Arama

Evren (Kozmos)

Güncelleme: 3 Mayıs 2018 Gösterim: 12.759 Cevap: 15
LaDymm - avatarı
LaDymm
Ziyaretçi
21 Şubat 2008       Mesaj #1
LaDymm - avatarı
Ziyaretçi

evren

Ad:  evren.JPG
Gösterim: 453
Boyut:  54.7 KB

KÂİNAT ya da KOZMOS olarak da bilinir,
Sponsorlu Bağlantılar
gözlemlenen ya da var olduğu düşünülen maddenin ve enerjinin tümünü içeren fiziksel sistem.

Evrenin başlıca bileşenleri, gökadalar, dev yıldız sistemleri, yıldız grupları ve bulutsulardır (yıldızlararası toz ve gaz bulutları). Bunları, daha küçük gökcisimleri olan yıldızlar ile bunların çevresinde dolanan gezegenler, uydular, kuyrukluyıldızlar ve göktaşları izler. Bu tür cisimlere ek olarak evrende kütleçekimi alanları ile çeşitli ışıma türleri bulunur.
Yeryüzünde kullanılan ölçekler, evrendeki uzaklık kavramını ifade etmekte yetersiz kalır. Bu nedenle, boşluktaki hızı değişmeyen ışığın, belirli bir zaman diliminde aldığı yol, uzaklık ölçeği olarak kullanılır. Işık saniyede 300.000 km yol alarak Yer çevresinin yedi katı kadar bir uzaklığı bir saniyede kateder. Yer’den gönderilen ışık ışınlarının Ay’a gidişi ise bir saniyeden biraz uzun sürer. Radyo dalgaları da ışığın uzun dalga- boylu ışınımı olduğundan, hızı ışık hızıyla aynıdır. Bu nedenle, Ay’da bulunan bir astronota sorulan bir sorunun yanıtını alabilmek için 3 saniye kadar beklemek gerekir. Yaklaşık 100 Güneş çapında olan Yer-Güneş uzaklığı 500 ışık saniyesidir. Bir başka deyişle, Yer’den, Güneş’in yaklaşık 8 dakika öncesi gözlenmektedir.

Günümüzde, Güneş’in uydusu olan dokuz gezegen bilinmektedir. Bunlardan Merkür ve Venüs, Güneş’e Yer’den daha yakın, ötekileri ise daha uzak eliptik yörüngelerde dolanır. Gezegenlerin en büyüğü olan Jüpiter’in Güneş’e olan ortalama uzaklığı, Yer- Güneş uzaklığının beş katıdır. Yer’in Güneş’e olan ortalama uzaklığına 1 gök birimi (g.b.) denir. Bu ölçeğe göre, en uzak ve en küçük gezegen olan Plüton (kimi zaman Neptün’den daha yakın olabilmektedir), 40 g.b. uzaklıktadır. Bu ise yaklaşık 5,5 ışık saatidir. Böylece, ışığın Yer ile gezegenler arasındaki yolculuğu, birkaç saniye ile birkaç saat arasında değişir.

Evrende Güneş’ten daha soğuk ve daha sıcak, sayılamayacak kadar çok yıldız vardır. Bunların Yer’e olan uzaklıkları, Yer- Güneş uzaklığına göre çok fazla olduğundan, bu yıldızlar Yer’den bakıldığında parıldayan noktalar gibi görülür.

Güneş’e en yakın yıldız olan Proxima Centauri (Alfa Erboğa’nın en sönük üçüncü bileşeni) yaklaşık 300.000 g.b. uzaklıktadır. Bu, ışık hızıyla dört yıldan fazla bir zaman alır. Işığın bir yılda aldığı yol olan ışık yılı, yıldızlararası uzayda, uzaklıkları ifade edebilecek iyi bir ölçektir. Proxima Centauri’yi de içine alan bir modelde, Güneş çevresinde dolanan Yer’in yörünge yarıçapı 2 mm olarak gösterilirse, Plüton’un yörünge yarıçapı 8 cm, en yakın yıldızın Güneş’e uzaklığı ise 600 m olacaktır.
Güneş çevresinde 10 ışık yılı yançaplı bir küre göz önüne alındığında, bunun içine 10 kadar yıldız girer. Bu uzaklık 10 kat artırıldığında, yıldız sayısı 10 bine çıkar. 100 bin ışık yılı çapındaki bir küre, içine 10n’den fazla yıldız alır. Yer’in de içinde bulunduğu Samanyolu Gökadası bu tür bir yıldız topluluğundan oluşur. Evrende binlerce gökada vardır. Bunların yapıları temel olarak üç türe ayrılır. Samanyolu gibi sarmal gökadalar, çekirdek, disk, ayla ve sarmal kollardan oluşur. Samanyolu’nun çapı 100 bin ışık yılı, ortalama kalınlığı ise 10 bin ışık yılı kadardır. Güneş, gökada merkezinden yaklaşık 30 bin ışık yılı uzaklıktadır. Ayla, gökadayı bir küre biçiminde çevreler. Ayla ve çekirdek, Öbek II adı verilen daha yaşlı yıldızlar topluluğunu içerir. Genç yıldızlar topluluğu olan Öbek I yıldızları ise disk ve sarmal kollarda yer alır.

Eliptik gökadalar ise, elipsoit ya da küre biçimindeki yıldız topluluklarıdır. Parlaklık, kütle ve boyut olarak sarmal gökadalardan çok daha büyük olabilirler. Üçüncü tür gökada ise, belli bir bakışımı bulunmayan düzensiz gökadalardır. Samanyolu’na en yakın olan Küçük ve Büyük Magellan bulutları bu türdendir. Güney yarıküreden gözlenebilen Küçük ve Büyük Magellan bulutları, Samanyolu’ndan yaklaşık 200 bin ışık yılı uzaklıktadır ve 109 kadar yıldız içerir. Samanyolu ile boyut olarak karşılaştırıldığında en yakın gökada, sarmal Andromeda Gökadası’dır. 2 milyon ışık yılı uzaklıkta olan Andromeda Gökadası, Samanyolu ve 18 kadar başka gökadayla birlikte Yerel Küme’yi oluşturur. Yerel Küme yaklaşık 2 milyon ışık yılı uzunluğunda bir bölgeyi kapsar.

Yerel Küme’nin ötesinde, bunun çapının birkaç katı uzaklıkta, benzer biçimde bazı gökada gruplan vardır. Daha büyük uzaklıklara gidildiğinde, yalnızca birçok gökadadan oluşan kümeler gözlenebilir. Bunlardan Yer’e en yakın olanı, binlerce gökadanın oluşturduğu Başak (Virgo) kümesidir. Başak kümesi, çoğunlukla eliptik gökadalardan oluşmuştur. Bunlardan M 87, kümenin merkezinde bulunur, radyo ve X ışınlarının kaynağı olarak bilinir.

Uzaya hangi doğrultuda bakılırsa bakılsın, gökadalar ve yıldız kümeleri görülür. Uzağa gidildikçe, bunların ancak çok parlak ve büyük olanları görülebilir. Daha uzak mesafelerde kuvazarlar bulunur. Evrenin en uzak gökcisimleri oldukları kabul edilen kuvazarlar, ilk olarak 1960’ta, radyo kaynakları olarak bulunmuştu. 1963’te sayısı dört olarak bilinen bu gökcisimlerinin ne olduğu başlangıçta anlaşılamamış, ama yıldıza benzer bir görünümde olduklarından “yıldızımsı cisim” anlamına gelen kuvazar olarak adlandırılmışlardır. Kuvazarların uzaklaşma hızı çok büyük olduğundan, bunların görünür bölge tayflarında kırmızıya kayma (Doppler etkisi) olayı gelişir. Radyo kaynaklarının çoğunun bu tür gökcisimleri olduğu, günümüzde bilinmektedir. Bugün bilinen kuvazar sayısı binlerle ifade edilmektedir.

Evrenin incelenmesi


Evrenin yapısının anlaşılması için yapılan ilk çalışmalar Eski Yunanlılara değin uzanır. Eski Yunan astronomları, gökcisimlerinin görünen hareketlerini incelemişler ve bunlara uyan modeller geliştirmeye çalışmışlardır. Pythagoras (İÖ y. 580 - y. 500), evrenin dört temel madde olan toprak, su, hava ve ateşten oluştuğunu, Yer’in küresel yapıda olduğunu ve Ay’ın, yansıttığı ışık nedeniyle parlak görüldüğünü ileri sürdü. Zamanında bilinen yedi gökcisminin (Güneş, Ay ve beş gezegen) Yer’in çevresinde bağımsız olarak hareket eden küresel cisimler olduğu savını ortaya attı. Çinliler ve Mısırlılar gibi Yunanlılar da yıldızların oluşturduğu şekilleri adlandırarak, gökyuvarmı takımyıldızlara böldüler. Günümüzde de, gökkürede konum belirlemek için hâlâ bu takımyıldızlardan yararlanılmaktadır. İÖ 384-322 arasında yaşayan Aristoteles, çalışmalarında Ay’ın evrelerinin nedenini açıkladı, ayrıca Güneş’in Ay’dan daha uzak olduğunu ve Güneş tutulmasına Ay’ın Güneş ile Yer arasına girmesinin neden olduğunu ortaya koydu.

Aristoteles, Ay tutulması sırasında Yer’in Ay üzerine düşen gölgesinden ve Yer yüzeyinde farklı enlemlerde bulunan kimselerin, kuzey ve güney ufuklarında aynı yıldızlan görememelerinden hareketle, Yer’in küresel olduğu kanısına vardı. İÖ 160 - y. 127 arasında yaşayan astronom Hipparkhos, Rodos’ta bir gözlemevi kurdu ve 850 kadar yıldızın gökküredeki konumunu içeren bir katalog düzenledi. Ayrıca yıldızlan parlaklıklarına göre altı sınıfa ayırdı ve her yıldızın görünen parlaklığını belirtti. Yaptığı önemli bir keşif de, gökkürenin dönme ekseninin hareketine ilişkindi. Gerçekte, Yer’in kendi ekseni çevresinde dönerken, Ay’ın ve Güneş’in kütleçekimi etkisiyle topaç hareketi yapmasından kaynaklanan bu yalpalama (presesyon) hareketi, bir turunu 26 bin yılda tamamlar.

IÖ 3. yüzyılda, İskenderiye Okulu’nun Yunanlı astronomları ve Sisamlı Aristark- hos (İÖ y. 310-230), Yer-Güneş uzaklığının Yer-Ay uzaklığına oranını 20 olarak hesapladı. Günümüzde bu oranın 400 olduğu bilinmektedir.

Yer’in çapını oldukça başarılı bir biçimde ilk kez hesaplayan, gene İskenderiye Oku- lu’ndan Kyreneli Eratosthenes (İÖ 276-y. 194) oldu. Eratosthenes’in bulduğu değer bugün bilinene göre yüzde 20 hatalıydı. Ama bu hatanın, o dönemde uzaklık ölçümünde kullanılan birimden kaynaklandığı sanılmaktadır.
Eski Yunanda son büyük astronom Ptolemaios’tu (İS 2. yy). Ptolemaios’un 13 kitaptan oluşan Almagest adlı yapıtı başta Hipparkhos olmak üzere, kendinden önceki astronomların yaptıkları çalışmaları da içerir. Ptolemaios’un en önemli çalışması, 17. yüzyıla değin geçerliliğini koruyan yermerkezli evren modelidir. Buna göre evrenin merkezi Yer’di. Gezegenler ve Güneş, Yer’in çevresinde dolanıyordu. Bu sistemde, gezegenlerin ve Yer’in kendi ekseni çevresindeki hareketleri oldukça iyi bir biçimde verilmişti. Ama gerçekte gezegenlerin Güneş çevresinde dönmesi ve Güneş’e Yer’den daha yakın gezegenlerin bulunuşu bazı aksamalara yol açıyordu. Ptolemaios, bunları “geri hareket” biçiminde açıklamıştı. Yermerkezli evren sistemi, Yer’i evrenin en önemli gökcismi olarak kabul ettiği için, ortaçağ Avrupa’sının dini baskısı nedeniyle, üzerinde tartışma yapılmasına dahi izin verilmeksizin, yüzyıllar boyu doğru olarak kabul edildi. Bunun yerine, yalnızca astrolojiye izin verildiğinden, gökcisimlerinin görünen hareketleri konusundaki çalışmalar ancak bu çerçeveyle sınırlı kaldı. Rönesan- sın etkisiyle astronomi yeniden canlanmaya başladı. Kopernik (1473-1543) Güneş sistemi için, günmerkezli bir sistem geliştirdi. Evrenin küresel bir yapıda olduğunu ve gökcisimlerinin Güneş’in çevresindeki dairesel yörüngeler üzerinde düzgün bir biçimde hareket ettiğini ileri sürdü. Yer’in o zamana değin bilinen altı gezegenden biri olduğunu savundu ve Güneş sistemindeki gezegenlerin sırasını, Merkür’den Satürn’e kadar doğru bir biçimde verdi. Kopernik’in yaklaşık bir yüzyıl kadar kabul edilmeyen bu görüşleri, evrenin yapısının anlaşılması yolunda çok önemli bir adım oluşturdu.

Galilei’nin teleskopu keşfetmesi, Kopernik’in ortaya attığı sistemin, gözlemsel olarak desteklenmesini sağladı. Üzerine kuvvet etkimeyen cisimlerin doğrusal yörüngede sabit hızla hareket ettiği ve özellikle, kütleçekiminin etkisiyle tüm cisimlerin aynı hızda düştüğü yolundaki düşünceleri, Einstein’ın genel görelilik kuramının başlıca öğelerinden biri olan eşdeğerlik ilkesinin temelini oluşturacaktı.

Kopernik’in sistemini destekleyen bir başka astronom da, Galilei’nin çağdaşı olan Kepler’dir. Alman astronom Kepler (1571- 1630), DanimarkalI astronom Tycho Brahe’nin yaptığı gözlemleri değerlendirerek, gezegenlerin, odaklarından birinde Güneş’ in bulunduğu eliptik yörüngelerde hareket ettiklerini ileri sürdü ve konuya ilişkin üç yasa geliştirdi. 17. yüzyılda gezegenlerin herhangi bir andaki konumları oldukça duyarlı biçimde belirlenebiliyordu. Ama bu hareketlerin nedeni henüz açıklanamamıştı. Bu konuda en önemli adımı, İngiliz bilim adamı Newton (1643-1727) attı. Kütleçekimi ile dinamiğin üç temel yasası olan eylemsizlik, kuvvet ve etki-tepki ilkelerini geliştirerek gök mekaniğinin temellerini atan Newton, böylece, Güneş sisteminde yörüngelerin eliptik olma nedeninin anlaşılmasını sağladı.
1705’te Ingiliz astronom Edmond Halley (1656-1742), daha sonra kendi adıyla anılacak olan kuyrukluyıldızın 76 yıl sonra tekrar geleceğini, Newton yasalarına dayanarak hesapladı. Halley’in hesaplarına uygun olarak, 25 Aralık 1758’de Halley kuyrukluyıldızı tekrar göründüğünde, Halley ve Newton çoktan ölmüşlerdi.

Modern evren modelleri


Evrenin yapısını ve oluşumunu modern anlamda araştıran ilk kozmolog Einstein’dır. 1916’da genel görelilik kuramına ilişkin makalesini yayımladıktan sonra, bunu uzayda madde dağılımı sorununa uyguladı. Daha sonra görelilikli genel kütleçekimi kuramının alan denklemlerini çözerek, evrenin statik durumunu koruması için, kütleçekimi kuvvetinin o zamana değin bilinmeyen bir itme kuvvetiyle dengelenmesi gerektiğini ileri sürdü. 1922’de Sovyet matematikçi A. Friedman, aynı denklemlerin dinamik çözümlerini de gösterdi. Onun çözümlerinde, Einstein’in, evrensel sabit olarak adlandırdığı, fiziksel niteliği bilinmeyen itme kuvvetlerine gerek kalmıyordu. 1927’de Georges Lemaire, Friedman’ın çözümlerini kullanarak evrende tüm gökcisimlerinin birbirinden uzaklaştığını savunan genişleyen evren modelini geliştirdi. Bu modele göre genişleme hızı, kütleçekimi kuvvetinin etkisiyle azalmaktaydı ve evrenin geçmişte, oluşumun başladığı belirli bir başlangıç anı vardı.

1929’da ABD’li astronom Edwin Hubble, Wilson Dağı Gözlemevi’nde yaptığı gözlemler sırasında, gökada tayflarında belirlediği kırmızıya kayma olayını, gökadaların birbirlerinden uzaklaşmakta olduklarının bir işareti olarak yorumladı ve böylece, genel görelilik kuramının ilk kanıtını sağladı. Hubble, Doppler bağıntısından yararlanarak hesapladığı gökadaların dikine uzaklaşma hızlarının, gökadaların birbirlerinden uzaklıklarıyla doğru orantılı olarak arttığını belirledi.

Daha uzaktaki gökadaların daha hızlı uzaklaşması, balon modeliyle açıklanabilir. Bir balonun üzerine eşit aralıklarla işaretlenen noktalar, balona hava üflendikçe birbirterinden uzaklaşır. Balon, noktaların arası iki birim olacak biçimde şişirildiğinde, aralarında bir birim uzaklık bulunan noktalar bir, iki birim bulunanlar ise iki birim uzaklaşacaktır. Böylece eşit zaman diliminde alınan yol iki kat fazla ve buna bağlı olarak hız da iki kat büyük olacaktır. Bu, Hubble’m gökadaların tayflarında gözlediği kırmızıya kayma olayından çıkardığı sonuca benzer. Ayrıca, balon üzerinde hangi nokta başvuru noktası olarak alınırsa alınsın, olayın görünümü değişmez. Aynı biçimde, evrenin eşdağılımlı bir yapısı olduğu varsayılır. Evrende uzaya hangi noktadan bakılırsa bakılsın, evrenin tüm yapısının aynı biçimde görüleceği varsayımına kozmoloji ilkesi denir. Bu ilkeye göre uzayda evreni temsil eden herhangi iki nokta birbirine eşdeğerdir. Bu ilke, genişleyen evren modellerinin hemen tümünde kabul edilmektedir.

1948’de ABD’li fizikçi George Gamow, Hubble’m gözlemlerini de göz önüne alarak, bugün kabul edilen modele benzer bir sistem geliştirdi. Ona göre, evren başlangıçta çok yoğun, olağanüstü sıcak ve tekil durumdaydı; daha sonra patlayarak genişlemeye başlamış ve gittikçe soğuyarak bugünkü durumuna gelmişti {bak. büyük patlama modeli). Gamow, büyük patlamayı kanıtlayacak izlerin uzayda gözlenmesi gerektiğini iteri sürdü. Yaptığı kuramsal hesaplara göre bugünkü evrenin, büyük patlamanın ilk anlarından kalma, yaklaşık 25 K sıcaklığındaki bir kara cismin ışımasına karşılık gelen bir ışınım içermesi gerekmekteydi. Gamow’dan sonra bu hesaplar daha ayrıntılı olarak Alpher ve Herman tarafından yinelendi ve eğer böyle kalıntı bir ışınım varsa bunun yaklaşık 5 K sıcaklığındaki kara cismin ışınımına eşdeğer olması gerektiği iteri sürüldü. Ama bu modeli destekleyecek gözlemsel kanıtlar çok daha sonra elde edilecekti. Aynı yıllarda, İngiliz astrofizikçiler Hermann Bondi, Thomas Gold ve onlardan ayrı olarak Fred Hoyle, büyük patlama modeline karşılık, durağan hal varsayımmı geliştirdiler. Bondi ve Gold’ un soruna yaklaşım biçimi, yöntem olarak Hoyle’dan tümüyle farklıydı. Bondi ve Gold’un modelinde, kozmoloji ilkesinin yerini, zamana bağlı olarak değişmezlik özelliğini içeren “kusursuz kozmoloji ilkesi” aldı. Buna göre evrenin herhangi iki noktasından ne zaman bakılırsa bakılsın, evrenin görünümü aynı olacaktır. Başka bir deyişte bu, herhangi iki noktanın uzay-zaman geometrisi içinde birbirlerine eşdeğer oldukları haldir.

Bu model, evrenin bir başlangıcı olmasına, yani büyük patlamaya karşı olmakla birlikte, gökadaların tayflarındaki kırmızıya kayma olayını, gene evrenin genişlemesinin kanıtı olarak yorumlar. Ama bu kurama göre, gökadaların birbirlerinden uzaklaşması sonucunda boşalan uzay, evrene sürekli olarak katılan yeni maddeyle dolduğundan, evrenin ortalama yoğunluğu sabit kalır. Sürekli madde yaratılması düşüncesi, fiziğin temel yasalarından biri olan madde ve enerjinin korunumu ilkesine karşıdır. Buna karşılık, evrene uygulanabilecek temel fizik yasalarının, yeryüzündekinden farklı olabileceği düşüncesiyle, evrenin durağan hal varsayımı, daha duyarlı gözlemler yapıldıkça, elde edilen yeni bilgilere uydurulmaya ve düzeltilmeye çalışıldı.

Evrenin oluşumu ve yapısı


Genişleyen evren modelinde yer alan aşın yoğun ve tekil başlangıç maddesinin nasıl oluştuğu ve hangi fiziksel süreç sonucunda patladığı henüz tam olarak açıklanamamıştır. Bununla birlikte, günümüzde evrenin oluşumunu ve evrimini temsil eden en geçerli modelin, genel görelilik kuramı ite büyük patlama modeline dayalı olan, genişleyen evren modeli olduğuna inanılmaktadır. Bu modelin dayandığı başlıca dört varsayım, kozmoloji ilkesinin geçerliliği, evrenin toplam kütlesinin sabut olması, Hubble yasasının evrenin genişlediğini kanıtlayacak biçimde yorumlanması ve genel görelilik kuramının evrensel geçerliliğidir.

Evrenin bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıcın büyük patlamayla başladığını kabul eden modern genişleyen evren modellerinin hemen hepsi, evrenin yaşam öyküsü üzerinde uyuşmaktadır. Ama ayrıntıda bazı ayrılıklar görülmektedir. Bu modellere, Standart Büyük Patlama Modelleri denir. Buna göre, başlangıçta evren, sıcaklığı 1016 K gibi olağanüstü yüksek proton, nötron, elektron, pozitron ve nötrino gibi temel parçacıklardan oluşmuş, sonsuz yoğun bir ortamdı. Bu ortama enerji egemendi; bu durumda, madde yoğunluğu yerine, bunun eşdeğeri olan enerji yoğunluğundan söz edilir. Patlamadan 100 saniye kadar sonra sıcaklık 109 K’e düşmüş ve temel parçacıklar daha ağır çekirdekleri oluşturmak üzere birleşmeye başlamıştır. Bu olay birkaç dakika sürmüş, bu arada nötronlar, protonlar tarafından kapılarak ağır bir hidrojen ya da döteryum çekirdeği oluşmuştur. Döteryum bir kez oluştuğunda, çok hızlı bir tepkimeler zinciri gerçekleşmiş, nötronlar ite döteryum çekirdeği protonlarla bir araya gelerek helyum çekirdeklerinin oluşumuna yol açmıştır. Nötronların bozunumu dikkate alınmazsa, bir helyum çekirdeği (iki proton artı iki nötron), 10 proton ite iki nötronun (her beş proton için bir nötron) biraraya gelmesiyle ve sekiz protonu (sekiz hidrojen çekirdeği) bırakmasıyla oluşmuştur.

Böylece patlamadan birkaç saniye sonra yaklaşık yüzde 25 helyum, yüzde 75 hidrojen ve az miktarda döteryumdan oluşan bir yapı ortaya çıkmıştır. Bundan sonraki 1 milyon yıl boyunca evren, fotonlann kurtulup uzaya yayılamadığı yıldız çekirdeği gibi sıcak ve mat bir yapıda kalmıştır. Bu zaman süresinde sıcaklık yavaş yavaş 3.00Ö K’e düşmüş, yoğunluk da 1.000 atom/cm3 olmuştur. Bu noktadan sonra ışınım uzaya kaçmaya başlamıştır. Artık enerjinin maddeye egemenliği sona ermekteydi. Uzaya yayılan madde, kütleçekimi kuvvetinin etkisiyle kümeler biçiminde toplanmaya başlamıştır. Böylece ışınım çağı sona ermiş ve yıldız çağı olarak adlandırılan yeni bir süreç başlamış, gökadaların ve yıldızların oluşumu gelişmiştir. Ateştopu, süper dev yıldız patlaması gibi yerel bir olay olarak düşünülmez. Patlama olmuştur ve hâlâ tüm evren içinde yaşanmaktadır. Bu modellerin kanıtlanmasına yönelik araştırmalar, evrenin en uzak geçmişine karşılık gelen en uzak bölgelerinin incelenmesiyle sürdürülmektedir. Bu amaçla gözlemlerin yoğunlaştınldığı en uzak gökcisimlerinden biri de kuvazarlardır. Ku-azarların tayflarında, önemli oranda kırmızıya kayma olayı gözlenmektedir. Eğer kırmızıya kayma kozmolojik bir olaysa, hız-uzaklık bağıntısına göre, kuvazarların, ışık hızına çok yaklaşan büyük dikine uzaklaşma hızları, onların evrenin en uç noktalarında oluştuğunu gösterir. Oysa, durağan hal varsayımıyla tutarlı olabilmesi için, kuvazarların uzaydaki dağılımlarının düzgün olması gerekirdi. Kuvazarların oluşumunun, evrenin geçmişinde gerçekleşen bir olay olduğunu gösteren gözlemler, durağan hal modelinin dayandığı kusursuz kozmoloji ilkesine karşıdır.

Büyük patlamayı destekleyen bir başka kamt, evrendeki helyum bolluğudur. Yıldız-öncesi çağlarda helyum atomu oluşmamış olsaydı, yıldızlarda ve bulutsularda helyumun hidrojene oranının yüzde 5’i geçmeyeceği hesaplanmıştır. Oysa gözlemler, bu gibi gökcisimlerinde He/H oranının yüzde 25-30 olduğunu göstermektedir. Bu nedenle helyum, yıldızların ve gökadaların oluşumundan çok önce, ışınım çağında oluşmuş olmalıdır. Bu da büyük patlama modeli için, yeri ve zamanı belli bir olaydır.

Genel görelilik kuramının alan denklemlerinin çözümleri ite gözlemsel veriler, evrenin nasıl genişlediğini ve buna bağlı olarak, boyutunun ve yoğunluğunun nasıl değiştiğini tanımlamaktadır. Büyük patlama sonrasında gökadalara etkiyen kuvvet yalnızca kütleçekimi kuvveti olduğuna göre, evrenin genişleme hızı da Yer yüzeyinden düşey doğrultuda yukarı doğru atılan bir merminin çekim kuvvetinin etkisiyle giderek yavaşlamasına benzer bir biçimde yavaşlayacaktır. Merminin ilk hızı saniyede 11 km’den büyükse, yerçekiminden kurtulur, aksi takdirde tekrar yeryüzüne döner. Benzer biçimde, büyük patlama sonucu, gökadalar yeterince büyük bir hızla birbirlerinden uzaklaşıyorsa, bu durum sonsuza değin böyle sürecek demektir. Eğer kazandıkları hız gerekli kritik kurtulma hızından daha küçükse, yavaşlayacaklar ve taşın yeryüzüne tekrar dönmesi gibi, evrende, gökadaların birbirleri üzerine düşmesi biçiminde bir çökme olacaktır. Eğer evren boş olsaydı, kütleçekimi kuvveti de söz konusu olamayacağından, genişlemede bir yavaşlama düşünülemeyecekti .

Evrende var olan maddenin çekim etkileşimi, genişlemeyi yavaşlatacaktır. Bu etkileşim, evrende maddenin eşdağılımlı olduğu varsayılarak hesaplanan madde yoğunluğuna bağlıdır. Yeterince yüksek madde yoğunluğu varsa, bunun çekim etkileşimi, genişlemeyi bir zaman sonra durduracak ve evrende çökme başlayacaktır. Bu durum, evrenin başlangıcında bir tekilliğin olduğu görüşünü de açıklar. Çünkü bu, bir genişleme, bir çökme biçiminde salınım yapan bir evren modelidir. Böyle bir model için yapılan hesaplar, son büyük patlamadan sonra geçen zaman için 13,3xl09 yıldan daha küçük bir değer verir. Ortalama yoğunluk çok küçükse, evren sonsuza kadar genişleyecektir. Bu yoğunluk göz önüne alındığında, hesaplanan yaş 13,3xl09 yıldan daha büyük olacaktır. Bu iki çözüm arasında kritik yoğunluk olarak adlandırılan 5xl0-30 gr/cm3 belirli bir değer için evrenin yaşı 13,3xl09 yıl olarak bulunur.

Genel görelilik kuramının öngördüğü sonuçlardan biri de, fotonlann, maddenin var olduğu ortamda, uzay-zaman eğrileri (jeodezikler) üzerinde hareket ettiğidir. Uzay- zaman eğriliği doğrudan maddeye bağlı olduğundan, kritik yoğunluk evrenin açık ya da kapalı olduğunu gösterir. Böylece, evrenin kritik kütte yoğunluğundan küçük yoğunluk için açık, büyük yoğunluk için kapalı, belki de salınım yapan bir evren olduğu sonucu çıkar.

Uzayda madde yoğunluğunu belirlemek için yapılan gözlemsel çalışmalar kesin sonuç vermemekte birlikte, kaba bir bilgi vermek açısından dikkate değerdir. Belli uzaklıktaki gökadalann ve gökada kümelerinin sayısından ortalama yoğunluk hesaplanabilir. Burada en önemli güçlük, gökada kümelerinin kütlelerindeki belirsizliklerdir. Bunun dışında gökadalararası madde hakkında da bilgi sahibi olmak gerekir. Bununla birlikte, yapılan hesaplar, ortalama yoğunluğun 10 30 gr/cm3’den daha düşük ve 10 31 gr/cm3’e yakın olduğunu göstermektedir.

Bu, kritik yoğunluk değerinden küçüktür ve evrenin açık olduğuna işaret eder. Ama hesaplardaki belirsizlik, bu sonucun kesin olarak kabul edilmesini çok güçleştirmektedir.

Genişleyen evren kuramına göre, madde yoğunluğunun zamanla azalması gerekir. Uzak gökadalar geçmişi temsil edeceklerinden birbirlerine daha yakın olmalıdır. Ama çok zayıf ve uzak gökadalar için uzaklık ölçümü yeterli duyarlıkta yapılamadığından, yoğunluğun zamanla değişimine ilişkin kesin bir şey söylemek zordur. Bununla birlikte, gözlenen radyo kaynaklarının sayısı ve bunlardaki kırmızıya kayma olayı, genişleyen evren kuramının bir kanıtı olabilir. Kırmızıya kayma miktarı ile radyo kaynağı sayımlan birleştirildiğinde, bunla- nn yoğunluğunun uzaklıkla arttığı gözlenmektedir. Bu durum, durağan hal varsayımının dayandığı kusursuz kozmoloji ilkesini bozmakta, buna karşılık, büyük patlamaya dayanan evrimci modeli desteklemektedir.

Modellerin kanıtlanmasına yönelik en önemli araştırma konulanndan biri de fon ışımasına ilişkindir. 1948’de Gamow, genişleyen ve soğuyan evrenin, başlangıçta olağanüstü yoğun ve sıcak olması gerektiğini varsayarak, o zaman geçerli koşullar altında evrenin yaydığı ışınımın bugün dahi gözlenebilmesi gerektiğini ileri sürmüştü. Buna göre, evren ateştopu durumundayken mat olduğundan, ancak sıcaklığı 3000 K dolayına düştüğünde, ışınım kendisine bir çıkış yolu bulabilmiş ve bu sıcaklıktaki bir kara cismin ışıması biçiminde gerçekleşmiştir.

Gamow’un bu öngörüsü, o dönemdeki koşulların böyle zayıf bir ışımayı gözlemeye olanak vermemesi nedeniyle unutulmuş ve bir kenara bırakılmıştır. 1965’te Princeton Üniversitesi fizikçilerinden R. H. Dicke ve grubu, böyle bir ışınımı gözleyebilmek için bir mikrodalga teleskopu kurulabileceğini ileri sürdüler. Bunun üzerine başlayan çalışmalar sürdürülürken, bundan bağımsız olarak başka bir amaçla A. Penzias ve R. Wilson, Samanyolu Gökadası’nın belli yönlerinden gelen radyo dalgalarını belirlemeye çalışıyorlardı. Ama bu çalışmada, amaç dışı bir gürültü algılanmaktaydı. İki bilim adamı, tüm önlemlere karşın kurtulamadıkları bu gürültünün sonunda, uzaydan alınan bir radyo yayını olduğuna karar verdiler. Çalışmalarından haberdar oldukları Dicke ile temasa geçtiklerinde, bunun büyük patlamadan kalan ışınım olduğu ortaya çıktı. Daha sonra yerden, balonlarla ve yakın zamanda atmosfer dışında yapılan gözlemler sonucunda, mikrodalga fon ışımasının 2,7 K sıcaklığındaki kara cismin ışımasına karşılık geldiği belirlendi. Bu ise, evrenin başlangıcında bir büyük patlama olayının gerçekleştiğini gösteren en önemli kanıttı.
Bütün bu gözlemsel kanıtlar, büyük patlamayla başlayan, genişleyen evren kuramını destekler niteliktedir.

Evrenin başlangıçta nasıl tekil bir hal gösterdiği, patlamayı neyin tetiklediği gibi birçok olayın hâlâ bilinmemesine karşın, kozmologlar büyük patlamadan sonra evrenin yaşamöyküsünü anlatan senaryonun, gerçeği oldukça iyi bir biçimde temsil ettiği konusunda uyuşmaktadır. Son 10 yıl içinde, kuramsal modeller ile gözlemler arasında, yalnızca ayrıntıda bazı uyuşmazlıklar ortaya çıkmıştır. Artık kozmologlar, temel evren modelinin durağan hal varsayımına mı yoksa başlangıcında büyük patlamanın yer aldığı genişleyen evren modeline mi daha yakın olduğunu tartışmamakta, ikinci modelin ayrıntılarıyla ilgilenmektedirler. Nasıl ki, gök mekaniğinde, günberi kayması ve bunun gibi ayrıntılarla uğraşılıyorsa, büyük patlama kuramında da, gökadaların oluşumunda ne gibi tedirginliklerin etkili olduğu konusu tartışılmaktadır.
kaynak: Ana britannica
BAKINIZ Evren Nedir?

Son düzenleyen Safi; 3 Mayıs 2018 01:30
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
15 Ağustos 2008       Mesaj #2
Avatarı yok
Yasaklı

KOSMOS VE İÇERİĞİ


Evren (Kozmos), tüm varlıkları ve olayları içeren bir sistemdir. Kelimenin kökü dikkate alındığında bu “dirlik ve düzen içinde bir evren” anlamına gelen Yunanca bir sözcüktür. Kozmoloji (evren bilim) açısından ise bu terim bizim gözlemlediğimiz evren olarak düşünülür. Bu nedenle bizden önceki ve sonraki evrenlerin varlığı da söz konusudur.
Sponsorlu Bağlantılar
Günümüzde ulaşılabilen en son teknik verilere göre, evrenin fizik yapısı şöyle sıralanabilir:
  1. Galaksiler
  2. Elektromanyetik radyasyon
  3. Nötralveiyonize hidrojen
  4. Toz parçacıkları
  5. Galaksilerden gelen ışıklar
  6. Süpernova ve Galaktik patlamalardan oluşan kozmik ışınlar
  7. Kütlesi olmayan nötronlar
  8. Gravitik dalgalar.
Sadece bizim galaksimizde 400 milyar yıldız (güneş) bulunduğu tahmin edilmektedir. Bizim galaksimiz gibi içinde yıldızları ve gezegenleri barındıran ise milyarlarca galaksi var. Evreni dolduran bütün cisimler üç esas gücün etkisiyle bir arada bulunuyor:
  1. Nükleer Güç: Atomik çekirdeğin nötron ve protonlarını bağlar.
  2. Elektromanyetik Güç: atomları oluşturmak üzere elektronları çekirdeğe bağlar.
  3. Gravitik Güç: Uzaydaki cisimleri belirli yörüngelerde tutar.
Galaksi; gazlar, yıldızlar, tozlar ve gezegenler içeren en büyük madde topluluğudur. Galaksiler ilk başta yoğun birer gaz bulutu olarak ortaya çıkmışlar ve daha sonra bu gazdan, yoğunlaşma yoluyla yıldızlar meydana gelmiştir. Galaksi, bu oluşum sırasında döner ve milyonlarca yıl sonra sarmal bir biçim alır. Bu sarmalda kabaca küre şeklinde bir çekirdek ve çevresinde yassımsı bir disk vardır; yörüngesinde de yoğun yıldız kümeleri döner durur. Çekirdek bölümünde pek az gaz ve toz vardır, büyük bir bölümü daha yaşlı yıldızlardan oluşur. Sarmal kollarda büyük miktarda gaz ve toz ile yeni oluşmuş yıldızlar bulunur.

Aradan milyonlarca yıl daha geçtikten sonra sarmal kollar içeren elips şeklinde galaksiler meydana gelir. Bir galaksinin en sonunda alacağı biçim küre biçimidir; daha sonra muhtemelen Kara Delik haline gelecektir.

Bizim Galaksimiz “Samanyolu Galaksisi”
Bir galaksimiz olduğu düşüncesi 1920’lere kadar akla gelmemişti. Bugün ise galaksimizin yüz milyarlarca benzeri olduğunu biliyoruz. Evrendeki sayısız galaksiden biri olan Samanyolu Galaksisi, en az 400 milyar yıldız topluluğundan oluşur. Bir uçtan diğer uca şimdilik 100,000 ışık yılı boyunca uzandığı tahmin edilmektedir, muhtemelen bu çok daha da fazladır ve 1000 ışık yılından daha fazla genişliktedir. Ayrıca yıldızlar arasında çok büyük miktarlarda gaz ve toz bulutları ve belki de bilinmeyen milyarlarca gezegen ile onların uyduları bulunmaktadır. Bizimkine en yakın olan dış galaksi ise Andromeda Galaksisidir.
Güneşimiz, Samanyolu’nun merkezden 30,000 ışık yılı uzaklığındaki kenarında, galaksinin sarmal bir kolunda yer almaktadır.
Kaynak:sirius

Son düzenleyen Safi; 4 Mayıs 2018 00:20
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
15 Ekim 2008       Mesaj #3
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Evren
Bütün gökcisimleri, yıldızlar, gök­adalar, bulutsular, gezegenler, uydular, yıl-dızlararası madde, üzerinde yaşadığımız Dün­ya, insanlar, kısacası var olan her şey evreni oluşturur. Bildiğimiz ve henüz bilmediğimiz bütün madde, enerji ve ışıma biçimleri uçsuz bucaksız evrenin içindedir. Evrenin büyüklü­ğü ve yapısı nedir, evren nasıl ve ne zaman oluşmuştur, ne zamana kadar var olacaktır, bir gün sonu gelecekse nasıl gelecektir gibi sorular yüzyıllardır astronomların aklını kur­calamıştır. Evrenin fiziksel varlığına ilişkin bu soruların yanı sıra düşünürler de evrenin neden var olduğunu ve insanın evrendeki yerini sorgularlar. Hemen hemen bütün uy­garlıklarda evrenin yaratılışına ilişkin çeşitli efsane ve mitler vardır.

Eskiden evren kavramı, Arapça'dan dilimi­ze geçmiş olan ve "yaratılmış şeylerin tümü, bütün varlıklar" anlamına gelen kâinat sözcü­ğüyle karşılanırdı. "Yaratılmış her şeyi içeren düzenli bütün" anlamında Eski Yunanca kö­kenli bir sözcük olan kozmos terimi de birçok batı dilinde ve Türkçe'de gene evrenle eşan­lamlı olarak kullanılır. Evrene ilişkin anla­mındaki kozmik, SSCB'de astronot anlamın­da kullanılan kozmonot ve fiziksel evreni bir bütün olarak inceleyen bilim dalının (evrenbi­lim) adı olan kozmoloji terimleri hep bu kökenden türetilmiştir. Araştırmalarının te­meli fizik ve astronomi olgularına dayanan kozmoloji ya da evrenbilim bu bilimlerle çok yakın bir ilişki içindedir . Kozmologlar, evrende gözledikleri ol­guları açıklayabilecek "evren modelleri" ku­rarlar. Ama Eski Yunan'dan başlayarak orta­ya atılan bütün evren modelleri sonradan gözlenen yeni olgularla çeliştiği için yüzyıllar boyunca birçok kez değişikliğe uğramış ve benimsenen yeni görüşlerin çoğu ancak 20. yüzyılda biçimlenmiştir.

Evren Konusundaki Görüşlerin Değişmesi


Eskiçağlarda, birkaçı dışında bütün astronom ve düşünürler Dünya'nın evrenin merkezi olduğuna, Güneş, Ay ve yıldızların Dünya' nin çevresinde döndüğüne inanırlardı. Bu evren görüşüne göre, yıldızlar kristal bir kürenin içine çakılmış gibi durağandı. Buna karşılık Güneş, Ay ve beş "gezgin yıldız" (o zamanlar bilinen beş gezegen) bu durağan yıldızların önünde hareket halindeydi. Bütün gökcisimleri, sanki bir makineyle çalıştırılı-yormuşçasına, değişmez bir düzen içinde Dün­ya'nın çevresinde dolanırdı. Eski astronom­lar gezegenlerin bu hareketini, Güneş'in ve yıldızların günlük dolanımını açıklayabilmek için karmaşık evren modelleri geliştirdiler.
Bu eski astronomlar içinde etkisi en uzun süreli olan İskenderiyeli Batlamyus'tur (Klau-dios Ptolemaios). İS 2. yüzyılda yaşayan bu ünlü bilgin, bugün Almagest adıyla bilinen büyük yapıtında gökcisimlerinin karmaşık ha­reketini açıklayan evren kuramını ortaya attı ve Dünya'yı evrenin merkezi olarak kabul eden bu kuram 1.400 yıl boyunca hiç tartışma­sız benimsendi.

Uzayın uçsuz bucaksız ve karanlık boşluğunda, Güneş'e benzer yıldız­lardan oluşmuş bir gökadanın ortasında yüzen günmerkezli Güneş Sistemi düşüncesinin yer­leşmeye başlaması ancak 16., 17. ve 18. yüzyıllara rastlar. Mikolaj Kopernik, Galileo Galilei ve Johannes Kepler gibi büyük bilgin­ler, Dünya'nın ve öbür gezegenlerin Güneş'in çevresindeki yörüngelerde dolandığını kanıt­ladılar. Sir Isaac Nevvton, bu gezegenleri yörüngede tutan evrensel çekim (kütleçekim) kuvvetinin varlığını açıkladı. 18. yüzyılın son­larında Sir William Herschel ve onu izleyenler de bütün Güneş Sistemi'ni içeren Samanyolu Gökadası'nı incelediler; bulutsu denen soluk ışıklı gaz ve toz bulutlarını araştırarak bunlar­dan çoğunun gerçekte Samanyolu'nun ötesin­deki başka gökadalar olduğunu saptadılar.

1912'de, Sefeitler adıyla bilinen değişen yıldızların mutlak parlaklıklarının devirleriyle bağlantılı olarak değiştiğinin bulunması, bu yıldızların ve çevrelerindeki öbür gökcisimle­rinin uzaklıklarını belirleme olanağı verdi. 1914'te Samanyolu Gökadası'nın haritasını çıkarmaya koyulan ABD'li astronom Harlow Shapley, Güneş Sistemi'nin bu gökadanın merkezinden yaklaşık 30.000 ışık yılı uzakta olduğu sonucuna vardı. Günümüzde Saman­yolu Gökadası'nın 100.000 ışık yılı çapında, ortası şişkince yassı bir disk biçiminde olduğu biliniyor. Diskin ortası, daha yaşlı yıldızlar­dan oluşan ve hem altta, hem üstte kabarıklık yapan bir haleyle çevrilidir; diskin kenarların­da da toz ve gaz bulutlan ile genç yıldızların oluşturduğu sarmal kollar uzanır

Çağdaş Evren Modelleri

Gökadalar uzayda belirli bir düzene göre dağılmış değildir. Tıpkı Samanyolu Gökadası gibi öbür gökadaların çoğu da kümeler halin­de bulunur ve bu kümeler uzayda birbirine göre yer değiştirir. 1929'da ABD'li astronom Edwin Hubble (1889-1953), uzayın derinlikle­rindeki gökadaların Güneş Sistemi'nden ve birbirlerinden giderek uzaklaştıklarını sapta­dı. Hubble'ın bulgularına göre, uzaklaşma hızları bulundukları uzaklıkla doğru orantılıy­dı; başka bir deyişle, bir gökada bizden ne kadar uzaktaysa kaçış hızı da o kadar faz­laydı.

Gökadalann gerilemesi denen bu olay ancak evrenin her yöne doğru genişlediğini kabul etmekle açıklanabilir. Evrenin genişlediği sa­vını, o tarihten yedi yıl önce Rus matematikçi Aleksandr Friedmann, Albert Einstein'ın ge­nel görelilik kuramına dayanarak ortaya at­mıştı . Hubble'ın bul­guları genişleyen evren kuramını destekleyen ilk veriler oldu.

Gene 20. yüzyılda, evrenin oluşumunu ve ne gibi değişiklikler geçirdiğini açıklamak üzere iki kuram geliştirildi. Bunlardan "dura­ğan hal" kuramına göre, evren geçmişte ve gelecekte, her an ve her noktasında hep aynı görünümdedir. Evren genişledikçe, aradaki boşlukları doldurmak üzere sürekli yeni mad­deler oluşur. "Büyük patlama" adıyla bilinen öbür kurama göre ise, evren başlangıçta son derece yoğun, olağanüstü sıcak ve iyice sıkış­mış tek bir kütle halindeydi. Bu kütle bir anda patlayarak çevreye saçıldı ve savrulan parça­lar soğudukça kütleçekim etkisiyle bir araya gelerek ilk yıldızları ve gökadaları oluşturdu. Büyük patlama kuramına göre evrenin yaşı 10 milyar ile 20 milyar yıl arasındadır. (Dün­ya'nın yaşı yaklaşık 4,6 milyar yıldır.) Büyük patlama kuramı bugün kozmoloji bilginlerin­ce doğru olarak kabul edilir; çünkü evrenin geçmişte bugünkünden çok daha sıcak ve yoğun olduğu bilinen bir gerçektir.

Evrenin derinliklerinden gelen ışığın Dünya'ya ulaşması çok uzun zaman aldığı için, evrendeki hiçbir şeyi o andaki durumu ve konumuyla göremeyiz; gördüğümüz her şey geçmişten kalma görüntülerdir. Örneğin Dünya'ya 5 ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızı teles­kopla izlediğimiz anda, o yıldızın beş yıl önceki görüntüsü bize daha yeni ulaşıyordur. Samanyolu'nun çok ötesindeki en uzak gök­adaları ise ancak büyük patlamanın olduğu ve evrenin biçimlenmeye başladığı andaki du­rumlarıyla görebiliriz. Astronomlar, uzakla­şan gökadaların kaçış hızını ve bulundukları yeri hesaplayarak evrenin yaşını tahmin ede­biliyorlar. Ama evrenin başlangıcından önce herhangi bir madde olup olmadığını bilemi­yoruz.

Madde ve Enerji

Evren ne kadar karmaşık gözükse de aslında yalnızca iki temel öğeden oluşur: Madde ve enerji . Moleküllerden, atomlardan ya da başka parçacıklardan olu­şan her şey maddedir; vücudumuz, üzerinde yaşadığımız gezegen, uzayda gördüğümüz bü­tün öbür gezegenler, yıldızlar, gökadalar ve bulutsular hepsi birer maddedir. Enerji ise maddede saklı olan ve maddenin hareket, iş ya da eylem yapmasını sağlayan güçtür. Örne­ğin bir maddenin yer değiştirmesi ya da başka bir madde parçasını kendine doğru çekmesi için enerji gerekir. Kütleçekim kuvveti bile bir enerji biçimi olarak düşünülebilir. Albert Einstein madde ile enerjinin birbirine dönü­şebileceğini ve çok küçük bir madde parçasın­dan olağanüstü bir enerji açığa çıkabileceğini buldu. Nükleer tepkimelerin temeli bu dönü­şümdür. Madde de bir enerji biçimi olarak kabul edilebilir. Enerji­nin korunumu ilkesi gereğince, kapalı bir sistemdeki, örneğin evrendeki toplam enerji miktarı hiçbir zaman değişmez.

Evrendeki enerjinin büyük bölümü elek-tromagnetik ışınım biçimindedir. Yıldızların en iç bölümlerindeki termonükle­er kaynaşma tepkimeleri sonucunda, bu gök­cisimlerinin parlaklığının kaynağı olan ısı ve ışık açığa çıkar. Yıldızlar ayrıca kızılötesi (enfraruj) ve morötesi (ültraviyole) ışınlar ile radyo dalgaları da yayar. Özellikle radyo dalgalan astronomlar açısından son derece önemlidir; çünkü bu dalgalar öbür elektro-magnetik ışınımların çoğunu soğurarak Dünya'ya ulaşmasını önleyen yıldızlararası toz bu­lutlarının içinden de hiç engellenmeden geçe­bilir. Bu nedenle, yoğun toz bulutlarıyla kaplı olduğu için optik teleskoplarla gözlemlene-meyen uzay bölgelerine, örneğin Samanyolu' nun orta bölümlerine ilişkin bilgileri radyo dalgalarına ve radyo astronomiye borçluyuz. Uzayda yıldızlardan başka radyo dalga kay­nakları da vardır. Örneğin bazı bulutsuları oluşturan iyonlaşmış gaz bulutları; yıldızlar­arası uzayın her yerinde varlığına rastlanan ve ortalama 21 cm dalga boyunda elektromagne-tik dalgalar yayan iyonlaşmamış (yüksüz) hidrojen bulutları; evrenin en uzak kıyıların­da yer alan ve büyüklüğü bir güneş sistemi-ninkine, enerjisi de bir gökadanınkine denk olan ilginç kuvazarlar da radyo dalgaları ya­yar .

Evrende varlığı saptanabilen elektromag-netik dalgalardan biri de X ışınlarıdır . Roketler ve yapma uydularla dış uzaya gönderilen araçlar kanalıyla çeşitli X ışını kaynakları saptanmıştır. Bunlar arasında Yengeç bulutsusu ve Koltuk A gibi süpernova kalıntıları ya da Kuğu X-l ve Akrep X-l gibi garip cisimler bulunur. Kuğu'dan yayılan bu elektromagnetik enerjinin bir kara delikle bağlantılı olabileceği sanılıyor. Ayrıca, gözlemlenebilen herhangi bir gökcismiyle bağlantısı olup olmadığı, nereden kaynaklandığı ve yapısının ne olduğu henüz anlaşılamayan başka X ışını kaynakları da vardır.

Astronomlar bunların dışında, sanki bir resmin fonu gibi bütün evreni kaplayan zayıf bir elektromagnetik ışımanın varlığını sapta­mışlardır. Bu fon ışımasının birkaç nedeni olduğu sanılıyor. Belki de bu ışımanın bir bölümü, evrenin başlangıcında açığa çıkan ola­ğanüstü boyutlardaki enerjinin Dünya'ya yeni ulaşan dalgaları ya da başka bir deyişle büyük patlamanın "yankısı"dır. Geri kalan bölümün de büyük ölçüde yıldızlararası ve gökadalar-arası uzaydan geçen kozmik ışınlardan kaynak­landığı düşünülüyor. Kozmik ışınlar ya da evren ışınları, çok büyük bir hızla yıldızlardan dışarı savrulan, genellikle protonlardan oluş­muş çok küçük parçacıklardır. Dünya'ya her gün pek çok sayıda kozmik ışın parçacığı çarpar; bunların varlığı atmosferde yarattıkla-n etkilerle ya da duyarlı ölçü aletleri yardımıy­la saptanabilir. Örneğin bir Geiger sayacın­dan geçen her parçacık aygıtın içindeki gazla etkileşime girerek hızlı bir elektrik akımı darbesi oluşturduğu için, aygıttan geçen koz­mik ışın parçacıklan tek tek sayılabilir. Saman­yolu'ndaki ve öbür gökadalardaki süperno-valardan fırlayarak yağmur gibi uzaya boşalan kozmik ışın parçacıkları boşlukta akarken bir magnetik alanla karşılaşırlarsa enerjileri iyice artar ve hızları ışık hızına yaklaşır. Böylece "senkrotron ışıması" denen bir enerji yayılımı başlar. Bu ışımanın dalga boyu radyo dalgala­rı ile X ışınlarının dalga boylan arasındadır.

Evrenin Sonu

Bugün bilinen fizik yasalarından çıkan sonuca göre evrendeki hareket hiçbir zaman durma­yacaktır. Ya bütün yıldızların enerji kaynak­ları tükenip hepsi birer kara deliğe dönüşün-ceye kadar evren genişlemesini sürdürecek ya da genişleyebileceği enginliğin sınırına vardı­ğında kütleçekim kuvvetinin etkisiyle daralarak, bütün madde ve enerji başlangıçtaki gibi yoğun ve sıkışık tek bir kütleye dönüşünceye kadar büzülecektir. O andan sonra belki bir büyük patlama daha olacak ve evren yeniden genişlemeye başlayacaktır. Belki de evren bugüne kadar birçok kez büyük patlama evresinden geçmiştir.

Öbür Güneş Sistemleri

Yaşadığımız Güneş Sistemi'ne benzeyen baş­ka gezegen sistemlerinin olup olmadığı sorusu bütün insanların aklını kurcalamıştır. Eskiden gezegen sistemlerinin evrende pek ender ol­duğuna inanılırdı. Oysa çağdaş kozmoloji bilginlerinin çoğu bu görüşte değildir. Barnard Yıldızı adıyla bilinen ve Dünya'ya ol­dukça yakın olan bir yıldızın hareketindeki beklenmedik sapmaların, Jüpiter'den daha büyük, dev bir gezegenin varlığıyla açıklana­bileceği düşünülüyor. Kızılötesi ışınların ince­lenmesi de bazı yıldızların çevresinde garip "taneler"in dolandığını göstermiştir. Bunlar henüz oluşma aşamasındaki küçük birer geze­gen ya da gezegen sistemi olabilir. Hatta bazı uzmanlar evrende, kendi uygarlıklarını kur­muş akıllı canlıların yaşadığı başka gezegenler de olabileceğini düşünüyorlar.
MsxLabs.org & Temel Britannica
Son düzenleyen Safi; 4 Mayıs 2018 00:22
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
10 Mart 2009       Mesaj #4
Avatarı yok
Yasaklı

Evrenin Büyüklüğü


İnsan aklını en çok zorlayan konulardan biri de sonsuzluktur. Evrenin büyüklüğü ise daha ilginç bir durum oluşturuyor. Öncelikle sonsuzluğun tanımını yapalım. Sonsuz nedir? Sonsuzluk nedir? Sonsuz matematikte tanımsızlık demektir. Tanımsız yani belirsiz. Uzayda veya alt uzaylarda (yüzey, doğru) bir yerde olduğu bilinen ama asla yeri tam olarak belirtilemeyecek olan nokta veya bölge olabilir.

Sonsuzluk ise bu tür noktaların veya bölgelerin yani sonsuzdaki nokta ve bölgelerin olusturduğu ne sınır olan ne de sınır olmayan yerlerdir. Bu tanımlar matematiksel olarak verildi. Rahatlıkla başka alanlara uyarlayabilirsiniz.Şimdi ilerleyelim. İşe araştırma sonuçları da girecek. Konuya felsefi olarak da yaklaşmamız gerekecek.

Şunu bilmeliyiz ki evrenin büyüklüğü hakkında bilgi üretirken gene onun şekillendirdiği canlılar olan bizler bilincimizin gelişiminde onun dinamiklerine bağlıyız. Bu ne demek? Örnek verelim bunun için de bizden bir alt boyutta yani iki boyutta yaşayan canlılar olduğunu düşünelim. İki boyutlu bu canlılar bir uçlarından uygun çekiştirmelerle birleştirilerek küre haline getirilmiş bir yerde yaşasınlar. Üçüncü boyutu algılayamadıklarından kürede yaşadıklarını bilemezler. Biz ise biliyoruz. Çünkü bir üst boyuttayız.

Yani bu canlıların evreni bir düzlem olarak algılamaları ve onun başladıkları noktaya, sürekli bir doğru üzerinde gitmeleri ile, varmaları yüzünden, sonlu olduğunu söylemeleri çok normal olacaktır. Buradan tekrar sonuç olan şu fikri söyleyebiliriz : Canlı bilinci içinde bulunduğu evren tarafından şekillendirilmiştir.

Pekala. Bu kadar basit mi? Yani bilincimiz gene de bazı şeylere bağlı ve özgür değil mi? Gerçek olanı kavrayamayacak mıyız? Bilinç seviyesi arttıkça gerçekliğe daha da yaklaşırız. Evet, gerçekliğin kaçabileceği yerler azalır ve ortaya çıkmaktan başka seçeneği kalmaz.

Biz insanlar gerçekliği kavramak için yeterli gelişmişlik seviyesindeyiz. Çünkü yeterince soyut düşünebiliyoruz. Soyut düşünme yeteneğimiz bize yeterince özgür olma olanağı veriyor.

Şimdi nasıl bir uzaydayız ona bakalım. Uzayımız kendi içine bükülüdür. Bu ne demektir? Uzaydaki cisimler bir çekim etkisi ile çevrelerini kendi içine bükerler. Bu bükülüm sonucu her türlü parçacığın konumu ve davranışı belirlenir. Böylece örneğin tıpkı dünya üzerinde oldugu gibi; süre ve enerji sınırlaması olmadan sürekli olarak aynı çizgi üzerinde gidilince yolculuğa başlandığı noktaya gelinmesi gibi evrenin tamamında da aynı durum geçerlidir. Sadece evrenin pürüzlü yani daha az homojen olması nedeniyle tam olarak başlangıç noktasına değil de birkaç yüz ışık yılı fark olacaktır.

Bunların anlatılmasının amacı şudur: Evrenin büyüklüğünü anlamak amacıyla yapılacak tüm fiziksel ölçümler daima evrenin sonlu olduğu sonucunu verecektir. Bunu aklımızı kullanarak denetleyelim. Bu ne kadar doğrudur? Evren sonlu mudur?

Tüm parçacıklarla birlikte evren oluşur. Bu yüzden evrenin içinde bulunduğu bir alan vardır. Şimdi şöyle bir soru sorduğunuzu ya da sormak üzere olduğunuzu düşünelim.

Evrenin Dışında Ne Var?


Burada dikkatli olunması gerek. Çünkü evren bu noktada bizi kontrol etmeye başlar. Unutulmaması gereken, bilincimizin onun dinamikleri ile işlendiğidir. Acaba bize sırlarını açıklayacak mı? Deneyelim. Bunun için saf ve gelişmiş zihinlere ihtiyaç var. Saf derken önyargılardan mümkün olduğunca uzak olmasını, gelişmiş derken de evrenin kısıtlamalarını gene onun verdikleri ile altedebilecek kadar mantıksal olarak işlem yapabilecek bir düşünce sistemini kastediliyordur.

Farkındaysanız işimiz zor. Ne yapalım? Evrenin sınırlarına gitmek o kadar da kolay değil. Evren içinde bulunduğu uzayı kendisi oluşturur. Bunun dışında ne olduğunu ise söyleyemeyiz. Evrenin dışında ne olduğunu nasıl söyleriz? Boşluk mu var diyeceğiz? Ama boşluk dediğimiz şey evrenin kendi içindeki yapıların oluşturduğu bir durumdur zaten. Öyleyse evrenin dışında ne var?

İki seçenek: ya bambaşka bir zeka var (Buna düşünce veya töz deniyor) ya da boşluk diye birşey bizim evrenimizde yok ve evrenin dışında boşluk var. Böyle dersek evrenin sınırları olduğunu kabul etmiş olmuyor muyuz? Evet öyle. Görüldüğü gibi evrenin yapısı ile oluşan bizler onun esiri olduk. Düşünce yapımızda bile. Ama nasıl özgür düşüneceğiz? Tabi ki daha mantıklı olmaya çalışarak.

Evrenimizin hiçbir yerinde boşluk olmadığını söylersek hesaplar gösteriyor ki evren derhal içine çökmeli ve asla genişlememeli. Ama tam tersi oluyor. Evren genişliyor. Oyleyse her an büyüyor. Bu da demektir ki evren çok çok eskiden çok daha küçüktü. Demek ki evrenin şu anda da bir sınırı vardır. Evren sonsuz degildir. Muazzam ölçüde büyüktür. Bu yüzden de sonsuz oldugunu söylememizi hakediyor.

Evrenin büyüklüğünün bir sınırı olduğunu bulduk. Bu konu sonuçlandı. Peki daha önce varlığının olmadığı yerlerde ne vardı? Yanıt: Hiçlik. Yani ne olduğunu bilmiyoruz. Çünkü bilgimiz sadece bize ulaşan izlerle oluyor. İzler yani; ölçüm araçlarımızın yakalayabildiği her şey.

Bu izler var ise zaten orada da evrenimizin varlığı söz konusudur. Karadelikler, ışınımlar, çekim dalgaları, vs. her türlü parça ve parçacık. Yani evren genişlerken ulaştıgı yerleri kendi yapısı ile şekillendiriyor. Aksi halde yani bu şekillendirmenin olmadığını söylersek o halde orada daha önceden bir evrenin olması gerekiyordu.

Ama evren genişliyor. O halde bu fikir yanlıştır. Yani bir sınır var ve evren bunun dışındaki yeri; hiçliği, kendisi şekillendiriyor. Bu konuda derinlemesine düşününce görülecek ki; zihin böyle bir şeyi algılamıyor, daha fazla ileri gidemiyor ve sonuçta reddediyor.

Yani hiçligin ne olduğunu kavrayamıyor ve bu yüzden de şekillendirmeyi tanımlayamıyor ve bu durumda da evrenin dışının boşluk olduğunu söylüyor ve böylece başlangıçta bahsedilen evrensel yanılgıya düşüyor. Bu duruma karşı mücedele etmemiz ve daha çok bilgilenerek bilincimizin gelişmesini beklemek gerekiyor.

Sonuçlar:
1)Evren eskiden daha küçüktü. Bu yüzden sınırları vardır.
2)Evren ona sonsuz diyebileceğimiz kadar büyüktür. Sınırlarını hiçbir canlı öğrenemeyecek. Bu hem teknik hem de teorik olarak imkansız.
3)Evrenin dışında ne olduğunu söyleyemiyoruz. Çünkü birşeyin "ne" olduğunu söylerken evrenimizin yapıları ile kıyas yapmak zorundayız.
4)Düşünce yapımız evrenimizin dinamiklerine bağımlı. Enerjinin bir formu olarak değil de saf enerjiden oluşan bir varlık olsaydık belki de daha başka sonuçlara ulaşacaktık. Bu ne demek? Düşüncelerimiz zihnimizi oluşturan etmenlerin quantum ölçeğindeki sonuçlarına da bağımlıdır ama tamamen quantum ölçeğinde düşünebilseydik gerçeklik algımız ve yargımız farklı olabilecektir demek. Peki ne yapmalıyız? Atomun yapısını ve işleyişini tam olarak bulmalı ve onu tüm makro ölçeklere uyarlayabilmeliyiz. Yani Einstein'in büyük rüyası olan: Birleşik Alanlar Teorisi tamamlanıp ayrıca klasik fizik ve quantum fiziği herşeyin birbirine baglı olduğunu gösterecek kadar gelişmeli. O zaman evrenimiz ve sınırları hakkında ve nerede oldugu hakkında daha çok bilgimiz olacaktır.
Kaynak: Biltek
Son düzenleyen Safi; 4 Mayıs 2018 00:23
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Aralık 2010       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
EVREN
Araştırma tasarımı her şeyden önce, araştırılan sorunun belirlenmesi ve bu sorunun bulunduğu ana kitlenin sınırlarının çizilmesiyle kurulabilir. Araştırma evreni araştırma probleminin etkisi altında bulunan ve bilgi sağlamak için gözlem yapılacak ana kütledir. (Bal, 2001, s.110)

İncelenmek istenen birimlerin meydana getirdiği, gözlenebilir ortak karakteristiklere sahip objelerin oluşturduğu belli bir kurala uyan öğelerden oluşmuş topluluğa evren denir. Evren araştırma kapsamına giren gruptur. Araştırma kapsamına giriş iki şekilde düşünülebilir. Biri verilerin elde edilişi; diğeri, bulguların genellenmesi yönünden. Verilerin elde edilişi yönünden düşünüldüğünde evren, mevcut olan ve örneklemin seçildiği gruptur. Bulguların genellenmesi yönünden düşünüldüğünde evren, mevcut ve örneklemin seçildiği grup olabileceği gibi; mevcut olmayan, kuramsal bir grup da olabilir.


Bir kimse araştırmasını ve elde ettiği bulguları Hacettepe Üniversitesi Eğitim Bölümünün bugünkü öğrencilerine; gelecek on yıl içinde Eğitim Bölümü öğrencilerine genellenebilecek şekilde düzenleyebilir.


Görülüyor ki, ilgi duyulan alan oldukça geniş olabilir. O kadar geniş olabilir ki, araştırmacının ona dokunması, elemanlarını görebilmesi ve onu fiziki olarak inceleyebilmesi olanaksız olabilir. Bazı hallerde evren, henüz gerçekte mevcut değildir bile. Gelecek on yıl içinde Eğitim Bölümünü bitirecek kişileri şimdiden görme, inceleme olanağı yoktur. Böyle bir grup henüz oluşmamıştır. Bu tür evrene hedef evren, kuramsal evren denir. Bugün Eğitim Bölümü öğrencileri üzerinde yapılacak bir çalışmanın sonuçlarının on yıl sonraki öğrencilere nasıl genellenebileceği tartışılabilir. Bu, konunun cinsine bağlıdır. Eğer bugün Eğitim Bölümü öğrencilerinin kütüphanede harcadıkları zaman başarıları ile pozitif bir ilişki gösteriyor ise, bunun on yıl sonraki öğrenciler içinde doğru olacağına aykırı bir iddiayı haklı çıkaracak ne mantıki, ne de ampirik çalışma bir olsa gerek.


Evrenin büyüklüğü ya da küçüklüğü amaca, genellemelerin kimleri yada nereleri kapsaması istendiğine bağlıdır. Belirli bir amaç için evren olarak seçilen bir grup, başka bir amaç için evren olmayabilir. Sosyoloji, psikoloji, eğitim vb. alanlardaki araştırmalarda evren, genellikle araştırmalarda kullanılacak verilerin kaynağını oluşturur. (Kaptan, 1998, s. 145-146)
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
27 Eylül 2011       Mesaj #6
Avatarı yok
Yasaklı

Sayısal Evren


Teleskop, algılayıcı ve bilgisayar teknolojisindeki büyük yenilikler gökbilim araştırmalarında devasa boyutlarda görüntü, tayf ve katalog üretme imkanı sunmaktadır. Bu veri kümeleri gökyüzünü gama ışınından x-ışınına, optikten kırmızı-ötesi ve radyo dalgalarına kadar bütün dalgaboylarında kapsamaktadır.

Gökbilimciler bu “Sayısal Evren” içerisindeki büyük miktardaki verileri erişilebilir yaparak yeni bilim üretmek için yollar geliştirmekte kullanıyorlar. Bu teknikler, ”Sanal Gözlemevleri” üzerinden verilere ulaşabilen bilgisayar ağından oluşan, Izgara (GRID) modeline dayanmaktadır.

Fiziksel bir gözlemevinin özgün astronomik aletlerle donatılmış teleskopları olduğu gibi, bir Sanal Gözlemevi de her biri özgün gökbilim veri koleksiyonları içeren veri merkezleri, yazılım sistemleri ve işlemci yeteneklerine sahiptir.

Bu küresel, topluluk-tabanlı girişim dünya çapında Uluslararası Sanal Gözlemevi Birliği (IVOA) tarafından ve Avrupa EURO-VO projesi çerçevesinde desteklenmektedir.

Sanal gözlemevleri etki ve faydalarını çoktan kanıtlamışlardır. Örneğin, Büyük Gözlemevleri Derin Kökenler Taraması (GOODS) alanında bulunan 31 adet yeni, optik olarak sönük, bulanık kuasar adayı keşfedilerek, önceki bilinenlerin sayısı dörde katlanmıştır. Bu buluş, süper kütleli karadeliklerin şimdiye kadar ki sayılarının azımsandığını göstermektedir, bilinen rakamlar neredeyse 2 ila 5 misli arasında artmaktadır. (ESO0418)
Kaynak:ESO/Bilim Arşivi
Son düzenleyen Safi; 4 Mayıs 2018 00:24
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
20 Aralık 2011       Mesaj #7
Avatarı yok
Yasaklı

Evren Modelleri


Evren modellerinin ayrıntılarına geçmeden önce, evrenin bize nasıl göründüğünü özetleyelim. Gözlemlerden hareketle evrenin geçmişini anlamaya ve evrenin geleceğinin ne olabileceğini modellerle açıklamaya çalışalım:

Son 25-30 yıl içinde evreni anlamamızda gerçek bir devrim yaşandı. Gözlem teknikleri gelişti. Radyo, milimetre, kırmızı ötesi, mor ötesi, X-ışını ve gama ışını dalga boylarında gözlemler yapılabilir hâle geldi. Yer üzerinden olduğu kadar, uzaydan da gözlemler yapıldı. Yeni geliştirilen alıcılar, dedektörler ve çok hızlı bilgisayarlar astronomide baş döndürücü gelişmelere neden oldu. Bu gelişmeler, evrenin anlaşılmasına önemli katkılar yaptı. Bu arada fizikte de benzer gelişmeler oldu ve bu bilgiler de evrenin anlaşılmasına katkılarda bulundu.

Öncelikle, evrenin şu andaki içeriğinin ne olduğundan başlamakta yarar var. Önce, bildiğimiz maddeyi sayalım. Bildiğimiz madde ile yıldızlar, gaz ve toz kastediliyor. Bunlar optik gözlemlerle saptanan maddeyi temsil etmektedir. Söz konusu maddenin, sıcaklığı 3000 ile 30 000°K arasındaki maddedir ki bu sıcaklıklar kara cisim sıcaklıklarıdır. Evrendeki maddenin çoğu bu hâldedir.

Samanyolu dışındaki galaksiler için kırmızıya kayma(hız) ve uzaklık arasındaki bağıntı. Kırmızıya kaymalar Doppler formülüne göre hız olarak ifade edilmiştir. Oklar, kalsiyumun H ve K çizgilerindeki kırmızıya kaymayı göstermektedir.

Yıldızlar, gaz ve toz, galaksileri oluştururlar. Bunlar belki de başlangıç koşullarının farklı olması nedeniyle farklı oluşmuştur. Galaksiler evrenin temel taşlarıdır. Tek başına bulunan galaksiler azdır, daha çok gruplar hâlinde bulunurlar. Daha önce de söz edildiği gibi galaksi kümelerinden de büyük yapıların varlığı söz konusudur. Bununla beraber, gök yüzünde yeterli büyüklükteki alanlarda ortalama alınırsa, içerdiği madde miktarı bakımından evren her yönde aynı görülmektedir. Buna, evrenin eşyönlülük özelliği denir.

Evrenin ikinci bileşeni ışınımdır. Kozmoloji için en önemli olanı bunun kara cisim bileşenidir. Einstein'ın E = mc2 denklemini kullanarak kütle karşılığını bulduğumuzda, bilinen normal madde yoğunluğundan 1000 kez daha küçük olduğu görülür. Başka bir deyişle, evrendeki ışınımın yoğunluğu normal madde yoğunluğunun binde biri kadardır.

Mikrodalga arka-alan ışınımının (Büyük Patlama ile evrene yayıldığı düşünülen ve evrenin her yerinde gözlenen ışınım ki yayıldığı zamanın izlerini taşımaktadır ve bu bakımdan çok önemlidir.) ilginç iki özelliği vardır:Birincisi her yönde aynı şiddette gözlenmesi, eş yönlü olması; ikincisi ise bu ışınımın 2.7°K'lik bir kara cisim ışınımı olmasıdır. Bu astronomide rastlanabilecek en iyi bir kara cisim ışıması olarak düşünülebilir. Önemi, evrende belli bir zamanda, madde ile ışınımın aynı sıcaklıkta dengede olmuş olduğudur.

Son olarak, evrenin üçüncü bileşeni normal olmayan maddedir. Bunu ikiye ayırabiliriz: Relativistik plâzma ve manyetik alan (karanlık veya saklı madde). Bunlardan, ikinci kategorideki madde üzerinde biraz durmak istiyoruz. Galaksi veya galaksi kümeleri gibi büyük sistemlerin yaydıkları ışınımdan hareketle, sistemin dinamiğinden bulunan madde miktarı açıklanamamaktadır. Galaksi kümeleri için böyle bir durum uzun yıllar bilinmekteydi, ancak son yıllarda aynı şeyin büyük galaksiler için de geçerli olduğu bulunmuştur. Böylece, evrende göremediğimiz bir maddenin varlığı söz konusudur.

Görünmeyen bu madde ışınım yaymayan yıldızlararası gezegenler, çok küçük kütleli yıldızlar, ağır nötrinolar, bilinmeyen ve zayıf etkileşen temel parçacıklar, küçük karadelikler, büyük karadelikler, süper karadelikler...vsvs gibi olabilir. Bilim ve tekniğin gelişmesiyle ileride bunların bir kısmı gözlenebilir ve bir kısmı için de dolaylı kanıtlar bulunabilir. Önceleri bu maddeye, kayıp madde deniliyordu; ancak, bu kulanımının yanlış olduğu açıktır, çünkü bu madde kayıp değil, evrende bir yerlerde bulunmaktadır, fakat biz onu henüz göremiyoruz.

Özetle, bugün itibariyle astronomi ve kozmoloji hakkında bildiklerimiz şunlardır:
(i) Yıldızlar ve yıldız evriminin temel fiziği,
(ii) Yıldızların dev molekül bulutları içindeki yoğun gazlardan oluştuğu,
(iii) Yıldızlararası maddenin değişik fazlarda olduğu, maddenin yıldızlarda değişime uğradıktan sonra yıldızlararası ortama atıldığı,
(iv) Galaksilerin, evrenin temel taşları olduğu,
(v ) Galaksilerdeki yüksek enerji olaylarının çekirdeklerindeki aktivitelerle, belki de orada bulunan karadeliklerle ilgili olduğu,
(vi) Sıcak Büyük Patlama modelinin evreni en iyi açıklayan model olduğu.
Kaynak:Astronomi ve Uzay Bilimleri(Astronomi Ders Kitabı Notları)
Son düzenleyen Safi; 4 Mayıs 2018 00:25
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
2 Ocak 2012       Mesaj #8
Avatarı yok
Yasaklı

Genişleyen Evren


Bizden yaklaşık 15 milyar ışık yılı uzaklıktaki gök cisimlerinin uzaklık ölçümleri yapılabilmektedir. Uzaklık ölçümündeki bu sınır teknolojinin koyduğu bir sınırdır.

Uzak galaksiler gözlendiğinde bizden uzaklaştıkları görülmektedir. Bu gözlemler ilk kez Hubble ve Lundmark tarafından 1920'lerde yapıldı. Aynı yıllarda Hubble, ABD'de Mount Wilson Gözlem Evi'nde yaptığı çalışmalarında birçok galaksinin uzaklıklarını tayin etti.

Aynı galaksilerin uzaklaşma hızlarını da ölçtü. Ölçümlerini yaptığı 45 kadar galaksinin hızlarını uzaklıklarına karşı bir grafikte noktaladı. Bu grafiğin bir doğru olduğunu gördü ve hız ile uzaklık arasında aşağıdaki bağıntıyı elde etti:
V = H•d
Burada V, galaksinin bizden uzaklaşma hızı, d uzaklığıdır. H ise söz konusu grafikteki doğrunun eğimidir ve Hubble sabiti olarak bilinir. H sabitinin yaklaşık değeri 17 km/sn/milyon ışık yılıdır.

Bu demektir ki uzaklık 1 milyon ışık yılı artınca hız 17 km/sn artar. V-d arasındaki bu bağıntı evrenin genişlediğini gösteren meşhur Hubble yasasıdır. Bu yasaya göre başka galaksi kümelerinde bir cisim bizden ne kadar uzakta ise küme ile beraber o kadar büyük hızla bizden uzaklaşmaktadır.

Kuazarların çok uzaklarda gözlendiği ve büyük hızlarla bizden uzaklaştıkları biliniyordur. Bu sonuçlar da Hubble yasasına uymaktadır.Hubble'ın galaksi veya galaksi kümeleri için V-d grafiği Şekil 5.20 de görülmektedir.
Kaynak:Astronomi ve Uzay Bilimleri(Astronomi Ders Kitabı Notları)
Son düzenleyen Safi; 4 Mayıs 2018 00:25
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
21 Mart 2012       Mesaj #9
Avatarı yok
Yasaklı
[H2]2.7 Milyon Fotoğraflık Gök Atlası[/H2
ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Ajansı (NASA), 14 yıl süren WISE projesinde elde edilen 2.7milyon fotoğrafı bir araya getirerek dev bir “Gök Atlas”ı oluşturdu.

Keşif ve gözlem teleskobu olarak tasarlanan WISE (Geniş Alanlı Kızılötesi Araştırma), 1998 yılında başlayan bir projenin ürünü. 2009 yılında Dünya’nın yörüngesine ateşlendiğinden bu yana her 6 ayda yaklaşık 1,5 milyon fotoğraf çeken WISE, asteroidleri, ölü yıldızları, galaksileri ve evrenin geri kalanını inceliyor.

WISE projesinin en başından beri üyesi olan UCLA Üniversitesi’nden Edward Wright, oluşturulan Gök Atlas’ı hakkında, “WISE, 14 yıllık çabanın meyvesini astronomi dünyasına sundu” dedi. Wright ve meslektaşları, Gök Atlas’ının oluşturulmasına Nisan 2011’de başladı. Atlas'ta, 560 milyon yıldız, asteroid ve galaksi yer alıyor.

Her 11 saniyede bir fotoğraf çeken WISE’ın her karesi, Dolunay’ın üç katı kadar alan kapsıyor. Teleskobun bugüne kadar Dünya’ya gönderdiği veri miktarı ise tam 15 trilyon bayt.

California, Pasadena’daki Teknoloji Enstitüsü’nde kızıl ötesi fotoğrafların analizi ve depolanmasıyla görevli ekipte çalışan Roc Cutri, “WISE, evren hakkında büyük keşiflere imza atan Panteon’ların arasına katıldı” yorumunu yaptı.
Kaynak:Ntvmsnbc(20 Mart 2012,16:36)
Son düzenleyen Safi; 4 Mayıs 2018 00:26
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
28 Mart 2012       Mesaj #10
Avatarı yok
Yasaklı

Evreni Daha Detaylı İnceleyecek En Büyük Radyo Teleskop


İnsanoğlu galaksilerden karadeliklere, yıldızlardan başka gezegenlerde hayat olup olmadığına kadar birçok konuda evrenin sırlarını yakında daha net öğrenme şansına sahip olacak. Hazırlıkları süren dünyanın en büyük radyo teleskobu, bu bilgilere ulaşmanın yolunu açacak.

"İlk yıldızlar ne zaman meydana geldi?", "galaksiler nasıl oluştu?", "başka gezegenlerde hayat var mı?"
Evrenle ilgili pek çok bilinmeyen ve akıllarda onlarca soru bulunuyor.Bu sorulara, dünyanın en büyük radyo teleskobu projesiyle yanıt aranacak.

Projenin adı Square Kilometre Array, yani Kilometrekarelik Dizge.2 milyar dolara mal olacağı düşünülen proje, şimdiye kadarki en hassas teknolojiyi kullanacak.

Yapımına 2016 Yılında Başlanacak
Bu süre içinde de hedeflenen teknolojik materyallerin biraraya getirilmesi için çalışılacak.Proje kapsamında,15 metre çapında 3 bin çanak anten kullanılacak.Atmosfer, yıldızlar, galaksiler ve gökcisimlerinin radyo dalgalarından yüksek çözünürlüklü veriler elde edilecek.

Bu veriler sayesinde de hem evrenin geçmişi, hem de geleceğine dair pekçok bilgiye ulaşılacak.Proje 12 yıl sonra yani 2024 yılında hayata geçecek.Radyo teleskobuna ev sahipliği yapması düşünülen iki aday ülke var.Biri Güney Afrika Cumhuriyeti diğeri de Avustralya.
Kaynak:CNN(27 Mart 2012,18:00)
Son düzenleyen Safi; 4 Mayıs 2018 00:26

Benzer Konular

18 Haziran 2012 / _Yağmur_ Ziraat