğin satılması sonucu elde edilen gelirin, en azından maliyetini karşılaması ve ayrıca diğer elektrik üretimi seçeneklerine göre daha ucuz olması gerekir.
Elektrik maliyetine etki eden harcamalar değişik zaman dilimlerinde yapılmakta; oysa elektrik üretimi santralin ömrü boyunca gerçekleşmektedir. Enflasyonun olmadığı sabit bir para birimi ile, bir santralin tüm ömrü boyunca yapılan harcamaların bugünkü değerinin o santralde üretilen elektriğin bugünkü değerine oranı, bize ortalama bir elektrik maliyeti verecektir. Elektrik üreticisi, ürettiği elektriğin fiyatını bu ortalama maliyete eşit olarak seçerse, yaptığı tüm harcamaları, paranın bugünkü değeri göz önüne alınarak karşılayabilecektir. Bu maliyet, yaklaşık olarak aynı koşullarda çalışan sistemlerin karşılaştırılmasını da olası kılar.
Nükleer santraller genel olarak ilk yatırım maliyetleri yüksek, yakıt ve işletme giderleri düşük santrallerdir. Yatırım maliyetleri ise, elektrik maliyetinin yarısından fazlasına denk gelmektedir.Bir santral inşaatının başlangıcı ile devreye girmesi arasında tipik olarak altı ila sekiz yıl civarında bir süre geçmesi gerekmektedir. Nükleer santrallerden elde edilen elektriğin maliyetinin azaltılmasında en önemli iki etmen, inşaat süresinin gerekli standartlara uyularak azaltılması ve ilk yatırım maliyetinin düşürülmesidir.
Yakıt giderleri reaktör tipine göre değişmektedir. Bazı reaktörler zenginleştirilmiş yakıt kullanmakta; bazıları ise doğal uranyuma dayalı yakıtlar kullanmaktadır. Zenginleştirme, yakıt maliyetini artırır. Ayrıca kullanılmış yakıtların ne şekilde depolanacağı ve bunun tahmin edilen maliyeti de, yakıt maliyetini etkileyecektir. Fakat genel olarak yakıt giderlerinin toplam maliyet içerisindeki payı az olduğu için, bu etki o kadar büyük değildir. Yakıt giderlerinin toplam maliyet içerisindeki payının düşük olması nedeniyle gelecekte uranyum fiyatlarında veya zenginleştirme fiyatlarında olabilecek değişiklerden üretilen elektriğin maliyeti pek etkilenmeyecektir. Yani bir nükleer santral bir kez kurulduktan sonra ürettiği elektriğin maliyeti yaklaşık olarak sabit kalabilir. Toplam yakıt gideri ise reaktörde üretilen toplam enerji ile orantılı olacaktır. İşletme ve bakım giderleri doğal olarak reaktörden reaktöre değişmektedir, ayrıca reaktörün işletildiği ülkenin koşulları da etkili olmaktadır. Elektriğin maliyeti, toplam harcamaların bugünkü değerinin üretilen enerjinin bugünkü değerine oranıdır. Bir nükleer santralde işletme ve yakıt giderleri düşük olduğu için, o santral ne kadar çok çalışırsa üretilen enerjinin maliyeti de o kadar düşecektir. Bir santralın yük faktörü, belirli bir zamanda ürettiği enerjinin aynı zaman diliminde, tam kapasitede çalışarak üreteceği enerjiye oranıdır. Dolayısıyla nükleer santraller, büyük yük faktörleri ile çalıştıklarında daha ucuz elektrik üreteceklerdir.
Santralin ekonomik ömrü tamamlandıktan sonra sökülmesi için gerekli yatırım, genel olarak ilk yatırım maliyetlerinin içerisinde pay ayrılarak göz önüne alınır. Sökülme için gerekli maliyetin toplam elektrik maliyeti içersindeki payı %1 civarındadır. 1000 MWe gücünde bir nükleer santralın ekonomik ömrünün sonunda sökülmesi için yaklaşık 100 milyon dolar civarında bir kaynak gerekmektedir. Bu kaynak,miktar olarak çok büyük olmasına karşın, bir nükleer santralin bir yılda ürettiği elektriği satarak elde edeceği gelirden daha azdır.
Şu ana kadar söz ettiğimiz maliyetler, belirli bir reaktör tipi ve çalışma koşulları göz önüne alındığında doğrudan tahmin edilebilen maliyetlerdir. Aslında bunlara ek olarak, gerek maliyetin niteliği gerekse de veri yokluğundan dolayı tahmin edilmesi oldukça zor olan maliyet bileşenleri vardır. Büyük bir kazanın maliyeti bunlara bir örnektir. Gerçekleşme olasılığı her yüz bin reaktör yılı işleyişte bir olan kazanın etkilerinin getirdiği maliyet, 200 milyar dolar civarında ise , reaktör başına bu maliyet yılda 2 milyon dolar civarındadır. Yani düşük olasılığa sahip böyle bir kazanın getirdiği bir yıllık mali risk, elektrik maliyetinin %1'i kadar olmaktadır. Three Mile Island kazasının yol açtığı dış etkilerin maliyetinin 26 milyon dolar, Çernobil kazasının toplam maliyetinin ise 14 milyar dolar dolayında olduğu tahmin edilmektedir.
Kaynaklar
· Broad Economic Impact of Nuclear Power,OECD, 1992.
· Cohen B.L.,"Before It's Too Late",New York, 1983.
· Cohen B.L.,The Nuclear Energy Option,New York, 1990.
· Electricity and the Environment,IAEA-TECDOC-624, September 1991.
· Kadiroğlu O.K.,Bilim ve Teknik Dergisi Nisan-1994 Sayı= 317.
· Makina Müh. Odası, Uluslararası Teknoloji Kurultayı Yayın No:168,1 993.
· National Academy of Sciences, "The Effects on Population of Exposure to Low Levels of lonizing Radition", 1980.
· Ott Karl O. and Spinard Bernard I., "Nuclear Energy", New York, 1985.
Senior Export Symposium on Electricity and Envireonment, IAEA, 1991.
Son düzenleyen Tigin; 13 Ocak 2006 14:44

Benzer Konular

3 Haziran 2014 / evo Çevre Bilimleri
3 Ekim 2011 / karayel İletişim Bilimleri
25 Aralık 2012 / Misafir Soru-Cevap
17 Mayıs 2012 / Zavallı Öğrenci Soru-Cevap
5 Mart 2012 / Ziyaretçi Soru-Cevap