SARAYLAR-KASIRLAR
- Dolmabahçe Sarayı
- Topkapı Sarayı
- İshakpaşa Sarayı
- Küçüksu Sarayı
Dolmabahçe Sarayı
17. yüzyıla kadar Boğaziçi’nin koylarından biri olan bu yörenin; Altın Post'u aramaya çıkan Argonotların efsanevi gemisi Argos’un demirlediği, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi sırasında Haliç’e indirmek üzere gemilerini karaya çıkardığı yer olduğu ileri sürülür.
Osmanlılar Döneminde kaptan paşaların donanmayı demirledikleri, geleneksel denizcilik törenlerinin yapılageldiği doğal bir liman görünümünde olan bu koy; 17. yüzyıldan başlayarak dönem dönem doldurulmuş ve Dolmabahçe adıyla padişahların Boğaziçi’ndeki has bahçelerinden biri konumuna getirilmiştir.
Tarihsel süreç içinde çeşitli padişahlar tarafından yaptırılan köşk ve kasırlarla donatılan Dolmabahçe; zamanla "Beşiktaş Sahil Sarayı" adıyla anılan bir saray görünümü kazanmıştır.
Beşiktaş Sahil Sarayı, Sultan Abdülmecid Döneminde (1839-1861) ahşap ve kullanışsız olduğu gerekçesiyle 1843 yılından başlayarak yıktırılmış ve aynı yerde günümüze dek gelen Dolmabahçe Sarayı’nın temelleri atılmıştır.
Yapımı, çevre duvarlarıyla birlikte 1856 yılında bitirilen Dolmabahçe Sarayı 110.000 m2’yi aşan bir alan üstüne kurulmuş ve ana yapısı dışında onaltı ayrı bölümden oluşmuştur. Bunlar saray ahırlarından değirmenlere, eczanelerden mutfaklara, kuşluklara, camhane, dökümhane, tatlıhane gibi işliklere uzanan bir dizi içinde, çeşitli amaçlara ayrılmış yapılardır. Bu yapılar arasına Sultan II. Abdülhamid Döneminde (1876-1909) Saat Kulesi ve Veliahd Dairesi arka bahçesindeki Hareket Köşkleri eklenmiştir.
Dönemin önde gelen Osmanlı mimarları Karabet ve Nikogos Balyan tarafından yapılan sarayın ana yapısı; Mabeyn-i Hümâyûn (Selâmlık), Muayede Salonu (Tören Salonu) ve Harem-i Hümâyûn adlarını taşıyan üç bölümden oluşur. Mabeyn-i Hümâyûn; devletin yönetim işleri, Harem-i Hümâyûn; Padişah ve ailesinin özel yaşamı, bu iki bölümün arasında yer alan Muayede Salonu’ysa; Padişah’ın devlet ileri gelenleriyle bayramlaşması ve kimi önemli devlet törenleri için ayrılmıştır.
Tüm yapı, bodrumla birlikte üç katlıdır. Biçimde, ayrıntılarda ve süslemelerde gözlenen belirgin batı etkilerine karşılık bu saray, bu etkilerin Osmanlı ustalarca yorumlanmış bir uygulamasıdır. Öte yandan, gerek kuruluş gerekse oda ve salon ilişkileri açısından geleneksel Türk evi plan tipinin çok büyük boyutlarda uygulandığı bir yapı bütünüdür. Beden duvarları taştan, iç duvarları tuğladan, döşemeleri ahşaptan yapılmıştır. Çağın teknolojisine açık olan saraya, 1910-12 yıllarındaysa elektrik ve kalorifer sistemi eklenmiştir. 45.000 m2’lik kullanılır döşeme alanı, 285 odası, 46 salonu, 6 hamamı ve 68 tuvaleti vardır. Döşemelerin ince işçilikli parkelerinin üstünde, önce sarayın dokumevinde, sonra da Hereke’de dokunmuş 4454 m2 halı serilidir.
Padişahın devlet işlerini yürüttüğü Mabeyn; işlevi ve görkemiyle Dolmabahçe Sarayı’nın en önemli bölümüdür. Girişte karşılaşılan Medhal Salon, üst kat ile bağlantıyı sağlayan Kristal Merdiven, elçilerin ağırlandığı Süfera Salonu ve padişahın huzuruna çıktıkları Kırmızı Oda; imparatorluğun tarihsel görkemini vurgulayacak biçimde süslenmiş ve döşenmiştir. Üst katta yer alan Zülvecheyn Salonu; padişahın Mabeyn’de kendine özel olarak ayrılmış dairesine bir tür geçiş mekanı oluşturmaktadır. Bu özel dairede, padişah için mermerleri Mısır’dan getirilmiş görkemli bir hamam, çalışabileceği oda ve salonlar bulunmaktadır.
Harem ve Mabeyn bölümleri arasında yer alan Muayede Salonu; Dolmabahçe Sarayı’nın en yüksek ve en görkemli parçasıdır. 2000 m2’yi aşan alanı, 56 sütunu, yüksekliği 36 m.yi bulan kubbesi ve bu kubbeye bağlı yaklaşık 4,5 tonluk İngiliz yapımı avizesiyle bu salon, sarayın diğer bölümlerinden belirgin bir biçimde ayrılmaktadır. Salon, bodrumdaki tesislerden elde edilen sıcak havanın sütun diplerinden içeri verilmesiyle ısıtılmakta, böylelikle soğuk mevsimlere rastlayan törenler daha sıcak bir atmosferde yapılabilmekteydi. Geleneksel bayramlaşma töreni günlerinde, Topkapı Sarayı’nda bulunan altın taht bu salona getirilerek kurulur ve padişah bu tahtta devlet ileri gelenleriyle bayramlaşırdı. Galeriler ise elçilik görevlilerine, Saray Orkestrası’na, bay ve bayan konuklara ayrılmıştı.
Dolmabahçe Sarayı’nın Batı etkileri altında, Avrupa saraylarından örnek alınarak yapılmış bir saray olmasına karşılık, işlevsel kuruluşu ve iç mekan yapısında “Harem”in eskisi kadar kesin çizgilerle olmasa da ayrı bir bölüm olarak kurulmasına özen gösterilmiştir. Ancak Topkapı Sarayı’nın tersine, Harem, artık saraydan ayrı tutulmuş bir yapı ya da yapılar topluluğu değildir; aynı çatı altında, aynı yapı bütünlüğü içinde yerleştirilmiş özel bir yaşama birimidir.
Dolmabahçe Sarayı’nın yaklaşık üçte ikisini oluşturan Harem Bölümü'ne, Mabeyn ve Muayede Salonu’ndan geleneksel ayrımı vurgulayan demir ve ahşap kapılarla kesilmiş koridorlardan geçilmekte, bu bölümde Boğaziçi’nin yansımalarıyla aydınlanan salonlar, sofalar boyunca padişahların, padişah eşlerinin, çeşitli görevleri olan kadınların, şehzade ve sultanların yatak odaları, çalışma ve dinlenme odaları sıralanmaktadır. Valide Sultan Dairesi, Mavi ve Pembe Salonlar, Abdülmecid, Abdülaziz ve Reşad tarafından kullanılan odalar, Cariyerler Bölümü, Kadınefendi odaları, Büyük Atatürk’ün çalışma ve yatak odası, sayısız değerli eşya, halı, levha, vazo, avize, tablo gibi sanat yapıtları Harem’in ilginç ve etkileyici parçalarını oluşturmaktadır.
Günümüzde Dolmabahçe Sarayı’nın bütün birimleri restore edilmiş ve ziyarete açılmış bulunmaktadır. Saray’ın değerli eşyalarının sergilendiği iki “Değerli Eşyalar Sergi Salonu”, Milli Saraylar Yıldız Porselenleri Koleksiyonu’ndan örneklerin yer aldığı “İç Hazine Sergi Binası”, genellikle Milli Saraylar Tablo Koleksiyonu’nun bölüm bölüm ve uzun süreli sergiler biçiminde izleyicilere sunulduğu “Sanat Galerisi”, bu galerinin alt katında sarayın çeşitli objeleri ve mimari süslemelerinden alınmış kuş motiflerinin fotoğraflarından oluşan sürekli serginin bulunduğu tarihsel koridor, Mabeyn Bölümü’ndeki Abdülmecid Efendi Kütüphanesi; Dolmabahçe Sarayı’nın başlıca sergileme birimlerini oluşturmaktadır.
Sarayın hemen girişinde bulunan eski Mefruşat Dairesi’nde Kültür-Tanıtım Merkezi yer almakta ve Milli Saraylar’ın çeşitli yerlerinde sürdürülen bilimsel çalışmalarla tanıtım etkinlikleri bu merkezden yönlendirilmektedir. Öte yandan, yine bu merkezde çoğunluğunu 19. yüzyıla yönelik yayınların oluşturduğu bir kitaplık kurularak araştırmacıların hizmetine sunulmuştur.
Saat Kulesi, Mefruşat Dairesi, Kuşluk, Harem ve Veliahd Dairesi bahçelerinde ziyaretçilere yönelik kafeterya hizmetleri veren bölümler ve hediyelik eşya satış reyonları oluşturulmuş, bu reyonlarda Kültür-Tanıtım Merkezi’nce hazırlanan ve milli sarayları tanıtıcı bilimsel nitelikte kitaplar, çeşitli kartpostallar ve Milli Saraylar Tablo Koleksiyonu’ndan seçilmiş ürünlerin tıpkı basımları satışa sunulmuştur. Öte yandan Muayede Salonu ve bahçeler ise ulusal/uluslararası resepsiyonlara ayrılmış, yeni düzenlemelerle saray, müze içinde müze birimlerine, sanat ve kültür etkinliklerine kavuşturulmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu'nun başkent İstanbul'da yönetim sarayı ve hanedanlık ikametgâhı olarak kullanılan Topkapı Sarayı, Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethetmesinden kısa bir süre sonra 1473 yılında tamamlanmıştır. Osmanlı hanedanı, Topkapı Sarayı'nı 19. yüzyılda Boğaziçi saraylarına yerleşene kadar kullanmıştır. Saray, Cumhuriyet'in ilanından sonra 3 Nisan 1924'te Atatürk'ün emriyle müze haline getirilmiştir.
Çeşitli dönemlerde, değişik sultanların emirleriyle yapılan ek yapılar ve yenilenmelerle görkemli bir boyut ve işlev çeşitliliği kazanan saray, bu görünümüyle Osmanlı devlet kurumlaşmasının bir yansıması olmuştur. Osmanlı saray protokol ve hiyerarşisinin zamanla kazandığı görkem ve çok ünitelilik Topkapı Sarayı mimarisine de yansımış, hatta devletin yükselişi ve çöküşü de sanatsal anlatımını bu sarayda bulmuştur. Tüm bu büyük geçmişi dekorlayan dramatik olaylar süreci ile saray, dünya müzeleri arasında tarihsel yaşantısı ile günümüze ulaşabilmiş ender örneklerden biridir. Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul ile sembolleşen Bizans ile birlikte Ortadoğu'nun imparatorluk geleneğine de varis olması, göreceli olarak dinamik ve göçer Asya-Anadolu geleneği ile yoğrulmuş olan önceki Osmanlı yönetim sisteminde önemli nitelik değişmelerine neden olmuştur. Bu özelliğin sultan ve ailesiyle bütünleşen mutlak idare kavramına güç verdiği ve saray kurumunun Fatih Kanunnamesi ile bilinçli olarak bir imparatorluk sistemine uyacak şekilde hiyerarşik kademelenme ve görkem kazandığı görülür. Bu nitelik değişiminin unsurları aşamalı olarak Topkapı Sarayı'nda görülebilir.
Topkapı Sarayı, İstanbul topografyasını oluşturan Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Haliç arasında tarihsel İstanbul yarımadasının ucundaki Sarayburnu'nda Bizans akropolü üzerinde inşa edilmiştir. Saray, kara tarafında Fatih'in yaptırdığı Sur-u Sultani, deniz yönünde ise Bizans surları ile şehirden ayrılmıştır. Çeşitli kara ve deniz kapılarıyla saray içinde değişik işlevleri olan kapıların dışında anıtsal giriş, Ayasofya arkasındaki Bab-ı Humayun'la (Saltanat Kapısı) sağlanır. Yüzyıllar boyunca her türlü görkem ve protokol detaylarının yaşandığı sarayda sağlam devlet anlayışının gereksindiği işlevsel sadeliğin mekâna yansıması, daha girişte başlamaktadır. Bu kapı, aslında 15. yüzyıldaki karakterleriyle bir kale-saray olan yapının görünümüne uygundur. Halkın da girebildiği bu kapının üzerinde 19. yüzyıl sonlarına kadar ayakta kalan bir köşk vardı ki, bu yapıda alayların izlendiği ve özel hazinelerin saklandığı bilinir.
Sarayın I. yer olarak adlandırılan en geniş avlusu, Haliç ve Marmara yönünde uzanan Hasbahçe'den ancak ana eksende oluşuyla ayrılır. Bab-ı Hümayun ile iç sarayın başladığı Bab-üs Selam arasında yer alan bu alanda iki yanda sarayın büyük ölçüde günümüze ulaşmamış olan ve Bostancılar denetimindeki Birun (dış) hizmet binaları vardır. Solda odun ambarları, cebehane olarak kullanılan Hagia Eirene Kilisesi, 18. yüzyılda yenilenip genişletilen darphane binaları günümüze ulaşan yapılardır. Saraya gelen devletlilerin ve yabancı elçilerin atlarını bağladıkları bir revak önünde Deavi Kasrı denilen dilekçe dairesi ve Ebniye-i Hassa ambarları arka arkaya sıralanırlardı. Sağda ise sırasıyla Gülhane Hastanesi, Has Fırın ve sarayın su dağıtım sistemini oluşturan dolap ocağı birinci avluyu sınırlayan yapılardı. Her dönemde sarayı çevreleyen Hasbahçe çeşitli köşklerle doluydu. Bu köşklerden ilki, Bab-ı Ali karşısında çokgen bir burç üzerinde yükselen Alay Köşkü'dür. Sultanların çeşitli alayları seyrettiği bu mekân, 19. yüzyılda Ampir üsluba uygun olarak yenilenmiştir. Haliç yönünde ve Sirkeci tarafında çokgen bir açık seyir köşkü olan Yalı Köşkü'nde padişahlar her sene donanmanın denize çıkışını seyrederdi. 19.yüzyıl sonlarında demiryolunun bahçeden geçirilmesi nedeniyle bu köşk yıktırılmıştır. Günümüze ulaşan bir 17.yüzyıl yapısı olan klasik karakterli Sepetçiler Kasrı'ndan harem halkının bu törenleri izlediği sanılır. Bu alanda bostancılara ait çeşitli koğuş ve yapıların yanı sıra en ünlü köşk, Fatih Sultan Mehmed'in saray ile birlikte yaptırdığı Çinili Köşk'tü. Çinileri ve eyvanlı merkezi planıyla Timurlu mimarisi hatlarını taşıyan bu sefa köşkünün geniş arsasına II. Abdülhamid Döneminde arkeoloji müzeleri yerleştirilmiştir. Sarayburnu'nda kuleli ve toplu bir kapı nedeniyle geç devirde Topkapı ismini alan Saray-ı Cedid'in bu kapısının önünde, 16.yüzyıl başından kalan revaklı Mermer Köşk'ten başlamak üzere, Marmara kıyısına 18.yüzyıl ve sonlarında yapılmış ahşap ve yazlık Rokoko üsluplu sahilsaray vardı. 1860'larda yanan ve demiryoluna harcanan bu sarayın ilerisinde sur üzerinde altyapısı görülen İncili Köşk ise, sadrazam Koca Sinan Paşanın mimarbaşı Davud Ağa'ya yaptırıp, III. Murad'a sunduğu muhteşem bir seyir köşküydü. Sarayı çeviren Marmara suru, Balıkhane ve Ahırkapı gibi işlevlerini belirten iki kapı ile bitmekteydi; sarayın büyük ahırlarını içeren bu köşkteki yapılaşmadan günümüze sadece III. Osman Devrinde yapılan fener ulaşmıştır. Gülhane Hatt-ı Hümayun'unun okunduğu Hasbahçe'nin bu yönünde Bizans Döneminde de aynı amaçla kullanıldığı sanılan bir Cirit Meydanı, İshak Paşa ve Gülhane kasırları gibi yapılarla Bizans'ın Manganlar Sarayı kalıntılarının olduğu görülür.
I. avluda, Bab-ı Hümayun'u Bab-üs Selam'a bağlayan ağaçlı yolda sultanların seferden dönüş ve gidişleri, Cuma Selamlıkları gibi törensel günlerde büyük bir ihtişamla avludan geçtikleri görülürdü. Yeniçerilerin bu avluyu saraya karşı geldiklerinde kullandıkları ve kapıları açtıkları bilinir. Sarayın Bab-üs Selam denilen kuleli kapısıyla çağdaş Avrupa kulelerini andıran ikinci kapısının belirlediği asıl saray bölümü, Sur-u Sultani içindeki iç kaleyi oluşturur. Çeşitli yapıların sur benzeri düz sağlam bir duvar inşaatıyla sınırlandığı ve avlulara burç gibi çıkma yaptığı bu alan, arka arkaya üç değişik işlevli avlu ile çevresindeki yapılarla saray bütününü oluşturur. Sultandan başka kimsenin at üzerinde giremediği Divan Meydanı denilen ön avlu, yapılarıyla birlikte saraydaki devlet yönetiminin zirvesi olan bir mekândır. Bu avluda tarihte çeşitli hayvanların da gezdiği bahçe taksimatı arasındaki eksenlerden en önemlisi karşıda sultanı temsil eden Bab-üs Saade eksenidir. Meydana işlevini veren ve gövdesi Fatih Döneminden kalan Adalet Kulesi altındaki üç kubbeli ve revaklı Divan-ı Hümayun ise sol kanatta bulunur. Haftada dört gün sadrazam ve vezirlerle devlet işlerinin karara bağlandığı bu resmi mekân, Divanhane, burada kabine toplantısı yapıldığı gibi, elçiler de kabul edilirdi- kalem ve defterhane bölümlerinden oluşur. Bu yapının arkasındaki çok kubbeli ve masif duvarlı Dış Hazine ise devletin resmi hazinesini depolamak amacıyla yapılmıştır. Sadrazam tarafından kullanılabilen bu hazineden ayrıca yeniçerilere üç ayda bir ulufe dağıtılır ve bunun için avluda elçilerin de hazır bulunduğu görkemli galebe divanları yapılırdı. Saray müze işlevini kazandıktan sonra, bu bölüm, Erken İslam Döneminden 20.yüzyıl başlarına kadar olan döneme ait silahların sergilenmesine ayrılmıştır. Burada İslam Türk ve Orta Doğu'ya özgü silahlar da bulunmaktadır. Kubbealtı, Haliç yönünde, gizemli Harem Dairesi'nin küçük ve silik "Arabalar Kapısı" ile ayrılmaktadır. Divan Meydanı'nı da Haliç yönünde Hasbahçe'ye, sultanların saraydan çıkışlarında kullandıkları Hasahır sistemine bağlamaktadır. Kendine ait daha alçaktaki bir avluda yer alarak sarayı sınırlayan Hasahır'ların sarayın ilk yapılarından biri olduğu bilinir. Sultanların az sayıdaki seçme atını barındırmış olan bu ahır, saray yaşantısında "imrahor" denilen bir yöneticinin sorumluluğunda, başlı başına bir at koşum takımı hazinesi olan raht hazinesi'ni de içerirdi. Özellikle resmi alaylarda ve yabancı ülkelere gönderilen hediyeler arasında görülen bu hazinenin koşum takımlarının murassa olmasına dikkat edilirdi. Bu alanda göze çarpan bir başka yapı da Beşir Ağa Camii'dir. Divan Meydanı'nın bu yönde diğer bir işlevsel yapı grubu da Baltacılar Koğuşu'dur. Güçlü gençlerden devşirme usulüyle saraya getirilen bu kadro, sarayda teşrifatçılığın yanı sıra, her türlü taşıma işinde selamlık ve hareme hizmet ederdi. 16.yüzyıl sonlarında genişletilerek son şeklini alan Baltacılar Koğuşu; Divan Meydanı, Harem, Hasahır yönüne açılan bir avlu çevresindeki hamamı, koğuşu, camii ve çubuk odası ile özgün bir mahalle görünümündedir.
Divan Meydanı'nda yapılan işlerle temsil edilen devletin kudreti, avlunun sağ kanadında bir revak arkasındaki anıtsal mutfak yapılarıyla anlam kazanırdı. Boydan boya uzanan özel, ince uzun bir avlunun Marmara tarafındaki anıtsal yapıları; günümüzde saray arşivi ve kumaş deposu olarak kullanılan yağhane ve kiler, ahşap Aşçılar Mescidi ve nihayet bacaların oluşturduğu görkemli cephesiyle bu büyük şehre girişte sarayı vurgulayan mutfaklardır. Harem'e, sadrazam ve enderun halkıyla birlikte sultan ve harem'e hizmet veren bu dev yapıda, normal günlerde sarayın beş bin kişiden aşağı düşmeyen halkına sürekli yemek verilirdi. Tüm imparatorluk sahasında üretilen gıda çeşitlerinin en kaliteli örnekleriyle donatılmış bu mutfakların, Osmanlı kültüründe ayrı bir yeri vardır. Bugün, Osmanlı sarayında itibar görmüş, sürekli ithal edilmiş veya hediye olarak gelmiş Çin ve Japon seramik sanatının ürünleri bu yapılarda sergilenmektedir. Mutfakların helvahane ve şerbethane bölümlerinde ise Türk mutfak eşyaları ile Osmanlı Yıldız porselenleri ve cam eserleri sergilenmektedir. Bir zamanlar aşçıların koğuşu olan karşı binaların yerinde ise, Avrupa porselenleri ve gümüşleri yer almaktadır.
Divan Meydanı'nı sarayda padişahların selamlık hayatının geçtiği iç saray teşkilatının bulunduğu mekânları içeren Enderun Avlusu'na Bab-üs Saade (kapısı) bağlar. Sultanı temsil eden kapıda cülus, biat, bayramlaşma ayak divanı ve cenaze törenleri yapılırdı. Bu olayların dışında sultanlar kapıyı ve Divan Meydanı'nı kullanmazlardı. Padişah evinin cümle kapısı olarak kapalı tutulan kapının arkasına izinsiz geçmek, mutlak iktidara yapılan en büyük hukuk ihlâli sayılırdı. Bab-üs Saade Ağası denilen saray sorumlusunun kontrolündeki bu baldaken formlu geçit, günümüze 18.yüzyıl sonlarında yapılan Rokoko düzenlemelerle ulaşmaktadır. Sarayın padişah öncülüğünde oluşturulan selamlık bölümü Enderun, "Harem-i Hümayun" olarak da adlandırılmaktadır. Bu bölüm, günün geçirildiği Selamlık ile gecenin geçirildiği Harem bölümlerinden oluşmaktadır. Devlete yüksek bürokrat ve askeri şef yetiştiren eğitim aşamaları Enderun avlusunun biçimlenmesinde önemli rol oynamıştır.
Bab-üs Saade ağasının kontrolündeki bu bölüm sultanın şahsına ait yapılardan ilki Bab-üs Saade bütünlüğündeki Arz Odası'dır. Revaklı ve tek hacimli bu sembolik mekân, sarayın ortasındaki konumuyla da Osmanlı merkeziyetçiliğinin sembolüdür. 16.yüzyılda donatılan bu mekân bu yüzyıl sonunda konulan baldaken taht, sultanın divan üyelerini ve yabancı devlet elçilerini kabullerinde ve cüluslarında kullandıkları mücevher döşemeli tahttır. Sultanların resmi kabul salonu olan bu yapının kendine özgü zengin dekoru ve protokolü, sultanla yüz yüze gelme şerefine erişebilen nadir bir grubun görebildiği şeylerdi. Bu yapının arkasında sarayda özel bir ilgi unsuru olan ve kudret sembolü olarak da görülen süs ve av kuşlarının bulunduğu 16.yüzyıldan kalma Havuzlu Köşk vardı. 18.yüzyıl başında III. Ahmed'in Lale Devri'nin zarif klasik üslubuyla inşa ettirip Enderun ağalarına vakfettiği kütüphanesi ise çıkmalı, merkezi planıyla bir diğer sultan yapısıdır. Sultana ait yapıların bu avludaki diğer örnekleri avlu köşelerindeki Enderun Hazinesi (Fatih Köşkü) ve Hasoda'dır (Kutsal Emanetler Dairesi). Fatih Sultan Mehmed'in sarayla birlikte yaptırdığı revaklı ve muhteşem İstanbul manzarasına mermer bir terasla açılan klasik Osmanlı konutu tipindeki kesme taştan köşkün, planına rağmen, baştan beri Osmanlı saray hazinesi olarak kullanıldığı anlaşılır. Arka arkaya kubbeli odaların gerisinde sultan ve enderun ağalarına ait anıtsal bir hamamı da içerdiği bilinen bu binaların hazine eşyasını koymak amacıyla kullanılmış geniş bodrum katları vardır. Sultanların her türlü varidattan ve tabi ülke harçlarından aldıkları beşte bir payın ve hanedan haslarıyla hadika saraylarının gelirlerinin nakit bölümünü oluşturduğu bu efsanevi hazine, aynı zamanda saltanat mücevherleri ve takılar başta olmak üzere ihsan edilen kürkler, hil'atlar, zengin saray giysi ve kumaşları, değerli yazmalar, kutsal emanetler gibi saray için üretilmiş veya hediye olarak gönderilmiş her türlü sanat eserini de içeren bir koleksiyondu. Sarayın devlet hazinesinden ayrı olarak finanse edildiği bu ihtiyat hazinesi ve sanat koleksiyonu, devlet maliyesi sıkıştığında devreye girerdi. Günümüzde de Osmanlı hazinesinin teşhiri için kullanılan bu mekânlarda, sayısız murassa eser arasında dört taht (Bayramlaşma-Cülus, İtfariyye, Sefer ve Nadir Şah tahtları), Osmanlı hükümdarlık sembolü olan askı ve sorguçlar, Topkapı hançeri ve kaşıkçı elması en ünlüleridir. Hazinedarbaşı sorumluluğunda hazine koğuşu erkânıyla birlikte sultanların girebildikleri hazineden eşya yazılı olarak çıkar ve iade edilirdi. Kullanım hakkı hanedanda, ancak mülkiyeti millete ait olan bu hazineye sultanların zaman zaman ecdadlarından kalan ve kendi dönemlerinde konulan eserleri incelemek için girdikleri bilinir. Yabancı hükümdarlardan değerli hediyeler hazineye geldiği gibi, bu hükümdarlara aynı değerde hediyeler giderdi. Hazine envanterinin bir bölümünü sultanların kutsal yerler için gönderdikleri eserler oluşturmaktadır.
Enderun avlusunda sultanlara ait en önemli yapı, Hasoda'dır. 15.yüzyılda dörtlü bir geometrik planla yapılmış bu değerli yapı, sultanların saray selamlığındaki özel ikametgâhları idi. Arzhane, Aslanhane, Hasoda gibi bölümlere ayrılan bu mekânda sultan şehzadeleri başta olmak üzere enderun ağaları ile görüşür, eğlenir, divan vezirlerini zaman zaman kabul ederdi. Bu gelenek 17. yüzyıla kadar sürmüştür. Baştan başa çeşitli dönemlerin çinileriyle kaplanmış olan bu bina 19.yüzyıldan beri Kutsal Emanetlerin teşhiri amacıyla kullanılır. Yavuz Sultan Selim'in 16.yüzyıl başlarında Memluk İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra, Mekke ve Medine'den Hz. Muhammed ve ilk halifelerin kutsal eşyalarını ve röliklerini Abbasi Halifeliği kanalıyla getirip Hazine ve Hasoda'ya aldırarak İslam halifesi olduğunu bildirmiştir. Osmanlı sultanları için ümmet esasına dayalı bir imparatorluğun yöneticisi olarak bu eserleri korumak ve onların temsil ettiği ideal uğruna yaşamak başlıca yönetim prensibi olmuştur. Bu eserler arasında Hz. Muhammed'in hırkası (Hırka-i Saadet), kılıçları, rölikleri, Sancak-ı Şerif, ilk halifelerin kılıçları, semavi dinlerin tarihlerinden gelen çeşitli eserler vardır. Bu eserler, Ramazan ayının onbeşinde bir saray töreniyle saraylılara, vezirlere ve harem halkına gösterilirdi. Enderun avlusuna ve Harem Dairesi yanındaki sultanların özel avlusu olan Sofa-i Hümayun Taşlığı'na açılan Hasoda'nın bakımında görevli 40 ağa enderun mektebinin en yüksek aşamasına gelmiş ve sultanla beraber olmaya hak kazanmış ağalardır.
Enderun avlusunun ağaların eğitim yeri ve ikametgâhı olan koğuşları ise kenarları sınırlamaktadır. Avluya revaklarla açılan ve içte küçük hol çevresinde koğuş ve hamam mekânlarına sahip olan bu koğuşların eğitim kademesine göre sıralanan bir düzeni vardı. Bab-üs Saade'nin yanlarında acemi ağalara mahsus Büyük ve Küçük Oda koğuşları, 17. yüzyılda II. Selim Hamamı'nın yıkılmasından sonra yapılmıştır. Günümüzde bu koğuşta padişah ve hanedana ait elbiseler sergilenmektedir. Hazine ile Hasoda arasındaki avlu kenarında ise kilerler ve hazine koğuşları bulunurdu. Sultanın her türlü yemek ve ikram hizmetlerini sağlayan bu koğuş, günümüzde müzenin idari bölümü olarak kullanılmaktadır. Bu koğuşlardan Hazine ve Hasoda Koğuşu, Enderun Hazinesi'nin korunduğu Hazine Koğuşu binası, günümüzde, Osmanlı İslâm minyatür, yazı ve hat gereçlerinin sergisinde kullanılmaktadır.
Enderun avlusunda ve özgün yapısıyla Fatih Döneminden kalan Ağalar Camii yer almaktadır. Burada enderun ağalarının yanı sıra olduğu kadar padişah da ibadet ederdi. 18.yüzyıldan kaldığı sanılan ve 17.yüzyıl Osmanlı çini sanatının zengin örneklerini içeren bu üç bölümlü yapı, bugün müze kütüphanesi olarak kullanılmaktadır. Enderun avlusunun koğuşları arasında sarayın IV. yeri olan iç bahçe ve kasır geçişleri gibi Harem'in Kuşhane Kapısı da bu avluya açılmaktadır. Burada ayrıca padişaha ait özel bir mutfak teşkilatı da yer almaktadır.
Sarayın, Sarayburnu'na bakan arka bölümünde sultanın ve ailesinin zevkine mahsus köşkler vardır. Hasoda ve Harem gibi, sarayın hanedanını ilgilendiren özel bölümlerden biri olan Sofa-i Hümayun terası üzerindeki mermer havuz, köşkleri birbirinden ayırmaktadır. Seyir köşkü olmalarının yanı sıra sohbet, giyinme ve kütüphane mekanları da olan bu köşklerden Sünnet Odası, özellikle cephesindeki renkli sırlarla göze çarpmaktadır. IV. Murad'ın Revan ve Bağdat fetihlerinin anısına yaptırdığı kubbeli ve eyvanlı çokgen köşkler ise Osmanlı klasik saray mimarlığının son örnekleridir. Revaklarla avluya açılan bu köşklerin cepheleri de çini kaplıdır. Eyvanlardaki sedirleri, kubbeli orta mekânlardaki mangalları ve görkemli çini süslemeye katılan tombak ocakları ile bu köşkler, sarayda sultanların yaşadıkları yeryüzü cennetinin somut örnekleridir. Sultan İbrahim'in yaz akşamlarında iftar ettiği terasta, tombak, baldaken kameriye ve havuza açılan mermer şahnişin gibi detaylara da yer veren bu lüks terasta, meşveret meclislerinin de kurulduğu bilinmektedir.
IV. yerin Marmara ve Sarayburnu'na bakan Lala (Lale) Bahçesi'nde ise Hekimbaşı Odası (Başlala Kulesi) yer almaktadır. Burası, başhekim sorumluluğunda bir ecza deposu ve dairesiydi. Sultanların sağlığından sorumlu hekimbaşıların denetiminde olan bu kuleden günümüze çok sayıda saray ve ilaç şişeleri kalmıştır. Hisarpeçeye oturtulan ahşap ve iki bölümlü Sofa Köşkü ise 18.yüzyıl ortasında Rokoko süslemesiyle bahçeye açılan bir divanhanedir. Özellikle sarayda "Halvet" ilan edilerek yapılan büyülü gece ve gündüz eğlencelerinde harem halkına da açılan köşk, altyapısı bir köşe burcu olan Bağdat Köşkü'ne hisarpeçe ile bağlanır. Bu alandaki bahçelerde sultanların bizzat yaptığı ve oyunları seyrettiği, IV. Murad'a ait ve Hekimbaşı Kulesi'ne dayalı bir taş tahttan anlaşılmaktadır. Bahçenin Marmara yönündeki mermer terasına ise 1850'lerin başlarında Mecidiye Köşkü yapılmıştır. Köşkün aynı üslupta serbest yükselen Esvap Odası ilginç bir detaydır. Bu köşkün tuğla kemerli altyapısının geçmişi Fatih Dönemi ve öncesine olsa gerektir. Bahçenin diğer bir yapısı ise, 19.yüzyıl ortasında Neoklasik üslupta inşa edilen Sofa Camii'dir. Bahçe, Sarayburnu yönündeki Hasbahçe'ye Balyanlar üslubunda iki kuleli bir kapıyla bağlanmaktadır.
HAREM
Topkapı Sarayı'nda Bab-üs Saade duvarı ile ayrılan idari ve özel bölümler Harem Dairesi için de geçerlidir. Bu duvar ekseninin devamında Harem'in Divan Meydanı yönündeki yapıları, kızlarağası yönetiminde ve haremağaları elindeki dış hizmet grubunun veya cariye olarak iç hizmet kadrosunun ikâmet mekânlarını oluşturur. Harem'in Karaağlar Taşlığı'na ve söz konusu ana duvara açılan Cümle Kapısı ise hanedan ve üst düzey saray kadınlarının yaşadığı esas Harem bölümüne ile bu bölüm Altınyol ile bağlanan ve Hünkar Sofası çevresinde dizilen, padişah ve şehzadelerin yaşadığı Harem'deki Selamlık bölümlerine açılır. Karaağa-cariye, Harem ve Selamlık bölümü olarak gelişen Harem'de yapı kronolojisini ortaya koymak, sarayın diğer bölümlerini açıklamak kadar kolay değildir. İslâm geleneğinin aileye kazandırdığı kutsallık ve gizlilik prensibi, Osmanlı sarayında en ulaşılmaz ve dramatik örneklerinden birini vererek haremin mimarî kuruluşu hakkında kaynaklar sunmuştur. Ancak tarihsel olaylar, kurumlaşma, mimarî üsluplar ve sarayın topografyası, harem yapılaşmasının 4 ana devirde gerçekleştiğini göstermiştir.
I- Fatih Sultan Mehmet ile Kanuni Sultan Süleyman Devri arasında 15.yüzyıl sonu 16.yüzyıl ortasındaki ilk dönem: Topkapı Sarayı'ndan önce Beyazıt'a yapılan İstanbul'daki ilk Osmanlı sarayı olan Eski Saray ile Topkapı Sarayı bu ilk dönemde Kadınlar Sarayı (Saray-ı Duhteran) denilen bir daireden oluşmaktaydı. Günümüzde bu daire değişmiş ve sonraki yapılaşma nedeniyle bağımsızlığını kaybetmiş durumdadır ve Baş Haseki dairesi adıyla bilinmektedir. Adalet Kulesi'nden itibaren Harem Cümle Kapısı, Başhaseki Dairesi, I. Selim Kulesi, Bağdat Köşkü ve Hekimbaşı Kuleleri gibi çıkmalar hisarpeçe üzerinden kule köşkleri halinde orta zaman kale-sarayları tarzında düzenli bir yapılaşma ortaya koymaktadır. Bu dönem Harem yapıları dış sofalı konut mimarisiyle uyum içindedir. İlk dönem alanı, 16.yüzyıl sonlarında üzerine padişah ve valide sultan daireleri ile cariye koğuşlarının yapılacağı bahçe duvarlarıyla sınırlanmıştı.
Geniş bir cariye ve hadımağası kadrolaşmasına gerek duyulmayan bu ilk dönemde, Harem'in Arabalar Kapısı ve Adalet yönünün Harem dışında serbest bir alan olduğu anlaşılmaktadır. Kuleyi Çinili Köşk'e bağlayan ve Büyük Biniş denilen at rampasının aksı ile kulenin serbest yükseldiğini kanıtlayan altyapısı da bu fikri desteklemektedir. İlk dönemin diğer bir önemli yapı grubu da Harem'in Hasoda yanındaki çıkışta yer alan Selamlık Dairesi olmalıdır. Hamamlı ve I. Selim Kulesi olarak adlandırılan kule-köşkün, şehzadelerin gözetimi altında baştan beri eğitim için ayrıldığı bilinmektedir. Bu alan 16.yüzyıl sonundan itibaren Şimşirlik Kafesi denilen ve bahçeleri de kapsayan Şehzadegan dairelerinin de çekirdeğini oluşturmuştur. Valide ve Gözdeler Taşlığı çevresindeki yapılardan oluşan bu ilk dönem yapılarının ilginç bir sürekli revak düzeniyle kuşatıldıkları anlaşılmaktadır.
II. Kanuni Sultan Dönemi: Bu dönem, haremin Topkapı Sarayı'na yerleşmesiyle, karizmatik bir kişiliğe sahip olan Haseki Hürrem Sultan ve Kanuni Sultan Süleyman ile başlamıştır. 1520-30 yılları arasında Topkapı Sarayı genişledikçe niteliği de değişmiştir. Hürrem Sultan'ın Eski Saray'daki haremden çıkarak çocuklarıyla Topkapı Sarayı hareminde sürekli yaşaması; ailenin tüm ihtiyaçlarının da Topkapı Hareminde karşılanmasına yol açmıştır. Bu dönemde Topkapı haremine gelen karaağalar ve cariyeler için yan yana fakat ilişkisiz birer avlu çevresindeki iki koğuş düzeni, haremde hanedan yapılarının dışında, fakat onları kuşatacak, hatta koruyacak şekilde yapılmış olmalıdır. Bu yapılarının işlevsel olarak Kızlarağası Dairesi ile Cariye Hamamı'nı da içerdiği anlaşılmaktadır. Bununla bağlantılı olarak, haremin önemli bir unsuru olan Usta ve Kalfalar Dairesi de Fatih Döneminde yapılan Valide Taşlığı'nı Başhaseki Dairesi karşısında sınırlayan kanada taşınmış olmalıdır. Bu dönemde, Hürrem Sultan'ın konumuna uygun olarak Başhaseki Dairesi'ne ismini verdiği ve Kanuni'nin de III. Murad Döneminde yenilenecek olan haremdeki Hasodası'nı yaptırdığı anlaşılmaktadır.
III. III. Murad ve Nurbanu-Safiye Sultan Dönemleri: 16.yüzyıl sonunda Osmanlı sistemi gibi, harem kurumlaşmasının da sarayda tamamlandığı görülür. Geleneksel Türk-İslâm ailesindeki anaerkil yapının Osmanlı saray haremindeki gerçek ve değişmez görüntüsü Valide Sultan olmuştur. Nurbanu Sultan ve Haseki Safiye Sultan'ın çekişmeli ilişkileri içinde karizmatik iki figür arasında bocalayan III. Murad, bu gerilimli yönetimin Topkapı Sarayı Harem'inden idare edileceği bir yapılaşmaya gitmek zorunda kalmıştır. Topoğrafik şartlardan ötürü payeli bir strüktür üzerinde yükseldiğinden, dönemin klasik mimari anlayışına uygun bu zengin cephe yapıları, haremde güç paylaşımını da temsil etmektedir. Cariye koğuşları bu yeni yapılaşmayla görkemli dairelerin altyapıları olurken, eski Cariye Taşlığı, giderek ikbal ve diğer kadınefendilerin sade bir cephelemeyle de olsa manzaradan, yani haremde odaklanan iktidardan pay alabildikleri bir kimliğe bürünmüştür. Haremde gerek cephede, gerekse Valide Taşlığı'ndaki konumuyla merkez durumundaki Valide Sultan Dairesi perspektif ve cephe açısından sarayın en detaylı yapısıdır. Bir cephe kademesiyle kadınefendi dairelerinden ayrılan Valide Sultan Dairesi, hünkar hamamları sistemi ile mekânsal açıdan Hünkar Sofası ile başlayan Sultan ve Selamlık dairelerine bağlanırken, cephede de anıtsal bir revakla vurgulanmıştır. Valide Sultan Dairesi bu mekânsal önemini tarihte korumuş, Kadınlar Saltanatı denilen ve Valide Sultanların naibe oldukları 17.yüzyılda siyasi olayların sahnesi olmuştur.
Mimar Sinan ve Davud Ağa gibi başmimarlar elinde klasik Osmanlı zenginliğinin ve sanatının kudreti, Hünkar Hamamları ve Hünkar Sofası ile temsil edilmiştir. Harem ve sarayın en büyük tören, kabul ve eğlence salonu olan bu kubbeli klasik yapının daha sonraları değişmiş olan bir cephe görüntüsü ve iç dekoru vardır. Bu sofanın yanındaki III. Murad Hasodası ise, bir Mimar Sinan yapısı olarak Osmanlı klasik mimarisinin, Osmanlı mantık ve estetiğinin ulaştığı denge ve simetrinin canlı bir örneğidir. Osmanlıların üretebildikleri en zengin çinilerle kaplanmış olan iç mekândaki kubbeli yapı, altyapıya yerleştirilen bir havuzla dengelenmektedir. Böylece mekân ve cephede yaratılan padişah, valide sultan ve kadınefendi hiyerarşisiyle, harem kurumlaşmasının değişmez esasları oluşturulmuştur. Klasik mantıkla yaratılan bu rasyonel mimarî düzenleme, harem bahçesindeki büyük havuz ile sürdürülür. Saray sisteminin ve harem hiyerarşisinin Topkapı Sarayı'na yerleştiği bu devrin diğer bir kompleksi de Şehzadegân Dairesidir. 16. yüzyılda Anadolu ve İran'la tehlikeli gelişimler gösteren şehzadelerin saray ve kendi aralarında giriştikleri iktidar kavgaları, sancak beyi olarak tayin edilen şehzadelerin bu dönemde hareme alınmalarına neden olmuştur. Ayrıca Fatih Kanunnamesi'nde devletin devamı için şehzade katline izin verilmesi nedeniyle kamuoyunda saraya karşı oluşan muhalefet de şehzadelerin harem ve hanedan içinde gözetim altında yaşatılmalarını gerektirmiştir. 16.yüzyıl sonlarında haremin devlet üzerindeki otoritesi protokoler cephe yapılarıyla vurgulanırken, ilk dönem haremin özü olan Altınyol, Başhaseki Daireleri üzerine de girift Şehzadegân dairesi yapılmış, bu sistem hamamlı I. Selim'in Kulesi'nin yanı sıra harem bahçesinden kazanılan Şimşirlik bahçelerindeki yapıları da kapsamış haremin dramatik tarihinin sembolü ve en geniş dairesi olmuştur.
15-17. ve 18.yüzyıllar: Bu dönemlerde, 16.yüzyıl sonunda hızlı bir iç dinamikle tamamlanan harem yapılarının ek bölümleri kurumsal zorunluluktan değil, çok harem halkının kalabalıklaşması ve yangınlar nedeniyle oluşmuştur. Sonraki yapılaşmanın sembolik nedeni, bir hükümdarlık sembolü olarak sultanların sarayda Hasoda yaptırma geleneğidir. Bu dönemde oluştuğu bilinen bir yapı grubu da haremin hastane avlusu civarıdır. Bu devirde ayrıca valide sultanların artan gücüyle orantılı olarak dairenin üst katına odalar eklenmiştir.
18.yüzyılda batının yaşayış ve sanat üzerindeki etkisi doğaya ve hafifliğe daha fazla yer veren Barok ve Rokoko dekorasyon uygulamaları-ilkin III. Ahmed'in Hasodası'ndaki (Yemiş Odası) natürmort tasvirli panolarda görülmektedir. Yüzyıl ortalarında ise sultanlar, zenginleşen ve hafifleyen bir Rokoko romantizmini yaptırdıkları köşklere ve iç dekorasyona yansıtmışlardır. Klasik dönemin cepheye çıkma yapan Hazine Odası ve yanındaki Hasoda, I. Abdülhamid Döneminde aynı dekorasyonla kaplanırken, I. Selim Kulesi kısmen yıkılarak yerine konak görünümündeki ahşap Mabeyn ve İkballer Dairesi yapılmıştır. Tarihte Şimşirlik Alanı olarak dramatik bir karaktere sahip olan bölge, 18.yüzyılda hanedanın serbest yaşantısına açılmış ve şehzadelere çifte kasırlar verilmiştir.
Harem yapılarında değişik sanatsal üsluplar göze çarpmaktadır. Osmanlı siyasetini, kültür ve sanatını olduğu gibi gösteren Topkapı Sarayı nadir bir müze örneğidir. Klasik hiyerarşi, güç ve anlamlı bir ihtişam döneminin sembolü olan Topkapı Sarayı, Rokoko eklerle ömrünü tamamlarken, yerini Tanzimat Dönemi Boğaziçi saraylarına bırakmıştır.
AĞRI İSHAK PAŞA SARAYI
İshak Paşa Sarayı, saraydan öte bir külliyedir. İstanbul Topkapı Sarayı'ndan sonra son devirde yapılmış sarayların en ünlüsüdür.
Doğubeyazıt İlçesi'nin 5 km. doğusunda, bir dağın yamacındaki tepe üzerine kurulan Saray, Osmanlı İmparatorluğu'nun Lale Devrindeki son büyük anıt yapısıdır. 18. yy. Osmanlı mimarisinin en belirgin ve seçkin örneklerinden olduğu kadar, sanat tarihi yönünden de değeri büyüktür. Sarayın Harem Dairesi Takkapı kitabesine göre yapılış tarihi Hicri 1199, Miladî 1784'tür.
Saray binasının bulunduğu zemin vadi yakası olduğundan, kayalık ve sert bir yerdir. Eski Beyazıt şehrinin merkezinde olmasına rağmen, bu yapının üç tarafı (kuzey, batı, güney) dik ve meyillidir. Sadece doğu tarafında müsait bir düzlük vardır. Sarayın giriş kapısı buradadır. Aynı zamanda en dar cephesidir.
Saray, kalelerin özelliğini kaybettiği; ateşli silahların bulunduğu bir çağda yapıldığından, doğu yönündeki tepelere karşı müdafaası zayıftır. Cümle kapısı müdafaa bakımından en zayıf noktasıdır. Cümle kapısı bölümü, İstanbul ve Anadolu'da kurulan saraylarınkinden farksız olup, taş işçiliği ve oymacılığı yönünden muntazamdır.
Türklere özgü tarihi saray örnekleri bugün ülkemizde pek az sayıda kalmıştır. Bunlardan biri de İshak Paşa Sarayı ve Külliyesi'dir.
İshak Paşa Sarayı şu mimari bölümlerden meydana gelir:
1- Dış cephe,
2- Birinci ve ikinci avlu,
3- Selamlık dairesi,
4- Cami binası,
5- Aşevi (Darüzziyafe),
6- Hamam,
7- Harem dairesi odaları,
8- Merasim ve eğlence salonu,
9- Takkapılar,
10- Cephanelik ve erzak odaları,
11- Türbe binası,
12- Fırın,
13- Zindan,
14- İç mimariden bazı bölümler (kapılar, pencereler, dolaplar, şerbetlikler, şömineler vs.) Saray Osmanlı, Fars ve Selçuklu uygarlığının mimari üslubunu bünyesinde toplayan bir özellik taşır. Cildıroğullarından II. İshak Paşa ile Çolak Abdi Paşa'ca 1685'te yaptırılan saraya, 1784'te son şekil verilmiştir. Yapı yaklaşık olarak 115x50 m. ölçülerinde bir alana kurulmuştur. Kesme taştan yapılan sarayın doğu cephesindeki portali kabartma ve süslemeleriyle Selçuklu sanatının özelliklerini yansıtır.
Saray iki avlu ve bu avluda bulunan yapılar topluluğundan meydana gelmiştir. Birinci avludaki yapıların bazıları yıkılmıştır. Dört tarafı yapılarla çevrili ikinci avlu dikdörtgen planlıdır. Girişe göre sağ tarafta selamlık ve onun arkasında haremlik vardır. Bunların sonunda cami ve türbe bulunmaktadır. Türbe Selçuklu kümbet mimarisi üslubunda inşa edilmiştir. Saray bölümü iki kattan oluşmaktadır. 366 oda da bu iki kat içinde yer almaktadır. Her odada taştan yapılmış ocaklar vardır. Taş duvarlardaki boşluklar bütün yapının merkezi bir ısıtma sistemine sahip bulunduğunu göstermektedir. Divan salonu 20x3 m. boyutlarındadır. Duvarları ve tabanı taştandır. Duvarları Türk hat sanatının örnekleriyle, sülüsle yazılmış ayet ve beyitlerle süslüdür. Burada yer alan "İshak meram üzere kerem kıldı cihanı-Binyüzdoksandokuz buna oldu tarih" beytinden sarayın miladî 1784 yılında tamamlandığı anlaşılmaktadır. Sarayın ikinci avlusundaki türbe, kesme taştan yapılmıştır. Bu sekizgen türbe, Selçuklu türbe mimarisi geleneğinin tipik örneği olan kümbet şeklindedir ve iki katlıdır. Duvarları geometrik motiflerle süslüdür. Bu türbede Çolak Abdi Paşa, İshak Paşa ve yakınları yatmaktadır.
Küçüksu Kasrı
Küçüksu Kasrı’nın bulunduğu Boğaziçi’nin bu şirin yöresinde, yerleşim tarihi Bizans Dönemine dek inmektedir. Osmanlılar Döneminde de ilgi çeken ve “Kandil Bahçesi” adıyla padişahın has bahçelerinden biri olarak kullanılan Küçüksu ve çevresini IV. Murad’ın (1623-1640) çok sevdiği ve buraya “Gümüş Selvi” adını verdiği bilinmektedir. 17. yüzyıldan başlayarak çeşitli kaynaklarda “Bağçe-i Göksu” adıyla geçen yörede, özellikle 18. yüzyıldan başlayarak yoğun bir yapılaşma izlenmektedir. Sultan I. Mahmud Döneminde (1730-1754) Divittar Mehmed Paşa, padişah için bu Hasbahçe’nin deniz kıyısına iki katlı ahşap bir saray yaptırmış, bu yapı III. Selim (1789-1807) ve II. Mahmud (1808-1839) dönemlerinde de onarılarak kullanılmıştır.
Sultan Abdülmecid Dönemi (1839-1861), özellikle saray ve kasır mimarlığında batılı biçimlerin tercih edildiği yıllardır. Abdülmecid, Dolmabahçe ve Ihlamur yapılarında uygulattığı yenilikleri, Küçüksu Kasrı’nda da uygulatmış, eski ve ahşap yapıyı yıktırarak yerine bugünkü kasrı yaptırmıştır.
1857 yılında hizmete giren yeni Küçüksu Kasrı’nın mimarı Nikogos Balyan’dır. Bodrumuyla birlikte üç katlı olan kasır, 15x27 m.lik bir alan üzerine yığma tekniğiyle ve kargir olarak yapılmıştır. Bodrum katı kiler, mutfak ve hizmetçilere ayrılmış, diğer katlarsa bir orta mekâna açılan dört oda biçiminde düzenlenmiştir. Bu özelliğiyle geleneksel Türk evi plan tipini yansıtan yapı, genellikle dinlenme ve av amaçlı olarak kullanılan bir “biniş kasrı” niteliğindedir.
Devlete ait diğer saray yapılarının tersine yüksek duvarlarla değil, dört yönde kapısı olan ve döküm tekniğiyle yapılmış zarif demir parmaklıklarla çevrilidir. Abdülaziz Döneminde (1861-1876) cephe süslemeleri elden geçirilen yapı, zaman zaman çeşitli onarımlar görerek günümüze ulaşmış, ancak bu arada eski saraydan kalan ve çeşitli işlevlerdeki ek yapılarını yitirmiştir.
Kabartmalarla süslü ve hareketli deniz cephesinde, bu cepheye yaslanmış şadırvanlı küçük havuzunda, merdivenlerinde çeşitli batılı süsleme motifleri kullanılmıştır. Oda ve salonlar değerli sanat eserleriyle döşenmiş, bu iş için Viyana Operası dekoratörü Sechan görevlendirilmiştir.
Alçı kabartma ve kalem işi süslemeli tavanları, bir şömine müzesini andıran birbirinden farklı renk ve biçimde, değerli İtalyan mermerleriyle yapılmış şömineleri, her bir odada ayrı süslemeli ve ince işçilikli parkeleri, çeşitli Avrupa üsluplarındaki mobilyaları, halı ve tablolarıyla eşsiz bir sanat müzesi niteliğindeki Küçüksu Kasrı, Cumhuriyet Döneminde de bir süre devlet konukevi olarak kullanılmış ve günümüzde bir müze-saray işlevi kazanmıştır.
1994 yılında kapsamlı ve çağdaş bir restorasyon gören Küçüksu Kasrı, halkın ziyaretine açık tutulmakta, hemen yanıbaşındaki iskeleyi, çeşme meydanını ve özgün bahçesini tarihsel ve eskiden olduğu gibi halkın eğlenip dinlenebildiği bir mesire kimliğine kavuşturma çalışmaları sürmektedir. Bu çalışmalar sona erdiğinde, yapının bahçesi diğer saray, köşk ve kasırlarımızda olduğu gibi ulusal ya da uluslararası nitelikteki resepsiyonlara ayrılacaktır.
Kaynak:kultur.gov