VAHDET, -ti a. (ar. vahdet) Esk.
1. Bir ve tek olma, birlik: "... herhangi bir lisan! vahdet, mutlaka eski bir siyasî vahdetin mahsulüdür” (F. Köprülü).
2. Tek, biricik: “Enîsi vahdetimsin, hissedârı infiâlimsin” (Tevfik Fikret).
3. Yalnızlık, tek kalış: “Bu Mısriye kesrette vahdet yolunu göster" (Niyazi, XVII. yy.).
4. Tanrı’ya yakın olma, ulaşma: "Alemi vahdet meyinden cümle medhûş eyledin" (Vas- fi, XVI. yy.).
5. Vahdet-ârâm, huzur veren yer. || Vahdet-güzin, yalnızlığı seven.
|| Vahdet-inikâh, tekeşlilik: "...mesaili mezkûreden birisi (poligami) kesreti nikâh ve (monogami) vahdeti nikâh kaziyesi olarak..." (Ebüzziya Tevfik).
—Tasav. Tanrı'ya yakın, Tanrı ile birlik olma. || Vahdeti vücut, varlığın birliğini; Yaratan ile yaratılanın (Halik ile mahlukun) bir olduklarını; evren ve evrende tüm varlıkların tanrısal ad ve niteliklerin yansımaları olmaktan öte bir değer taşımadıklarını savunan tasavvuf akımı. (Bk. ansikl. böl.)
—ANSİKL. Müslümanlıkta ve öteki tektan- rıcı dinlerde Tanrı’nın birliği, bağımsızlığı, eşsizliği, benzersizliği ve İânrı-evren ayrılığı üzerinde önemle durulur; evren ve evrende yer alan her şeyin Tanrı tarafından yoktan yaratıldığı, Tanrı ve evrenin iki ay» realite alanları olduğu inancı benimsenir. Özellikle müslümanlıkta Allah’ın birliği (tevhit) ilkesini benimsemek bu dinin ve müslüman olmanın ilk temel koşulu sayılır. Kuran’a göre “O’nun (Tanrı'nın) hiçbir benzeri yoktur" (XLIII, 11). Bu nedenle İslam kelam bilginleri yaratılmışlara benzememeyi (muhalefetün li'l-havadis) Allah' ın sıfatlarından biri olarak kabul ederler.
Tanrı ile insan arasındaki kozmik ilişkiden çok dinsel ve ahlaksal ilişki üzerinde duran ilk müslüman zahit ve sufiler, yukarda belirtilen İslam inançlarını olduğu gibi benimsediler. Ancak, eski hint ve İran din ve inançlarının, Platon ve Plotinos gibi yunan düşünürlerinin panteist (tümtanrıcı) görüşlerinin de etkisiyle Bayeziti Bistami (öl. 848 ya da 861), Cüneydi Bağdadi (öl. 910), Hallacı Mansur (öl. 922) gibi ilk su- filerin Tanrı-evren ve Tanrı-insan ilişkisinin kozmik durumuna getirdikleri değişik yorumlar, sonradan vahdet-i vücut adı verilen yeni bir anlayışın doğmasına yol açtı. Kelamcı, hadisçi ve fıkıhçı din bilginlerinin yoğun tepkisine karşın bu anlayış özellikle mutasavvıflar arasında hızla yayıldı, Fahrettini Attar (öl. 1193), Ruzbihanı Bakli (öl. 1209), ibn ül-Farız (1224) gibi sufi yazarlar bu akımı geliştirdiler. Vahdeti vücut felsefesini tam olarak sistemleştiren mutasavvıf Muhittin Arabi (öl. 1240) oldu. Sadrettini Konevi (öl. 1273), Mevlana (öl. 1273), Abdülkerim el-Cili (öl. 1428) ve daha birçok mutasavvıf şair ve yazar bu felsefenin gelişme ve yayılmasında önemli ölçüde etkili oldular.
Ufak bazı görüş ayrılıklarına karşın bu mutasavvıfların görüşlerinde İslam dinindeki La ilahe illallah (Allah'tan başka Tanrı yoktur) önermesi, vahdet-i vücutçu bir değişiklikle La mevcude illallah (Allah’tan başka varlık yoktur) biçimini aldı. Buna göre tek gerçek ve mutlak varlık Allah'tır; O, bütünüyle evrenin kaynağı ve nedenidir. O, kendi zatı ve özü bakımından Hak, evrendeki çeşitli varlıklar biçiminde yayılış (feyz) ve görünüşleri bakımından halk' tır. Şu halde özü bakımından varlıkta birlik (vahdet) vardır; çokluk (kesret) ise yalnızca görünüştedir. Nitekim ibnülarabi “Çokluk, bir olan Zat'taki (Tanrı'daki) ey- lenisel bir bölünmeden değil, görüş farklarından doğar" der. Ona göre, varlığa Tanrı gözü ile bakan birlik görür; kendi gözü ile bakan ise çokluk görür. Aklın sınırlı oluşundan ve bütünü (kül) olarak kavrama yeteneğinden uzak kalmışından ötürü sıradan insanlar bütünü varlıkların çokluğu sayar ve her birine değişik özellikler yüklerler. Oysa, sufinin keskin gözüyle bakılacak olursa yüksek ve zihinüstü bir sezgiyle görünüşlerin çokluğu aşılabilir ve bütün şeylerin Tann gerçeğinin pırıltıları olduğu görülebilir. Böylece vahdeti vücutçu sufiler en genel anlatımıyla Yaratan (Halik) ve yaratılan (mahluk) ikiliğini ortadan kaldırırlar. Hallaç "Ben Hakk’ın ken- disiyim”, Bayeziti Bistami “Kendimi tespih ederim, benim şanım ne yücedir", ibnülarabi "Yaratılan yaratılmış olandır; ben: O ve O benim”, Yunus Emre “Bir ben vardır bende benden içeru" derlerken hep bu Tanrı-evren ve Tanrı-insan birliğini kastetmişlerdir.
Böylece vahdeti vücutçu mutasavvıflar evrenin Tanrı'dan ayrı ve gerçek bir varlığı olmadığını düşündüklerinden, zorunlu olarak evrenin yoktan yaratılmış olduğu biçimindeki yerleşik dinsel inanca da karşı çıkmışlardır. Çünkü akli bakımdan kendisinden varlık meydana gelen bir yokluk düşünülemez. Ayrıca tanrısal özden değil de yoktan yeni varlıklar yaratılması, Tanrı dışında yeni gerçekler bulunması gerektiği sonucunu doğurur; bu ise tam anlamıyla Tanrı’nın birliği inancına aykırıdır. Şu halde evrendeki her varlık Tanrı’dan taşarak (feyz) tanrısal görünüşle (tecelliyat) haline gelir. Mutasavvıflar bu görüşlerini mantıksal kanıtlar yanında Kuran ve hadislere dayandırmaya da çalışmışlardır. Örneğin "Onları (savaş sırasında düşmanlarınızı) siz öldürmediniz, Allah öldürdü; (oklarınızı) attığınızda siz atmadınız, Allah attı” (VIII, 17) mealindeki ayette insanların “atma” ve “öldürme" eylemlerinin Allah'ın eylemleri olarak gösterilmesi, mutasavvıflara göre Allah-insan birliğini gösterir. Ancak, sufilerin vahdet-i vücut hakkındaki en güçlü dayanakları, kendi iç gözlemleriyle, kendilerinin Tanrı'dan ayrı birer gerçek olmayıp Tanrı ve kendilerinin bir tek varlık, bir tek gerçek olduğunu iç dünyalarında gözlemeleridir. Ne var ki, sufilerin bu gözlemlerinin objektif ve bilimsel bir kanıt değeri taşımadığı, ayet ve hadislerle ilgili yorumlarının da saptırmadan öte bir değeri bulunmadığı gibi gerçeklere dayanan birçok İslam bilgini vahdeti vücut anlayışını İslam inançlarına ve bilimsel gerçeklere aykırı bulmuşlar; tarafsız bilgin ve araştırmacılar da bu felsefenin İslam dini ile bağdaştırmasının güçlüğünü kabul etmişlerdir.
Kaynak: Büyük Larousse