Derken, anın atmosferine hiç uygun olmayan, hiç de beklenmedik bir “ahenksizlik” yaşandı; öndeki Siyah Tır’ın stop lambaları yanıp yanıp sönmeye başlamıştı. Bunun dışında her şey aynıydı. Hiçbir aykırılık göstermeyen diğer Tırlar yerli yerlerinde, gayet uyumlu bir şekilde ilerlemeye devam ediyorlardı. Lambalar yanıp sönmeye başladıktan sonra sanki diğerleriyle olan beş metrelik mesafe, Siyah Tır’la üç metreye inmişti. Bu esnada dorsesinin bir köşesinde, ancak şimdi seçebildiği bazı kelimeler gözüne takıldı. Her ne kadar hiçbir kelimeyi okuyamasa da, tanıdık bir şeyler yazdığını hissediyordu. Mesafe iki metreye indi…
Bu bir “kamyoncu” sözü değildi. Hayır, tanıdıklığı buradan gelmiyordu. Bu daha önce kendisinin kullandığı ya da kendisine söylenen bir sözdü. Öyle lafın gelişi söylenmiş bir söz değildi. Üzerine çok düşünülmüş, söylemeden veya söylenmeden önce defalarca gözden geçirilmişti. İlk birkaç kelimeyi, sözün başlangıcını okuyabilmişti. Yine de sonunu, tamamını getiremiyordu. Mesafe bir metreye indi…
Artık stop lambaları yanıp sönen, tanıdık bir söz taşıyan Siyah Tır, neredeyse burnunun dibindeydi. Ve nihayet yazının tamamını okuyabildi; tek seferde, yinelemeden, usul usul, aradığını bulmuş biri gibi:
Kalbim, Ruhum ve Bedenim Senin, Hayallerim Değil!
