Arama

Tarihimizde İz Bırakanlar - Sayfa 2

Güncelleme: 25 Kasım 2008 Gösterim: 145.197 Cevap: 93
KaRa_MeLeK - avatarı
KaRa_MeLeK
Ziyaretçi
22 Mart 2006       Mesaj #11
KaRa_MeLeK - avatarı
Ziyaretçi
Halk Şairleri

Sponsorlu Bağlantılar
Yunus Emre (1238-1320)
Türk, şair. Anadolu'da tasavvuf akımının ve Türkçe şiirin öncüsüdür. İnsan sevgisine dayanan bir görüşü geliştirmiştir.
Yaşamı konusunda yeterli bilgi olmadığı gibi onunla ilgili kaynaklarda anlatılanlar da birbirini tutmaz. Nerede, hangi yılda doğduğu kesinlikle bilinmiyor. Kimi kaynaklarda Anadolu'ya Doğu'dan gelen Türk oymaklarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu söylenirse de kesin değildir. 1320 dolaylarında Eskişehir'de öldüğü söylenir. Batı Anadolu'nun birkaç yöresinde "Yunus Emre" adını taşıyan ve onunla ilgili görüldüğünden "makam" adı verilen yer vardır. Yapılan araştırmalara göre şiirlerinin toplandığı Divan ölümünden yetmiş yıl sonra düzenlenmiştir. Anadolu'da "Yunus Emre" adını taşıyan ve Yunus Emre'den çok sonraları yaşamış başka şairlerin yapıtlarıyla karışan şiirlerinin bir bölümü dil incelemeleri sonunda ayıklanmış, böylece 357 şiirin onun olduğu konusunda görüş birliğine varılmıştır. Gene Yunus Emre adını taşıyan ve başka şairlerin elinden çıktığı ileri sürülen 310 şiir daha derlenmiştir. Onun dil, şiir ve düşünce bakımından özgünlüğü ve etkisi, ilk düzenlenen Divan'daki şiirleri nedeniyledir.
yunus1
Yunus Emre'nin şiirinde, edebiyat tarihi bakımından, dil, düşünce, duygu ve yaratıcılık gibi dört önemli sorun sergilenir. Bu sorunlar bir görüş ve inanış bütünlüğü içinde ele alınır, insan konusunda odaklaştırılır. Şiirde işlenen konular ise insan, Tanrı, Varlık Birliği, sevgi, yaşama sevinci, barış, evren, ölüm, yetkinlik, olgunluk, alçakgönüllülük, erdem, eliaçıklık gibi genellikle gerçek yaşamı ilgilendiren kavramlardır. O, bu kavramları, şiirinin bütünlüğü içinde temel öğe olarak sergilemiştir.
İnsan bir "sevgi varlığı"dır, tin ile gövde gibi iki ayrı tözden kurulmuştur. Tin tanrısaldır, ölümsüzdür, gövdede kaldığı sürece geldiği özün ve yüce kaynağa, tanrısal evrene dönme özlemi içindedir. Gövde dağılır, kendini kuran öğelere ayrılır. İçinde insanın da bulunduğu tüm varlık evreni toprak, su, ateş ve yel gibi dört ilkeden kurulmuştur. Bu dört ilke yaratılmıştır, yaratıcı da Tanrı'dır. Tanrı, bu dört ilkeyi yarattıktan sonra, ayrı ayrı oranlarda birleştirerek varlık türlerinin oluşmasını sağlamıştır. İnsan sevgi yoluyla Tanrı'ya ulaşır, çünkü insanla Tanrı arasında özdeşlik vardır. Ancak, insanın bu madde evreninde bulunması, tinin tanrısal kaynaktan uzak kalması bir ayrılıktır. Bu ayrılık insanı, yaşamı boyunca Tanrı'yı düşünme, ona özlem duyma olaylarıyla karşı karşıya getirmiştir. Gerçekte insan-Tanrı-evren üçlüsü birlik içindedir, var olan yalnız Tanrı'dır, türlülük bir "görünüş"tür. Çünkü Tanrı, kendi özü gereği, bütün varlık türlerini kapsar, her varlıkta yansır. Evreni kuran öğelerle insanın gövdesini oluşturan ilkeler özdeştir. Bu özdeşlik tanrısal tözün bütün varlık türlerinde, biçimlendirici bir öğe olarak bulunmasından dolayıdır. Tanrısal tözün nesnel varlıklarda bulunması bir "yansıma" niteliğindedir, çünkü Tanrı yarattığı nesnede yansıyınca "oluş" gerçekleşir.
Sevgi insanda birleştirici, bütünleştirici bir eğilim niteliğindedir. Yunus Emre, sevgiyi Tanrı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlar. Sevginin ereği yüce Tanrı'ya ölümsüz olana kavuşmak, onun varlığında bütünlüğe ulaşmaktır. Tanrı insanla özdeş olduğundan kendini seven Tanrı'yı, Tanrı'yı seven kendini sever. Çünkü sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Sevginin olmadığı yerde, öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Sevginin değerini yalnız seven bilir, sevmek de bir bilgelik, bir olgunluk işidir. Yeterince aydınlanmamış, Tanrı ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Bütün varlık türlerini birbirine bağlayan, onları tanrısal evrene yönelten sevgidir. Sevgi bir çıkar aracı olmadığından seven karşılık beklemez. Dost kişi gerçek seven kimsedir (âşık). Dost başka bir anlamda da Tanrı'dır, kişinin gönlünde ışıyan tözdür.
yunus2
Yunus Emre'de yaşamak tanrısal tözün bir yansıması olan evrende sevinç duymaktır. Çünkü, bütün varlık türlerinde Tanrı görünmektedir, bu nedenle severek, düşünerek yaşamayı bilen kimse her yerde Tanrı ile karşı karşıyadır. Yaşamak belli nesnelere bağlanmak, yalnız gelip geçici varlıkları edinmek için çırpınmak değildir. Böyle bir yaşama biçimi kişiyi tanrısal tözden uzaklaştırdığı gibi yetkinlikten, bilgelikten de yoksun kılar. Yunus Emre'nin dilinde bilge kişinin adı "eren"dir. Eren barış içinde yaşamayı, bütün insanları kardeş görmeyi, kendini sevmeyeni bile sevmeyi bilen kişidir. Onun gönlü yalnız sevgiyle, dostluk duygularıyla doludur. Evreni bir tanrısal görünüş alanı olarak bildiğinden, erenin evrene karşı da sevgisi, saygısı vardır. Erenin gözünde insan bir küçük evrendir, büyük evren ise tanrısal tözün kuşattığı sonsuz varlık alanıdır. Eren olma aşamasına ulaşmış kişide erdem, alçakgönüllülük, eli açıklık, yetkinlik, olgunluk bir bütünlük içinde bulunur.
Ölüm tinin gövdeden ayrılıp tanrısal kaynağa dönmesiyle gerçekleşir. Bu nedenle ölüm tinle gövde arasında bir ayrılıktır. Gerçekte ölüm yoktur, tinin ölümsüzlüğe ulaşması, yüce kaynağa dönüşü vardır. Çünkü, bütün varlık türleri tanrısal tözün yansıması olduğundan, salt ölüm de söz konusu değildir. Ölümün bir başka anlamı da bilgiden, erdemden, yetkinlikten, sevgiden yoksun kalmaktır.
Yunus Emre'nin şiirinde Yeni-Platonculuk'tan kaynaklanan Tasavvuf öğretisinin bütün sorunları bulunur. Bunlara yeni bir çözüm getirmez, Yeni-Platonculuk'un yöntemine dayanarak yorumlar ileri sürer. Bu nedenle onun şiiri Yeni-Platonculuk'un Türkçe açıklanışıdır.
Yunus Emre'nin edebiyat tarihi bakımından, önemli bir yanı da Anadolu'da, Türkçe şiir dilinin öncüsü olması ve tasavvuf sorunlarını yalın, kolay anlaşılır bir dille söyleyişi nedeniyledir. Şiirlerinin ölçüsü, Türkçe'nin ses yapısına uymayan "aruz" olmakla birlikte söyleyişi akıcı, sürükleyici bir nitelik taşır. Tasavvufun en güç anlaşılır kavramlarını, Türkçe'nin ses yapısına uygun biçimde dile getirir, şiirinde duygu ve düşünce birliğinden oluşan bir derinlik görülür. Yer yer yalın halk söyleyişine yaklaşan dilinde anlam-uyum bağlantısı bütüncül bir içerik taşır. Ona göre önemli olan bir sözü etkili biçimde söylemektir. Bu nedenle sözün boş bir kavram olmaması, bir varlık sorununu, bir düşünceyi dile getirmesi gerekir. İnsan ancak söz söyleme yetisiyle insandır, konuşan Tanrı durumundadır. Yunus Emre'de Türkçe, şiir dili olma yanında, düşünceyi içeren, açıklayan bir odak özelliği kazanmıştır.
yunus3
Yunus Emre'nin biri şiiri, öteki düşünceleriyle olmak üzere, iki yönlü bir etkisi vardır. Gerek dili, gerek görüşleri bakımından halk şiirinin de öncüsü sayılmaktadır. Özellikle tasavvuf inançlarını benimseyen Alevi-Bektaşi geleneğini sürdüren halk ozanları üzerindeki etkisi büyük olmuştur.
YAPITLAR (başlıca): Divan, (ö.s), 1943; Risaletü'n-Nushiye, (ö.s), 1965, ("Öğüt Kitapçığı").
Severem ben seni candan içeri
Yolum utmaz bu erkândan içeri
Nireye bakar isem toptolusun
Seni kanda koyam benden içeri
O bir dilberdürür yokdur nişânı
Nişan olur mı nişandan içeri
Beni sorma bana bende degülven
Suretün boş yürir tondan içeri
Beni benden alana irmez elüm
Kadem kim basa sultandan içeri
Tecellîden nasîb irdi kimine
Kiminün maksudı bundan içeri
Kime dîdar güninden şu'le değse
Anun şu'lesi var günden içeri
Senün ışkun beni benden alupdur
Ne şîrin derd bu dermandan içeri
Şerî'at tarikat yoldur varana
Hakîkat ma'rifet andan içeri
Süleyman kuş dili bilür didiler
Süleyman var Süleyman'dan içeri
Unutdum din diyânet kaldı benden
Bu ne mezhebdürür dinden içeri
Dinün terkidenün küfürdür işi
Bu ne küfürdür imandan içeri
Geçer iken Yunus şeş oldı dosta
Ki kaldı kapuda andan içeri
(Yunus Emre)


BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen CrasHofCinneT; 5 Eylül 2008 03:29
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Mart 2006       Mesaj #12
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Pirireis
PİRİ REİS
Sponsorlu Bağlantılar


( 1465-1554 )



Bilgin bir korsan... Yaman bir denizci... .Dünyayı avucu gibi bilen adam... Pirî Reis, bazı kaynaklara göre Gelibolulu, bazı kaynaklara göre de Konyalı olup Gelibolu'ya yerleşmiş biri... Bütün başarılı insanların kendilerinden olmasını isteyen Batılılar, Pirî Reis'in Hıristiyan olduğunu söylerler. Ama kanıt yoktur.

1465'de doğduğu sanılıyor. Gelibolulu Kemal Reis'in yeğenidir. Amcası ile birlikte denize açılmış, İtalya sahillerini vurmuş, Akdeniz'de şanlı adını dolaştırmıştı. Ama bu maceranın iyi yanı da kötü yanı da amcası Kemal Reis'e aittir. Piri Reis'i, Osmanlı ülkesinde tanınan bir isim haline getiren olay, 1500 yılında yapılan Mora Seferi'dir.

KAPTAN-1 DERYAYI ÖLÜMDEN KURTARDI

Davut Paşa komutasındaki Türk donanması İnebahtı Limanı'ndan çıkmış, Navarin önünde büyük bir düşman filosu ile karşılaşmıştı. Davut Paşa, amiral gemisiyle, düşmanın amiral bastardasına rampa etti. Başka bir düşman gemisi de Davut Paşa bastardasının öteki yanına rampa edince, Davut Paşa büyük bir tehlikenin içine düştü. İşte tam bu sırada Piri Reis, kendi gemisiyle şimşek gibi yetişip düşman gemisine rampa ederek, Osmanlı Devleti'nin Kaptan-ı deryasını ölümden, devletini yenilgiden kurtardı.

Amcası Kemal Reis, 1511'de ölünce Piri Reis, Barbaroslar'ın yanında görev aldı. Barbaros adına iki defa İstanbul'a gidip padişaha Barbaros'un bağlılık duygularını iletmiş ve hediyeler takdim etmişti. Piri Reis, İstanbul'da büyük itibar görerek ağırlandı.

Sadrazam Makbul İbrahim Paşa ile birlikte yaptığı Mısır seyahati maceralı geçmiş, fakat göğe kalkan denizin dalgaları arasından sıyrılıp Mısır'a girdikleri zaman, sultanlar gibi karşılanmışlardı.

73 gün Mısır'da kaldılar. Bu fırsattan yararlanan Piri Reis, yazdığı "Kitab-ı Bahriye" adlı kitabını, sadrazam eliyle Padişah Kanunî Sultan Süleyman'a ulaştırma fırsatını ele geçirdi.

ADEN'İ PORTEKİZLİLERİN ELİNDEN KURTARDI

Mısır Kaptanı Solak Ferhat Bey, Yemen Valiliği'ne gönderilince, yerine Piri Reis tayin edildi. Piri ilk iş olarak, evvelce Türkler tarafından feth edildiği halde, tekrar Portekizlilerin eline geçen Aden'i kurtardı (26 Şubat 1548). Fakat, Hürmüz Boğazı'na dışardan hâkim olan Maskat kalesi ile, içerden hâkim olan Hürmüz adası, Portekizlilerin elinde olduğu için, ticaret gemilerini vuruyorlardı. Kanunî, bu adaların alınmasını Piri Reis'e buyurdu. Piri Reis, 35 gemiden oluşan Mısır filosunu alarak Hind Denizi'ne açıldı (1551). Arabistan yarımadasının Güney doğusundaki Maskat'i zapt etti. Portekizlilerin, yüksek bordalı 70 gemisiyle savaşa tutuştu. Düşmanını yenmekten başka, düşman amirali Zoas De Lisboa'yı da esir etti. Bazı düşman gemileri kaçabilmişti. Bunları izledi, sığındıkları Hürmüz adasındaki kaleyi kuşattı. Fakat düşüremedi. Frenklere yardım ettikleri için şehri yağmalattı. Oradan Basra'ya gelip Kubat Paşa'dan yardım istedi.

Kubat Paşa Piri Reis'e çok sert karşılık verdi: "Sen Müslümanlara zulm ettin, mallarını yağma ettin." diyordu. Pirî Reis'i tutuklamak ve elindeki malları almak istiyordu. Pirî Reis,

Portekizlilerin kendisini izleyerek Basra Körfezi'ni kapamak hazırlıklarına giriştiğini duyunca, tutsak düşmemek için, bir kısım kadırgalarıyla denize açıldı ve Süveyş'e döndü.

MISIR'DA YARGILANDI VE İDAM EDİLDİ

Basra Valisi Kubat Paşa, İstanbul'a durumu bildirmiş ve Piri Reis'in Müslüman ahaliyi yağmaladığını, onlara zulm ettiğini söylemişti. Padişah, hangi sebeple olursa olsun, Müslüman ahaliye ve tebasına zulm edilmesini kabul edemezdi. Padişah bir dîvan kurularak Pirî Reis'in Mısır'da muhakeme edilmesini buyurdu. Kurulan dîvan Pirî Reis'i, iki noktadan suçlu görüyordu. Hürmüz kuşatmasının kaldırılması ve Basra'da öteki gemileri yüzüstü bırakarak birkaç gemi ile Mısır'a gelmesi...

Pirî Reis'in savunması, dîvanı tatmin etmedi ve kafası kesilmek suretiyle cezalandırılması kararlaştırıldı. Pirî Reis kocamış, seksen yaşını aşmıştı. Kararı sükûnetle dinledi ve iki rekat namaz kıldıktan sonra, cellada boynunu teslim etti.

Pirî Reis, "Kitab-ı Bahriye" adlı kitabı ile bütün dünyada ünlüdür. Akdeniz'in en mükemmel haritasını çizen, yine Pirî Reis'tir. Amerika'nın bulunmasından önce, bir dünya haritası çizen ve bunu Yavuz Sultan Selim'e Mısır'da sunan Pirî Reis, haritasına Amerika kıtasını da koymuştu. Bugün bile bu bilimsel sır, çözülmüş değildir.

Devletine büyük hizmetleri, dünya bilimine saygıdeğer katkıları ve Akdeniz yalılarına masal gibi söylenen kahramanlıkları kalan Pirî Reis, Türk milletinin adını saygı ile andığı ve anacağı bir kahramandır.


BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen CrasHofCinneT; 5 Eylül 2008 03:29
KaDeRrr - avatarı
KaDeRrr
Ziyaretçi
23 Mart 2006       Mesaj #13
KaDeRrr - avatarı
Ziyaretçi
KAHRAMAN TÜRK KADINI “NENE HATUN” (1857-1955)

nenehatunTarihimize "93 Harbi" adıyla geçen Türk-Rus savaşında Erzurum'un Aziziye Tabyası'nda gösterdiği kahramanlıkla adını tarihe yazdıran Türk kadını. Erzurum'da doğdu, tam doksansekiz yıl orada yaşadı. Bir kahramanlık sembolü olarak tanındı ve anıldı. Ömrünün son demlerini "Üçüncü Ordu'nun annesi" olarak geçirdi. 1955 yılında "Yılın Annesi" seçildikten sonra, 22 Mayıs 1955 günü Erzurum'da zatürreeden vefat etti, Aziziye Şehitliğine gömüldü.

İşte aşağıdaki öykü, onun kahramanlık öyküsü; 1877 yılı kasım ayının7'sini 8'ine bağlayan gece, civarda bulunan iki Ermeni köyünden gizlice harekete geçen kalabalık bir çete, sinsi sinsi yaklaşıp Erzurum'un meşhur Aziziye Tabyası'na girmeyi başarmıştı. Türk-Rus harbinin kanlı ve karanlık günleriydi; tabyayı savunan bir avuç Türk askeri derin uykuda idi. Yataklarında bastırıldılar ve uykuda kılıçtan geçirildiler *****ce. Ve arkadan gelen Rus kuvvetleri de hiç bir mukavemet görmeksizin Aziziye Tabyası'na yerleştiler.

Bu ***** baskından yaralı olarak kurtulan bir asker, koşa koşa Erzurum'a varıp kara haberi yetiştirdi. Minarelerden sabah ezânı yerine "Moskof Aziziye'ye girdi!" sesleri yükselmeye başladı.

Bir anda bütün Erzurum duymuştu, bu kara haberi. Ve bir anda bütün Erzurum şahlanıvermişti. Tüfeği olan tüfeğini kaptı, olmayan eline ne geçirdi ise; tırpan, kazma, kürek, sopayı alıp sokaklara döküldü. Erkekli, kadınlı bütün Erzurum halkı Aziziye'ye doğru koşmaya başladı.

Şehrin kenar bir mahallesindeki mütevazi bir evde oturan taze bir gelin vardı. Bir gün evvel, ağabeyi Hasan cepheden ağır yaralı olarak eve getirilmiş ve birkaç saat önce, bu taze gelinin kolları arasında can vermişti. Kocası cephede idi.

Minarelerden yükselen "Moskof Aziziye'ye girdi" seslerine, seferber olup koşanların uğultuları karışıyordu. Taze gelin, bu kara haberi duymuş gibi ağlamaya başlayan üç aylık bebeğini emzirip, uyuttu. Usulca onu beşiğine bıraktı ve heyecan dolu bir sesle: "Seni bana Allah verdi, ben de seni Allah'a emanet ediyorum yavrum" diye mırıldandı.

Sonra şehit kardeşinin döşeğine seğirtti. Ölüyü alnından öptü: "-Seni öldüreni öldüreceğim ben de" dedi, kin dolu bir sesle.

Ve masanın üzerinden satırı kapmasıyla, kapıdan dışarı fırlaması bir oldu. O da çılgınca Aziziye'ye doğru koşmakta olan kadınlı-erkekli, taşlı-sopalı kalabalığın arasına karıştı.

Bütün Erzurum, o Dadaşlar diyarı şahlanmıştı. Erzurum halkı bir sel gibi akıyordu, canından aziz saydığı Aziziye Tabyası'na doğru.

Aziziye'ye yerleşmiş bulunan Moskof, tabyaya yaklaşmakta olanlara karşı yaylım ateşine geçince, bir hayli Erzurumlu kırıldı. Onların kırılışını görmek, ayakta kalabileni büsbütün şahlandırmış ve tabyanın demir kapılarına gülle gibi yükselen kalabalık, bir anda içeri doluvermişti. Demir kapılar bile dayanamamıştı bu olağanüstü imân karşısında.

Aziziye'de boğaz boğaza kanlı bir dövüştür başladı. Balta, tırpan, kazma ve sopası olmayan pençeleriyle Moskofun gırtlağına yapışıyordu. O toplu tüfekli ordu, tam bir bozguna uğramıştı bu ilahi şahlanış karşısında. Türk demeye dili dönmeyen Moskof askerleri Osmanlıyı da kısaltıp, sadece "Osman"a çevirmişlerdi. Başı dara gelen "Osman teslim" deyip canını kurtarmaya bakıyordu. Başka bir zaman olsaydı, Türk'ün merhameti galebe çalardı belki. Fakat bu zaman, başka zamanlardan çok farklıydı. Aziziye'nin dışında ve içinde kadınlı, ihtiyarlı, çocuklu yüzlerce Erzurumlu, kanlar içinde yatıyordu. Onlara ateş açanlar acımışlar mıydı?

Ne "Osman"ı dinleyen oldu, ne de "teslim"e kulak asan". Taze gelin de elinde satırı, karşısına çıkan Moskof'un kafasına, suratına indiriyordu. Şehit düşen ağabeyinin acısını, bin Moskof'u öldürse içinden atamazdı.

2000'e yakın Moskof askeri öldürülmüş ve Aziziye kurtarılmıştı. Düşmanın geri kalan kısmı, selameti atlarına atlayıp kaçmakta bulmuştu. Onları takip etmek için Erzurum'lunun atı yok, fakat ne lazım, ruhlar kanatlıdır. Kaçan atlıyı kovalayan yaya, yine de yakalayıp haklamayı biliyordu.

Yaralılar arasında taze gelin de vardı. Elinde satırı ile dövüşürken aldığı bir yaranın tesiriyle o da kanlar içinde yere yıkılmıştı. Fakat yaralı olarak, baygın halde bulunduğu zaman dahi elindeki kanlı satırını sıkı sıkıya kavramış, bırakmıyordu hırs dolu pençelerinin arasından.

Adı Nene idi taze gelinin. O günden sonra da bütün Erzurum'un tanıyıp saydığı kişilerin arasına katıldı. Doksansekiz yıllık ömrü boyunca bütün Erzurumlulara Moskof'un Aziziye'de nasıl tepelenişini anlattı. Fakat kendinden birkaç kelime ile bahsetti. Ölümünden bir yıl önce kendisini ziyaret eden NATO Başkumandanı'na "Ben o zaman icâp eden şeyi yapmıştım. Bugün de icâp ederse anı şeyi yaparım" demiş ve Amerikalı generali kendine hayran bırakmıştı...
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen CrasHofCinneT; 5 Eylül 2008 03:29
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
23 Mart 2006       Mesaj #14
arwen - avatarı
Ziyaretçi
FATİH SULTAN MEHMET VE İSTANBUL'UN FETHİ

Fatih Sultan Mehmed padişah, olduktan sonra ilk iş olarak, devamlı ayaklanma çıkaran Karamanoğlu Beyliğine karşı sefere çıktı. Karamanoğlu İbrahim Bey af diledi. Fatih İstanbul'un fethini düşündüğü için onu bağışladı. Fatih Sultan Mehmed, büyük gayesini gerçekleştirmek için, Macarlara, Sırplara ve Bizanslılara karşı yumuşak davranıyordu. Amacı Haçlıların birleşmesini önlemek, onları tahrik etmemek ve zaman kazanmaktı. Bin yıllık tarihinin sonuna gelmiş olan Bizans küçüle küçüle sadece İstanbul şehrinin sınırları içinde hüküm süren bir devlet durumuna düşmüştü. Ancak buna rağmen Bizans'ın varlığı, Balkanlardaki Türk hakimiyeti açısından tehlikeli oluyordu. Bizans İmparatorları, Anadolu'daki çeşitli siyasi güçleri de Osmanlı aleyhine kışkırtmaktan geri kalmıyorlardı. Hatta zaman zaman Osmanlı şehzadeleri arasındaki taht kavgalarına karışıp devletin iç düzenini bozuyorlardı. İstanbul'un Osmanlı Devleti'nin hakimiyeti altında girmesi, ticari ve kültürel yönden önemli bir avantajın daha ele geçirilmesi demekti. Boğazlar tam anlamıyla kontrol altına alınacak ve bu sayede, Karadeniz ticaret yolları ele geçirilmiş olacaktı. Karamanoğulları meselesini çözen Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethi için gerekli hazırlıklara başladı. Devrin mühendislerinden Musluhiddin, Saruca Sekban ile Osmanlılara sığınan Macar Urban Edirne'de top dökümü işiyle görevlendirildi. "Şahi" adı verilen bu topların yanında, tekerlekli kuleler ve aşırtma güllelerin üretilmesi (havan topu) yapılan hazırlıklar arasındaydı. Yaptırılan bu büyük toplar İstanbul'un fethedilmesinde önemli rol oynadı. Yıldırım Bayezid'in İstanbul kuşatması sırasında yaptırdığı Anadolu Hisarının karşısına, Rumeli Hisarı (Boğazkesen) inşa edildi. Bu sayede Boğazlar'ın kontrolü sağlanacak, deniz yoluyla gelebilecek yardımlara karşı tedbir alınmış olacaktı. 400 parçadan oluşan bir donanma inşa edildi. Turhan Bey komutasındaki bir Osmanlı donanması Mora'ya gönderildi ve İstanbul'a yardım gelmesi engellendi. Eflak ve Sırbistan ile var olan barış antlaşmaları yenilendi. Macarlarla da üç yıllık bir antlaşma yapıldı. Osmanlıların bu hazırlıkları karşısında, Bizanslılar da boş durmuyordu. Surlar sağlamlaştırılıyor ve şehre yiyecek depolanıyordu. Ayrıca Bizans İmparatoru Konstantin, Haliç'e bir zincir gerdirerek, buradan gelecek tehlikeyi önlemeye çalıştı. Aynı zamanda Haçlı dünyasından yardım isteniyor, Papa ise yapacağı yardım karşısında Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesini istiyordu. Ancak Katoliklerden nefret eden Ortodoks Rumlar, Roma kilisesine bağlanmak istemiyor, "İstanbul'da Kardinal Külahı görmektense, Türk sarığı görmeye razıyız" diyorlardı. Fatih Sultan Mehmed, hazırlıklar tamamlandıktan sonra, Bizans İmparatoru Konstantin'e bir elçi göndererek, kan dökülmeden şehrin teslim edilmesini istedi. Fakat İmparatordan gelen savaşa hazırız mesajı üzerine, İstanbul'un kara surları önüne gelen Osmanlı ordusu, 6 Nisan 1453'de kuşatmayı başlattı. Osmanlı donanması ise Haliç'in girişinde ve Sarayburnu önünde demirlemişti. Ordu; merkez, sağ ve sol olarak üç kısma ayrıldı. 19 Nisan'da yapılan ilk saldırıda, tekerlekli kuleler kullanıldı ve bu saldırı ile Topkapı surlarından burçlara kadar yanaşıldı. Osmanlı Ordusundaki er sayısı 150.000 ile 200.000 arasındaydı. Bu kuvvetlere Rumeli ve Anadolu beylerine bağlı çeşitli kuvvetler de katılmıştı.Çok şiddetli çarpışmalar oluyor, Bizanslılar şehri koruyan surların zarar gören bölümlerini hemen tamir ediyorlardı. Venedik ve Cenevizliler de donanmalarıyla Bizans'a yardım ediyorlardı. Fatih Sultan Mehmed Osmanlı donanmasının kuşatma sırasında yeterince kullanılamadığını ve bu yüzden kuşatmanın uzadığını düşünüyordu. İstanbul'un Haliç tarafındaki surlarının zayıf olduğu biliniyordu. Bizans bu bölgeye zinciri bu nedenle germişti. Yüksekten atılan taş gülleler Bizans donanmasından bazı gemileri batırmıştı fakat bir kısım donanmanın Haliç'e indirilmesi kesin olarak gerekliydi. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethedilmesini kolaylaştıracak önemli kararını verdi. Osmanlı donanmasına ait bazı gemiler karadan çekilerek Haliç'e indirilecekti. Tophane önündeki kıyıdan başlayıp Kasımpaşa'ya kadar ulaşan bir güzergah üzerine kızaklar yerleştirildi. Gemilerin, kızakların üzerinden kaydırılabilmesi için, Galata Cenevizlilerinden zeytinyağı, sade yağ ve domuz yağı alınarak kızaklar yağlandı. 21-22 Nisan gecesi 67(yada 72) parça gemi düzeltilmiş yoldan Haliç'e indirildi. Haliç'teki Türk donanmasına ait toplar, surları dövmeye başladı. Ciddi çarpışmalar cereyan etti. Bundan sonraki günlerde top savaşı, ok, tüfek atışları, lağım kazmalar, büyük ve hareketli savaş kulelerinin surlara saldırıları devam etti. Kuşatmanın uzun sürmesi ve kesin başarıya ulaşılamaması askerler arasında endişe yarattı. Ancak, İstanbul'u her ne şartta olursa olsun almaya kararlı olan Fatih Sultan Mehmed kumandanların ve alimlerin de bulunduğu bir toplantı düzenledi. Cesaretlendirici bir konuşma yaptıktan sonra, 29 Mayıs'ta genel saldırının yapılacağına dair kararını açıkladı. Çarpışmalar sırasında Bizans'ı koruyan surlar üzerinde kapatılması mümkün olmayan gedikler açılmaya başlamıştı. Surlar içerisine küçük sızmalar oluyor, ancak geri püskürtülüyordu. İlk defa Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının şehit olmak pahasına tutunmayı başardıkları İstanbul surları, artık direnemiyordu. 53 gün süren ve 19 Nisan, 6 Mayıs, 12 Mayıs ve 29 Mayıs'ta yapılan dört büyük saldırıdan sonra Doğu Roma İmparatorluğu'nun 1125 yıllık başkenti olan İstanbul, 29 Mayıs 1453 salı günü fethedildi. İstanbul'un fethi, çok önemli sonuçları da beraberinde getirdi. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethinden sonra batıdaki hakimiyeti pekiştirmek, sınırları genişletmek, İslam'ı en uzak yerlere kadar yaymak ve Hıristiyan birliğini bozmak amacıyla Avrupa üzerine bir çok seferler düzenledi. Sırbistan (1454,1459), Mora (1460), Eflak (1462), Boğdan (1476), Bosna-Hersek, Arnavutluk, Venedik (1463-1479), İtalya (1480) ve Macaristan seferleriyle Osmanlı İmparatorluğu Avrupa'daki hakimiyetini pekiştirdi. Sırbistan Krallığı tamamen ortadan kaldırılıp Osmanlı sancağı haline getirildi, Mora tamamen fethedildi, Eflak Osmanlı eyaleti yapıldı, Bosna tekrar Osmanlı hakimiyetine alındı, Arnavutluk ele geçirildi. 16 yıl süren Osmanlı-Venedik Deniz Savaşları sonunda Venedik barış imzalamayı kabul etti. İtalya'ya yapılan sefer sırasında Roma'nın fethi açısından çok önemli bir merkez olan Otranto, fethedildi ancak Fatih Sultan Mehmed'in ölümü üzerine geri kaybedildi.
Son düzenleyen CrasHofCinneT; 5 Eylül 2008 03:29
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Mart 2006       Mesaj #15
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Halideedip
HALİDE EDİP ADIVAR


( 1884-1964 )





Tanzimat ve Cumhuriyet döneminin bayrak kadını... Yazar, mütefekkir, romancı, profesör, politikacı ve boynunda idam hükmünü dolaştırmış bir Kurtuluş Savaşı ser-dengeçtisi!.. Osmanlı tarihi içinde de Cumhuriyet tarihimizde de Halide Edip Adıvar'ın bir benzerini bulmak kolay değildir.

1884'de İstanbul'da doğdu. İyi bir eğitim gördü. Daha Amerikan Kız Koleji'nde okurken, hikâyeler yazıyor, kalem denemeleri yapıyordu. Güzeldi, zekiydi, hizmet hevesi ile dolu idi. Koleji bitirdıkten sonra, felsefeye merak saldı. O günlerde, Filozof Rıza Tevfik adiyle anılan Şair Rıza Tevfik'ten felsefe dersleri almaya başladı, iyi felsefe yapabilmek için, iyi bir matematik kültürünün zorunluluğuna inandığı için, zamanın ünlü matematikçisi Salih Zeki'den dersler almaya başladı. Bu dersler sırasında, Salih Zeki ile seviştiler ve evlendiler.

1901'de koleji bitirdiği halde, edebiyat dünyasında yazılarıyla görünüşü, 1908 meşrutiyet devrimi sıralarıdır. "Vakit", "Akşam", "Tanin" gibi günlük gazetelerde "Şehbal" gibi haftalık dergilerde edebiyat üzerine yazılar yayınlıyordu. Bu ilk dönemde çıkan yazıların da "Halide Salih' imzasını kullanıyordu. Sonradan, Salih Zeki'den ayrıldığı için "Halide Edip" olarak tanındı.

1919'da "Büyük Mecmua"da "Kadınlığa Dair" başlığı altında kadın haklarını savunan bir dizi yazı, onu günlük olayların içine sürükledi. Bu güzel konuşan, güzel yazan, güzel düşünen kadın, bütün kadınların sembolü haline gelmişti. Heyecanlı bir vatanseverdi. Birinci Dünya Savaşı'nda yenik düşmüş Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmaması için çalışıyor, miting meydanlarında halkı coşturan nutuklar söylüyordu.

ATEŞLİ TÜRKÇÜ ÖĞRETMEN HALİDE EDİB

Bu yazı çalışmalarının yanıbaşında İstanbul Kız Öğretmen Okulu ve Kız Lisesi'nde edebiyat dersleri veriyor, müfettişlik yapıyordu. 1917'de Beyrut, Lübnan ve Şam'daki Türk kız okullarının genel müfettişliğini üstlendi. Bu topraklar, savaşta imparatorluğun elinden çıkınca yine İstanbul'a döndü. Bir yandan öğretmenliğini sürdürdü, bir yandan Türkçülük cereyanlarının güçlenmesine yardım etti, bir yandan kadın haklarını savunarak yeni bir toplumun oluşmasına katkılarda bulundu.

Bir ara İstanbul Dârülfünun'unda İngiliz Edebiyatı dersleri okuturken, Abdülhak Adnan Adıvar'la tanıştı ve evlendiler. Bu ikinci evliliği, ömrünün sonuna kadar sürmüştür.
Mondros Mütarekesinin tek taraflı yorumlanması ve ülkenin yabancı güçler tarafından işgalini protesto etmek için Sultanahmet Meydanı'nda yapılan protesto mitinginde öyle bir ateşli konuşma yaptı, kitleleri öylesine harekete geçirip coşturdu ki işgal kuvvetleri kendisini tehlikeli görmeye başladı. Tam tutuklanacağı sırada, kocasıyla birlikte Anadolu'ya geçerek Atatürk'le birlikte çalışmaya başladı. Anadolu'da ülkenin kurtuluşu için çalıştığı gerekçesi ile hakkında idam kararı verilen 6 vatanseverin birisi de Halide Edib'tir.

MİLLETVEKİLLİĞİ VE POLİTİKACILIK YAPTI

Gerek kocası Adnan Adıvar'ın ve gerekse kendisinin anayasa üzerindeki düşünceleri, genel düşünceye uymuyordu. Kocası ile birlikte önce Fransa'ya, sonra İngiltere ve Amerika'ya gitti. Daha sonra Hindistan'da bulundu. Bu gittiği yerlerdeki üniversitelerde konferanslar vererek, seminerler düzenleyerek ve kürsü sahibi olarak çalıştı. 1939'da yurda döndü ve İstanbul Üniversitesi'nde İngiliz Dili ve Edebiyatı profesörü olarak çalıştı. 1950'de milletvekili oldu. 1954'de politikayı bıraktı ve yeni baştan üniversitedeki görevine döndü (1954).Ölüm tarihi olan 1964 yılma kadar öğretti, eğitti, yazdı.

İlk romanı "Seviyye Talip"tir(1910). Aynı yıl içinde "Raik'in Annesi"ni yayınladı. "Handan", "Yeni Turan", "Son Eseri", 1912 tarihlidir. Hikâyelerini toplayan "Harap Mabetler" 1911'de yayınlandı. Ardından 1922'de "Dağa Çıkan Kurt" adlı hikâye kitabı çıktı. 1918'de "Mev'ut Hüküm", 1922'de "Ateşten Gömlek", 1924'de "Kalp Ağrısı", 1926'da "Vurun *****ye", 1928'de "Zeyno'nun Oğlu", 1936'da "Sinekli Bakkal" 1937'de "Yol Palas Cinayeti", 1939'da "Tatarcık", 1946'da "Sonsuz Panayır", 1954'de "Döner Ayna" yayınlandı. Ayrıca "Maske ve Ruh" ile "Kenan Çobanları" adlı oyunları vardır.

"Türk'ün Ateşle İmtihanı" 1962, "Mor Salkımlı Ev" 1963, anı kitaplarıdır. Birincisinde, Kurtuluş Savaşı anılarını anlatmış, ikincisinde, özel hayatını yazmıştır.

EDEBİYATIMIZA BÜYÜK ESERLER KAZANDIRDI

Halide Edip, edebiyatımızın mücevher yazarlarından biridir. Daha çok Fransız Edebiyatı etkisinde gelişen romancılığımıza, İngiliz Edebiyatının görüşlerini getirmekle, millî roman çığırını açmış, her romanında, bir parça daha gelişerek roman edebiyatımıza büyük eserler kazandırmıştır. Edebiyatta, romantizm ve idealizmle yola çıkan Halide Edip, son romanlarında realizmde karar kılmış ve bu fikrini çeşitli yazılarında savunmuştur. Yetiştirdiğimiz büyük Türk romancılarının içinde haklı ve büyük bir yeri vardır. İdealizmi uğruna bütün hayatını kullanması, derin samimiyetini gösterdiği gibi, bütün kahramanlarını hayattan alıp işlemesi de, sanattaki samimiyetine bir şahittir.

Halide Edip Adıvar, bütün hayatı boyunca bayrak kadındı. Öyle yaşadı ve öyle öldü (1964). Mezarı, Merkezafendi Kabristanı'ndadır.


Son düzenleyen CrasHofCinneT; 5 Eylül 2008 03:27
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Mart 2006       Mesaj #16
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Suleymancelebi

SÜLEYMAN ÇELEBİ
( ? – 1422 )




Türk Osmanlı dünyasının değil, bütün İslâm dünyasının saygı duyduğu, hayranlık duyduğu bir şair... Bir samimî Müslüman...

Süleyman Çelebi'nin hangi yılda ve nerede doğduğu bilinmiyor. Babasının Ahmet Paşa olduğuna dair bir söylenti varsa da, bu Ahmet Paşa'nın, hangi Ahmet Paşa olduğu da belli değildir. Yine bir söylentiye göre, dedesi, Sultan Orhan zamanında yaşamış Şeyh Mahmut'tur. Bilinen gerçek, Süleyman Çelebi'nin Bursalı olduğu ve Yıldırım Beyazıt günlerinde yaşayıp, onun tarafından yaptırılmış 20 Kubbeli Ulu Cami'nin imamı olduğudur.

Bu samimî Müslüman, imam Süleyman Çelebi, yazdığı Mevlid'den de kolayca anlaşılabileceği gibi, iyi bir eğitimden geçmiş, zamanın edebiyatını iyi anlamış, dinî bilgileri kuvvetli bir insandı. İlk gençlik yıllarında Bursa'da büyük şöhreti olan Buharalı Şeyh Emir Sultan'ın yanında ders gördü. Emir Sultan, derin bilgisi ile çağın ulularından sayılır. Bugün de kendi adını taşıyan caminin yanındaki türbede gömülüdür. Osmanlı devlet yapısına, Şeyh Edebâli'den sonra en çok etki yapmış bir bilgin olarak bilinir. İşte Süleyman Çelebi, bu derin hocadan dersler görmüş bir din adamıdır.

İYİ EĞİTİM GÖRMÜŞTÜ VE GENİŞ BİR BİLGİSİ VARDI

Eldeki bilgilere göre yapılan tahminler, Süleyman Çelebi'nin 1359-1364 arasında doğmuş olduğunu gösteriyor. Demek 55 -60 yıl kadar yaşamıştır. Tek eseri, Mevlid adı ile bilinen "Vesiletün Necat”dır. Fakat, nazmı bu kadar ustalıkla kullanmasını bilen bir insanın, yazmadığını düşünmek oldukça güçtür. Belki, Timur'un ordusu Bursa'ya girdiği zaman, yakılıp yıkılanlar arasında Süleyman Çelebi'nin diğer eserleri de yok olmuştur. Süleyman Çelebi'nin iyi bir eğitim gördüğü ve geniş bir bilgisi olduğunun başka bir kanıtı, Mevlid'de tasavvufî bazı deyimlerin kullanılmış oluşudur:

"Zâtıma mir'at edindim zâtını
Bile yazdım adın ile adımı."

beytinde görüldüğü gibi Ahmet Yesevi'yi hatırlatan ifadeler, onun sıradan bir kişi olmadığını açıklar. Emir Buhari'den çok şeyler öğrendiği anlaşılıyor. Mevlid'in yazılmasına sebep diye gösterilen bir olay vardır. Söylendiğine göre Süleyman Çelebi, imamlığını yaptığı Ulu Cami'de, İran'dan gelen bir müderrisin vaazını dinlemiş. Bu müderris vaazında, dinler arasında da bir fark olmadığını, bütün kitaplı dinlerin hak din, bütün peygamberlerin hak peygamber olduklarını anlatmış.

Süleyman Çelebi, hayranı olduğu Hz. Peygamber'in öteki peygamberler safhında değerlendirilmesine son derecede üzülmüş ve sevgili Peygamber'ine karşı duyduklarını, manzum olarak yazmaya başlamış... İşte bu sonsuz aşktır ki, Mevlid adı ile bilinen "Vesiletün Necat”ı ortaya çıkarmış....

DOĞU SÜRREALİZMİNİ ÇOK YERDE YANSITTI

Altı yüz yıldır, bütün İslâm dünyasının her dinî günde, doğumda, ölümde, bayramda okuduğu bu lirik eserin, bugün okunan biçimi ile, Süleyman Çelebi'nin yazdığı biçimin aynı olduğu söylenemez. Zamanla bazı mısralarda kelimeler, bazan da mısralar değiştirilmiş, Türk halkının duygu ve düşünce kalıbı içinde yeniden oluşturulmuştur.

Mevlid'in bazı parçaları, ne kadar realist bir üslûpla yazılmışsa, bazı parçaları da sürrealist bir üslûpla kaleme alınmış gibidir:

"Hem hava üzre döşendi bir döşek
Adı Sündüz, döşeyen ân ı melek."

beytinde olduğu gibi, doğu sürrealizmini yansıtan birçok parçalar vardır. Süleyman Çelebi'-den sonra birçok şairler ve büyük şairler birer mevlid yazdılarsa da hiçbiri Süleyman Çelebi'nin eriştiği noktaya erişemedi. Çünkü Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i "Sehl-i Mümteni" denilen bir sanat örneğidir.Çok kolay yazılmış gibi göründüğü halde, taklidi son derece de güçtür.

15. YÜZYIL EN BÜYÜK OSMANLI ŞAİRLERİNDENDİ

Bu yüzden taklitleri tutmamış, halk yazılanların hiçbirini benimsememiştir. Oysa yazılan Mevlidlerin arasında, çok sanatkârane olanları vardır.

Süleyman Çelebi, 1422'de Bursa'da hayata gözlerini yumdu. Mezarı Bursa'da, Çekirge yolundadır. Uzun yüzyıllar, basit bir parmaklıkla çevrili olan mezarını Bursa Valisi Haşim İşcan, Güzel Sanatlar Akademisi'nin fikrini alarak Teknik Üniversite'ye çizdirdiği bir proje ile Türk mezarı haline koymuş ve bulunduğu yeri park haline getirmiştir.

Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i, Rumca, Bulgarca, Sırpça, Arapça'ya çevrilmiş ve dili konuşan Müslümanlar arasında her dinî günde, bayramda, ölümde, doğumda okunagelmiştir. Süleyman Çelebi, 15. yüzyılı Osmanlı şairlerinin en büyüklerinden biridir.
Son düzenleyen CrasHofCinneT; 5 Eylül 2008 03:26
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
24 Mart 2006       Mesaj #17
arwen - avatarı
Ziyaretçi
ATİLLA

Çağa damgasını vuran Türk! Doğu Roma İmparatorluğu'nu da, Batı Roma İmpara-
torluğu'nu da dize getiren büyük komutan! Batılıların korkulu rüyası!.. "Tanrının Kırbacı" Attila!..
Büyük Hun imparatorluğunun bir ucu Çin sınırında, bir ucu Avrupa'nın göbeğindeydi. Doğu Roma imparatorluğu da, Batı Roma imparatorluğu da yıllık vergiye bağlanmıştı. Bu, Hun yumruğu altında kurulan Avrupa barışı yıllarında Attila, babası Muncuk tarafından, Batı Ro-ma'ya "Barış Rehinesi" olarak verilmişti. Böylece Hun imparatoru Muncuk, anlaşma hükümleri yerine getirildiği sürece, savaş açmayacağını, Roma'ya garantilemiş oluyordu.
Bir bozkır çocuğu olan Attila'nın Roma'da öğreneceği pek çok şey vardı. Roma'da dil öğrendi, askerlik teşkilâtı hakkında yeni bilgiler edindi, politikanın nasıl yürütüldüğünü yakından inceledi. Fakat Roma'da Attila'nın asıl öğrendiği şey, bu insanların Hunları ne kadar sevmediği, ne kadar hor gördüğü ve ne kadar nefret ettiği idi. Tarihçiler, Attila'nın Roma'yı yıkma kararına, bu "Barış Rehinesi" günlerinde vardığını yazarlar.

Babasının, arkasından amcasının ölümünden sonra, kardeşi Bleda ile birlikte, Hun tahtına oturdu. Attila'nın yönettiği topraklar, Bizans İmparatorluğu'na komşu idi. İlk iş olarak, Batı Roma İmparatorluğu ile bir barış anlaşması imzaladı. 6-7 yıl, Hunlara bağlı ülkelerin ve milletlerin merkeze bağlılığını sağlama ve güçlendirme işine ayırdı. Demir gibi bir otorite ve sağlam bir hiyerarşi kurduktan sonra, Bizans'la yapılan anlaşmayı bozdu. Çünkü, güneydoğu kanadını güven altına almadan, Batı Roma'ya saldıramazdı.

Attila, fırtına gibi akan süvarileriyle, Bizans kalelerini bir bir ele geçirerek, Trakya'ya kadar indi. Bizanslılar amana geldiler. Bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma, yıllar boyu sık sık bozulacak, savaşlar yapılacak, yeni barışlar imzalanacaktır. Fakat her barış, daha ağır şartları getirdiğinden Bizans, tek kurtuluşu Attila'yı öldürmekte görmeğe başladı. Suikastler düzenledi. Muvaffak olamadıkça yeni savaşlara girmeye ve daha ağır şartlarla yeni barışlar imzalamaya mecbur oldu.

Attila, Asya'yı ve Avrupa'yı Hun bayrağı altında birleştirmek çabalarını sürdürür, bu maksatla Asya'da devlet yapısını güçlendirecek önlemler alırken, kardeşi Bleda, kendi askerleri tarafından öldürüldü (442). Artık Attila, tek başına Hun Imparatorluğu'na hükmediyordu. Hun imparatorluğu, kendisinden önce de güçlü, Avrupa'ya diz çöktüren, direnilmez bir güçtü ama, yerine oturmuş sağlam bir devlet örgütü, hiyerarşik bir imparatorluk olması, onun zamanındadır. Tarihçiler onu, —Jordanes ve Priskos da dahil olmak üzere— dünya hâkimiyeti fikrine sahip, teşkilâtçı ve büyük bir imparator olarak görürler.

Kültüre büyük önem vermiştir. Batılılar "barbar" diye göstermek isterler. Fakat ele geçirdiği ülkelerde bilim adamlarına büyük önem verdiğini, çevresinde sürekli olarak Yunanlı ve Latin fikir adamlarını ve edebiyatçılarını bulundurduğunu da saklayamazlar. Şaman dinine bağlı idi. Fakat bütün dinlere ve din adamlarına her zaman saygı göstermiştir. Roma kapılarına dayandığı günlerde Papa'nın, kendisinden şehre girmemesini rica etmesi üzerine, ordularını yüzgeri edip dönmesi, fikre olduğu kadar, imana da büyük saygısı olduğunu açıkça ortaya koyar.

Çok sade bir hayatı vardı, dünyanın en büyük hazinelerinin tek başına sahibi olduğu halde, ordugâhlarda askerleriyle birlikte yaşar, onlar gibi yer içer, onların hayatını paylaşırdı. Tantanalı Roma Imparatorluğu'ndan gözleri kamaşan Batılılar, onun bu sade hayatını bir türlü anlamamışlar ve Büyük Hun Imparatorluğu'nu, "Çadır Uygarlığı" deyimiyle küçümsemek istemişlerdir. Çadırın, uygarlıkla bir ilişkisi olmadığını bugün herkes biliyor.

Attila, kendi imparatorluğunun geleceği bakımından, Romalılarla, Got'ların arasını açmakta büyük yarar görüyordu. Buna çok çalıştı. Fakat Got'lar, yalnız kaldıkları takdirde Attila'ya dayanamayacaklarını çok iyi bildikleri için, Romalılardan kopmadılar, tersine birleştiler. Bunun üzerine Attila, yarım milyonluk bir ordu ile Batı-Got sınırına dayandı ve Orleans'ı kuşattı. Şehir düşmek üzere idi. Bu sırada, büyük bir Roma-Got ordusunun üzerine gelmekte olduğunu haber aldı. Strateji bakımından daha elverişli bir yere çekilmek için kuşatmayı bıraktı ve Chalons vadisinde düşmanlarını beklemeye başladı. 451 yılı yazında burada dünyanın en büyük savaşlarından biri yapıldı.

Hun atlıları, korkunç savaş naraları ile düşman saflarına fırtına gibi daldılar. Roma hatları bir anda parçalandı, bayraklar düştü. Batı Got’ları da bu saldırı karşısında neye uğradıklarını anlayamadılar. "Tanrının kırbacı” Avrupa’yı kırbaçlıyordu. Gotların yaşlı ve tecrübeli kralı Teodoric, Hun süvarilerinin kılıçları altında can verdi. Aetius'un Roma ordusu ise paramparça olmuş, savaş meydanını ölüleri ile doldurmuştu.

Hun Kralı Attila'yı durduracak hiçbir kuvvet kalmamıştı artık. Fakat bu sırada, hiç beklenmedik bir şey oldu. Chalon savaşında Hun kılıçları altında parça parça olan Batı Gotları Kralı Thedorik’in genç oğlu, babasının ölümü üzerine ordunun başına geçti. Krallarını kaybeden Gotlar, yeni kralları Thorismund'un komutasında beklenmedik bir güç ve öfke ile karşı saldırıya geçtiler. Bu, öylesine amansız bir saldırı idi ki, zafer sarhoşluğu ile gevşemiş Hun askerleri paramparça oldu. Attila'nın ordusu yenilmek üzere idi. Fakat Attila, hemen komutayı ele geçirdi ve yenilgiyi, düzenli bir geri çekilme haline koymaya muvaffak oldu. Böylece zafer yine Attila'da kalmış oluyordu.


BATI ROMA
İMPARATORLUĞU İLE BARIŞ ANTLAŞMASI


Attila, bir yıl sonra, Batı Roma üzerine yürümüş, yaman savaşlar vererek Roma kapılarına dayanmıştır. Roma düşmek üzere iken, Papa Leon, yanına aldığı iki Roma konsülü ve maiyeti ile birlikte Attila’ya gitti ve kendisinden şehre girmemesini rica etti. Bu ricayı Attila'nın niye kabul edip ordularını geri çektiğini, bugüne kadar tarihler çözememişlerdir.
Attila'nın niyeti, Çin'i ele geçirmek, Asya ve Avrupa üzerinde bir dünya imparatorluğu kurmaktı. Fakat, Burgonya Kralı'nın kızı İldiko ile evlendiği gece, şüpheli bir şekilde öldü.(453)
__________________

Son düzenleyen CrasHofCinneT; 5 Eylül 2008 03:26
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Mart 2006       Mesaj #18
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Dedekorkut

DEDE KORKUT

( ?- ? )



Türklerin masalcı dedesi! Türk'ün geleneklerini, göreneklerini, âdetlerini, inançlarını, başka uluslardan farklarını velhasıl sosyal karakterini masallarına işleyen, onu günümüze kadar güzel bir üslup içinde yaşatarak getiren büyük sanatçı!..

Ne doğduğu yıl bellidir, ne de öldüğü yıl... Hatta yaşadığı yüzyıl bile tartışmalıdır. Masallara karışmış bir masalcıdır Dede Korkut... Ama canlıdır. Nesre benzeyen şiiri, şiire benzeyen nesriyle bezeli hikâyeleri, günümüzde yazılanlardan bile daha diri, daha hayata yakındır.

KESİN OLARAK NE ZAMAN YAŞADIĞI BİLİNMEMEKTEDİR

Bazı araştırmacılar, Hz. Peygamberin çağında yaşadığını söylerler ve eserleri içinde, bu fikirlerini destekleyen bölümler gösterirler. Bazı araştırmacılar, Uzun Hasan döneminde yaşadığını savunurlar ve eserlerinde, Uzun Hasan'ın yaptığı savaşları ve savaştığı kavimleri düşüncelerine kanıt olarak gösterirler. Bazı araştırmacılar da Oğuz Türklerinin masalcı ve destancısı olduğuna inanır. Bu düşüncede olanlar, bugün elimizde mevcut 12 destan-hikâyesinden, kendi fikirlerini ispat edecek belgeyi bol bol bulurlar.

Eğer bir sanat eseri, her çağın insanlarının hayatlarına, düşüncelerine denk düşüyorsa, ölümsüz demektir. Dede Korkut destan-masalları, böylece gerçek bir sanat eseri olduklarını çağımıza kadar tazeliğini yitirmeden gelmeleriyle ispatlamışlardır.

Pertev Naili Boratav, Dede Korkut Masalları için İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı makalede, bu masalların 15. yüzyıla kadar sözlü aktarmalarla geldiğini ve 15. yüzyılın ikinci yarısında Akkoyunlular tarafından yazıya geçirildiğini hatırlattıktan sonra, elimizde mevcut metinlerde iki ayrı dönemin olayları bulunduğunu işaret ediyor.

DEDE KORKUT MASALLARINI BİR AKKOYUNLU OZAN ELE ALMIŞTIR

Oğuz Türklerinin Sir-Derya kuzeyindeki (vatanlarında 9.-11. yüzyıllar arasında ge-çirdikleri hayatları, bu masal - destanlara yansımıştır. Birde bu masal - destanlar, yazıya geçirildikleri 15. yüzyılın Akkoyunlu beyliğinde oluşmuş olayları kapsamaktadır. Dede Korkut masallarının temeli, Oğuz Türklerinin hayatları üzerine oturtulmuştur ve bu dönemin örf, adet, gelenek ve yaşayış biçimlerini yansıtır ama aynı gelenek ve görenekleri yaşayışlarında sürdüren Akkoyunlular, masalları yazılı biçime sokarken, bazı hikâyeleri, o günlerin olayları üzerine oturtarak adapte etmişlerdir.

Dede Korkut masallarını kaleme alan Akkoyunlu Ozan, herhalde yüksek bir edebî bilgiye ve maharete sahipti. Belki kendi düşüncelerini de bu masallara katarak onları zenginleştirmiş, âdeta yeniden hayata kavuşturmuştur. Vatikan Kitaplığı’ndaki en eski nüshasında "Korkut Ata Ağzından, Ozan Aydur" kaydının bulunması bunun kanıtıdır.

Dede Korkut'un hayatı üzerinde kurulmuş bir efsaneye göre, Dede Korkut, Afrika taraflarında doğmuş, yaşamış ve günün birinde kendisine bir mezar kazıldığını görmüştür. Ö-lümden kim korkmaz! Dede Korkut da bu mezardan ve mezar kazıcılarından kurtulmak için diyar diyar kaçmış, her gittiği yerde mezarını ve kazıcılarını kendisini bekler görünce daha da uzaklara gitmiş ve sonunda Sir-Derya nehrinin ağzına yakın bir yere gelip hırkasını suya yatırmış ve burada tam yüz yıl yaşamış.

Bazı önsözlerde, Dede Korkut'un Peygambere elçi gönderildiği yazılıdır. Bu eklemelerin, Türklerin İslâmiyet’i kabul ettikleri yıllarda yapıldığı sanılıyor.

DEDE KORKUT'UN GÜNÜMÜZE KADAR 12 HİKAYESİ GELMİŞTİR

Dede Korkut, Oğuz Türklerinin "bilicisi" olarak tanınır. Nitekim kendisi: "Oğuz halkının başına hayır gelesini, şer gelesini dedim..." diyerek, söylediği hikmetlerle Oğuz Türklerine yol gösterdiğini açıklıyor ve bir Şaman olması ihtimalini kuvvetlendiriyor. Şamanlar, aynı zamanda ozan oluyorlar, geçmiş zamanların hikâyelerini anlatıyorlar, gelecekten haber veriyorlardı.

Dede Korkut'un günümüze kadar gelen 12 hikâyesi şunlardır:
1—Derse Han oğlu Boğaç
2—Salur Kazan'ın evinin yağmalanması
3—Bay Büre beğ oğlu Bamsi Beyrek
4—Kazan oğlu Uruz'un tutsak olması
5—Deli Dumrul
6—Kazılık Koca oğlu Yeğenek
7—Kanlı Koca oğlu Kan Turalı
8—Depe-Göz
9—Beğil oğlu İmren
10—Uşun Koca oğlu Zegrek
11—Salur Kazan'ın tutsak olması.
12—İç-oğuza, Taş-oğuzun başkaldırması

Bu hikâyelerin 8 tanesi, iç ve dış savaşlara aittir. 2 tanesi aşk macerasını dile getirir. 2 tanesi de mitolojiktir. Fakat hepsi birden, Türk dünyasını en gerçek biçimde yansıtır. Üstün bir anlatım gücü, destansı bir üslup, yaşayan diri bir Türkçe ile Türk ******n kahramanlığı, uygarlığı, ahlakı, dinî gelenekleri ve yaşamları dile getirilir. Türk mitolojisinin kaynağı Dede Korkut masalları, destanlarıdır...



Son düzenleyen CrasHofCinneT; 5 Eylül 2008 03:26
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Mart 2006       Mesaj #19
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kubilayhan
KUBİLAY HAN
( 1214-1294)





Kubilay Han buyruğunun yürüdüğü ülke topraklarının yüzölçümü 24 milyon kilometrekaredir. Bir başka deyimle, bugünkü Avrupa sınırlarıyla 2.5 Avrupa büyüklüğünde bir imparatorluğun başı idi. Bir ucu Çin Denizi'nde, bir ucu bugünkü Polonya sınırlarında 300 milyon insanın yaşadığı bir ülke... O yıllarda İngiltere Adaları'nda bir milyon insan yaşadığını düşünecek olursak, 300 milyon insanın, o çağda nasıl bir ekonomik ve savaş gücünü belirlediğini daha iyi anlarız...

Kubilay Han, Büyük Moğol imparatoru ve imparatorluğun, Çin kolunun kurucusudur. İyi bir eğitim ve öğrenim görmüştü. Çince. Moğolca, Türkçe, Tibetçe biliyor ve bu dilleri edebiyatlariyle tanıyordu. Daha çok genç yaşta iken edebiyata, sanata, fene ve her türlü marifete gerçek bir ilgi gösteriyor, durmadan öğreniyordu. Buda dinine girmişti. Fakat hiçbir zaman, din tutuculuğu yapmamış, her dinden insanlara, ülkesinde ve yönetiminde yer vermiştir. Müslümanlara olduğu kadar Hıristiyanlara da hoşgörü göstermiştir. Bazı Müslüman ve Türkleri, genel valiliklerde ve hatta başbakanlıkta kullandı. Onun önem verdiği, insanın inancı değil, insanlığı ve yeteneği idi.

YENDİĞİ KARDEŞİNE BÜYÜK BİR ŞEFKAT VE MUHABBET GÖSTERDİ

Ağabeyi Mengü Kağan ölünce onun yerine geçti (1259). Küçük kardeşi Arık- Boğa da taht üstünde iddialı idi. İkna etmeye çalıştı, muvaffak olamayınca, yenerek bertaraf etti. Fakat yendiği kardeşine öylesine bir şefkat ve muhabbet gösterdi ki, bütün komutanlar ve Moğol ileri gelenleri, Kubilay'ı takdir ettiler ve onu kendilerine Yüce Kağan bildiler.

Kubilay, Çin'e yöneldi. Önce Moğolistan'ın başşehri olan Karakurum'u bırakıp Hanbalık'a (Pekin) yerleşti. Pekin, eski bir uygarlık merkezi idi. Büyük bir imparatorluğun da merkezi, uygar bir şehir olmalıydı. Emrindeki kuvvetleri, Çin'in çeşitli bölgelerine saldırttı. Uzun, amansız mücadele yılları yaşadı. Çin, büyük bir ülke idi ve her adım başında tuzaklarla dolu idi. Kubilay Kağan yılmadı, usanmadı ve 1276 yılında, bütün Çin'in istilâsını tamamladı. Artık, Çin Denizi'nden Saltık Denizi'ne kadar uzanan kocaman bir imparatorluğun başında bulunuyordu.

Kubilay Han, bu seter gözlerini Japonya'ya dikti. Bu adaların üstünde yaşayan insanlar, imparatorluğa dahil olmadıkça, imparatorluk için —küçük de olsa— tehlike idiler. Japonya'yı ele geçirmek için gemiler gerekti. Yüzlerce gemi yaptırdı. Onbinlerce asker bu gemilere bindiler ve denize açıldılar. Fakat deniz, Kubilay Han'dan yana değildi. Dağ gibi köpürerek havaya kalkan, ejderha misali dalgalar, Kubilay'ın gemilerini de, askerlerini de yuttu (1274).

Kubilay Han'ın donanması ve askerleri dalgalara yenilmişlerdi ama, Kubilay yenilmemiş, fikrinden vazgeçmemişti. Yeniden gemiler yaptırdı, yeniden askerler gemilere binip açıldılar. Ama fırtına da yeniden patladı. Yeniden bütün gemiler denizin dibini buldular. Bu sefer Kubilay Han ürktü. Üçüncü bir sefere izin vermedi ve böylece Japonya, Moğol istilâsından kurtulmuş oldu. Fakat bu istilâ teşebbüsünden Japonlar da ürkmüşlerdi. Kubilay'ı tanıyarak onun buyruğuna kendi istekleriyle girdiler.
DÜNYA'NIN İLK POSTA TEŞKİLATINI KURDU

Kubilay, Pekin saraylarına yerleşmiş bir cihangirdi ama, dünyanın dört ucunda olup biteni gözlüyordu. Pekin'de yüzlerce okul açtı. Herkesi okumaya teşvik etti. Hastaneler kurdu, kitaplıklar inşa ettirdi, yeni yollar açtı. Pekin'i bir ucundan öbür ucuna kesen büyük yollar, Kubilay zamanında yapılmıştır. Dünyanın ilk posta teşkilâtını Pekin'de kuran, Kubilay'dır. Mübadele vasıtası olarak bilinen altının yerine kâğıt para, ilk kez Pekin'de basıldı ve piyasaya sürüldü. Altının yerine kâğıdın geçer olması, Kubilay gibi devlet adamının varlığını gerektirir. Nasıl, bir Çin buluşu olan barut, Kubilay Han'ın elinde top haline getirilmiş ve ilk kez Çinlilere karşı kullanılmışsa, kâğıdın yapımını da Kubilay Çinlilerden öğrenmiş, fakat ondan para yapmayı kendisi düşünmüştür.

Kubilay döneminde Pekin, bütün tarihinde görülmemiş bir zenginlik ve ihtişam içinde yüzüyordu. İtalyan gezgini Marco Polo'nun Çin'e gelmesi bu sıralara rastlar. Kubilay Han'ın huzuruna kabul edilmiş, konuk edilmiş ve bütün ülkeyi gezmesine yardım edilmiştir . Marco Polo, sonradan yazıp yayınladığı kitabında bu gördüklerini, büyük bir tutku ve heyecanla yazıya dökmüştür.

PRATİK ZEKÂLI BÜYÜK BİR İMPARATORDU

Kubilay Han, güçlü, yiğit, fikir ve sanat hâmisi, fen ve teknikte elde edilen son bilgileri pratik bir biçimde kullanmasını bilen büyük bir imparator olarak tarihe geçmiştir. Birçok ülkede Kubilay için yazılmış biyografilere, romanlara, hikâyelere, şiirlere rastlanır. Ancak Çin, öyle bir ülke idi ki, önce dışardan gelenlere boyun eğer, fakat bir süre geçtikten sonra kendisine benzetirdi. Nitekim çok geçmeden Kubilay'ın komutanları, genel valileri de Moğol törelerini,, Moğol geleneklerini çabukça unutmuşlar ve hayatlarını Çinliler gibi yaşamaya, onlar gibi giyinmeye, onlar gibi zevk ve safa sürmeye başlamışlardı.

Kubilay Han 1294'de öldüğü zaman, dünyanın en büyük imparatorluğunu arkasında bıraktı. Yüzölçümü 24 milyon kilometrekare, nüfusu 300 milyon... Çin, hâlâ eski sınırları içinde duruyor. Fakat Moğolistan, yakın zamana kadar Çin'in bir vilâyeti idi. Uygarlıklar, kolay kolay ölmezler...

Son düzenleyen CrasHofCinneT; 5 Eylül 2008 03:26
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Mart 2006       Mesaj #20
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hacibektas

HACI BEKTAŞ VELİ
(1209 – 1271)




Hacı Bektaş Veli'nin ünü, ne kadar büyük ve yaygınsa, hayatı hakkındaki bilgimiz de o kadar azdır. Hacıbektaş'dan gelen ve şimdi Ankara Kitaplığı'nda bulunan "Hurufname" adlı kitabın sonuna düşülmüş bir kayıt olmasaydı, doğduğu ve öldüğü tarihi de bilmek mümkün olmayacaktı. Bereket versin ki, sözünü ettiğimiz kitapta şu kayıt göze çarpıyor: "Hazineden gelen tomar-ı kebirde Hacı Bektaş' ın 606'da doğduğu ve 63 yıl yaşayıp 669'da öldüğü kayıtlıdır". (1209-1271)

Hacı Bektaş Veli'nin, Baba İshak'ın halifesi ve Mevlânâ'nın çağdaşı olduğu bilindiğine göre, bu tarihler arasında yaşamış olduğuna inanmak mümkündür.

13. yüzyıl, Moğolların Asya'yı allak bullak ettiği yüzyıl olduğu için, Moğol baskısına, Moğol kılıcına dayanamayan Türkistan, Buhara, Harzemşah insanları, kendilerini Batı'ya atıyorlar ve bu arada Anadolu'yu da dolduruyorlardı. Yesevî tarikatına bağlı birçok kişi böylece Anadolu'ya yerleşmiş oluyor. Bunlardan Baba İshak'ın bir halk hareketini başlatması üzerine, Selçuk Sultanı'nın. ayaklanmayı kanlı bir biçimde bastırdığını, bu arada, Hacı Bektaş Veli'nin kardeşinin de öldürüldüğünü Âşık Paşa Tarihi, uzun uzun hikâye eder.

MEVLANA VE NURETTİN CACA İLE ÇAĞDAŞTI

Bektaşilerce "Velâyetname" adıyla bilinen esere göre, Hacı Bektaş, Nişapurlu'dur. 7. imam Musa Kâzım'ın soyundandır. Mevlânâ ve Kırşehir Beyi Nurettin Caca ile çağdaştır. Hoca Ahmet Yesevî'nin ve onun halifesi olan Lokman Perende'nin dervişidir. Velâyetname'de bundan sonra verilen bilgiler, daha çok masal çeşnisi taşır. Bektaşi geleneğinin nasıl kurulup geliştiğini ve Bektaşi inançlarını göstermesi bakımından, epik yapıdaki bu eserin, ciddî bir belge olabilmesi için, çok sıkı bir eleştiriden geçmesi gereklidir.

Ancak, kuvvetli bir rivayet halinde günümüze kadar gelen ve bazı vak'a nüvislerimizin de itibar ettiği, güya Hacı Bektaş Veli'nin yeniçerilerin kuruluşunda bulunduğu ve bu yeni askeri takdis ettiği doğru olamaz. Çünkü Sultan Orhan zamanında kurulan yeniçeriliğin tarihi, Hacı Bektaş'ın ölümünden çok sonradır. Gerçi yeniçeri askerlerine "Taife-i Bektaşiyan", yeniçeri ağalarına da "Ağa-yi Bektaşiyan" denildiği doğru ise de bu nisbet, Hacı Bektaş Veli'den değil, — Âşı'k Paşa'nın yazdığına göre— Abdal Musa'nın bir süre Hacı Bektaş Tekkesinde kaldığı ve bir savaşta yeniçeri askerine kendi elifî tacını giydirdiğinden ötürüdür ve yeniçeriler, bu sebepten Bektaşiliğe meyil vermişlerdir.

13. yüzyıl Anadolu'sunda bir çeşit esnaf teşekkülü demek olan Ahîlik yaygındı. Ahî kollarından biri olan Seyfî koluna Hacı Bektaş Veli "Ser-Ceşme"lik eder. Böylece Bektaşilik, orta sınıfı kendisine bağlamış oluyordu. Ahiler, dergâhın manevî gücünden yararlanıyor, dergâh da, Ahîlerin örgütlü gücünü sataşmalara karşı kullanıyordu.

TEKKE FELSEFESİNİ YENİ BİR BİÇİME SOKTU

Hacı Bektaş Veli, Anadolu'ya göçen Türkleri kendisine bağlamasını bilmiş, kökeni Ahmet Yesevî'ye dayanan tekke felsefesini de Anadolu'nun o günlerine uydurarak yeni bir; biçime sokmuştur. Yesevîlik ile Bektaşilik arasındaki farklar o yıllarda oluşturulmuştur. Horasan'dan yayılan Melâmetiyye ile de farklar peydahlamış, böylece Bektaşilik, eklektik bir yapı ortaya koymuştur.

Bektaşi töresine göre ahlâk, "eline, beline, diline" hâkim olmaktır. "Kendini bilene, atasının kanı helâl, bilmeyene *******n sütü haram." sözünden, insanı sağlam bir yapı içinde tuttuğu kolayca anlaşılır. İçki, erkâna girmiştir. Hele "Baba" tarafından sunulan bir "dolu", asla red edilmez. Ölüm, bir gömlek değiştirmekten ibarettir. Çoğu Bektaşiler, tenasühe inanırlar. İnsan, eğer hayatı boyunca iyi işler görür, törenin içinde yaşarsa, gelecek sefer de insan gelecektir. Fakat erkânı bozar, yanlışa düşerse, belki hayvan, belki de bir nebat olarak ikinci hayatını yaşayacaktır. Yalnız kemale ulaşanlar, 'Hak ile Hak olurlar' ve artık bu âleme gelmezler.

BEKTAŞÎ EDEBİYATINI GÜÇLENDİRDİLER

Bektaşiliğin temel fikri, "gayriye zarar vermemek, dünyaya gelmenin hakkını vermek"tir. Hak din İslâmiyettir. Şeriat, zahiri bir disiplindir. Asıl disiplin, insanın kendisine çizdiği hududun içinde kalmasıdır. "Kendini bilmeyen, dinini de, dünyasını da bilemez."

Hacı Bektaş Veli'nin "Makalât" adlı bir risalesi vardır. Bu risalenin Türkçe'ye iki tercümesi vardır. Biri nesirle, biri manzum olarak tercüme edilmiştir. Daha çok tanınanı, Sait Emre'nin çevirdiği nesir tercümedir.

Hacı Bektaş Veli de bir şairdi. Günümüze kadar gelmiş geniş bir Bektaşi edebiyatı vardır. Yunus Emre, Kaygusuz Abdal ve daha birçok halk şairi nefesler yazarak bu edebiyatı güçlendirmişler ve pek parlak noktalara ulaştırmışlardır. Bektaşiler, Türkçe yazmışlar, Türkçe söylemişler, Türk töre ve geleneklerini sürdürmüşlerdir. İslâmiyetin tutucu çevrelerine karşı, akılcı bir tutum içinde bulunmaları, toplumun gelişmesine yardım etmiştir.
Son düzenleyen CrasHofCinneT; 5 Eylül 2008 03:26

Benzer Konular

12 Ocak 2015 / Sadık Soru-Cevap