ANTROPOLOJİ bilim dalı insanlık tarihini öğrenmek girişimi olarak başladı. Gerçekten de Yunanca'dan gelen bu sözcüğün anlamı insanın incelenmesidir. 19. yüzyılda Charles Danvin'in canlıların gelişme ve değişim sürecine ilişkin evrim kuramını ortaya atmasından sonra, bilim adamları bu alana ilgi duydu ve insanın evrimi üstüne yeni yeni düşünceler öne sürmeye başladılar. En çok da, ilk atalarından başlayarak insanın vücut yapısının ve öteki fiziksel özelliklerinin nasıl geliştiğini merak ediyorlardı. Ayrıca insanlann nasıl olup da bir araya geldiklerini, bu toplulukların nasıl büyüdüğünü ve değişikliğe uğradığını; insanların yeni becerileri nasıl kazandığını; dinlerin, siyasal örgütlenmelerin, sanatın ve müziğin nasıl doğduğunu da öğrenmek istiyorlardı. Bütün bu çabaların sonucunda antropoloji biliminde insanlık tarihinin değişik alanlarını inceleyen uzmanlık alanları ortaya çıktı. Arkeologlar yüzyıllar öncesinin eski yerleşim yerlerini kazarak oralarda yaşamış olan insanların neler yapmış olduklarını, nasıl yaşadıklarını öğrenmeye çalışırlar. Yazılı belgelerden önceki insanlık tarihinin araştırılması onların işidir. Fiziksel antropologlar insanın evrimini ve değişik insan grupları arasındaki farklılıkları incelerler. Biyoloji uzmanı olan fiziksel antropologlardan bazıları insan türünün ortaya çıkışını, bazıları da insan biyolojisinin değişik alanlarını araştırır. Beslenme ile kişinin boyu arasındaki ilişkinin incelenmesi buna bir örnektir. Dilbilimciler dillerin ortaya çıkışı ve yapısıyla ilgilenirler. Dili insan başarısının en belirgin örneği ya da insanı insan yapan başlıca etken olarak değerlendirirler. Günümüzde eski dillerin incelenmesi son derece zor ve ayrıntılı çalışmalar gerektirdiğinden bu konu yepyeni bir uzmanlık alanı olmuştur.
Antropologların Bulguları.
Eskiden antropologların çoğu insan toplulukları arasında gerek fiziksel ve zihinsel bakımdan, gerek örgütlenme biçimleri bakımından büyük farklılıklar olduğunu sanıyorlardı. Bu farklılıkların ise değişik toplulukların evrim aşamalarını açıklayıcı nitelikte olacağını düşünüyorlardı. Bazı insanların fiziksel yapıları öteki insanlara göre daha az gelişmiş olduğu için onların zekâca da geri olmaları gerektiğini öne sürüyorlardı. Oysa bu tür öngörüleri tarihsel bulgular doğrulamadı. Çağdaş insanın ataları olan, 200 bin ile 500 bin yıl kadar önce yaşamış Homo sapiens fiziksel açıdan da günümüz insanına benziyordu.
Çağdaş dünyada ise insan toplulukları arasındaki farklılıklar gerçekten çok azdır; hele benzerlikler ile karşılaştırıldığında, nerdeyse yok gibidir. Dünyanın neresinde olursa olsun, insan aklı benzer düşünme süreçlerini izliyor. İnsanların yaşadığı toplumlar değişik de olsa yeni beceriler öğrenme yeteneği çok az farklılık gösteriyor.
Toplumlar arasında gerçekten belirgin olan farklılıklar insanların edindikleri bilgilerle ve davranış biçimleriyle ortaya çıkıyor. Bildiğimiz hemen her şey bize öğretilmiştir. Demek ki, insanlar arasındaki başlıca farklılıklar nerede ve nasıl yetiştirildiklerine bağlıdır. Bir insan, yabancı bir topluluğa genç yaşta katılırsa, eski öğrendiklerinden daha değişik şeyleri kolayca öğrenebilir. Bu nedenle, kültürel farklılaşma ile fiziksel farklılıklar arasında bağlantı olmadığı öne sürülebilir.
Bazı toplumlar ya da kültürler öbürlerinden daha mı ileridir? Herhangi bir toplum belirli bir zamanda küçük ya da büyük, başka bir topluma bağımlı ya da bağımsız olabilir. Öteki toplumlardan kopuk ya da onlarla ilişki içinde yaşayabilir. Bu tür farklılıklar toplum üyelerinin varlıklı ya da yoksul oluşunu etkileyebilir. Ama tarihsel bir süreç içinde pek çok şey değişebilir. Örneğin Eski Mısır krallıkları bir zamanlar Ortadoğu'ya egemendi ve Akdeniz uygarlığının yönetim, bilim ve sanat merkezleriydi. Daha sonra Akdeniz çevresi başka toplumların etkisi altında kaldı. Roma İmparatorluğu'nun yükselişiyle birlikte Akdeniz toplumları Roma uygarlığından etkilendi. Bu imparatorluğun çöküşünden sonra, yeni bir din olan Müslümanlık Ortadoğu'dan Akdeniz yöresine doğru yayılmaya başladı. Akdeniz'in güneyini ve batısını ele geçiren Müslümanlar yeni güç odakları oluşturdular. Bütün bunlar olurken Orta ve Kuzey Avrupa kabuğuna çekilmiş, teknolojik bakımdan geri ve dünya üzerinde hiçbir etkisi olmaksızın yaşıyordu. Oysa yakın geçmişte bu bölgedeki ülkeler dünyanın en büyük güçleri oldular. 20. yüzyılın ikinci yarısında ise Avrupa ülkeleri dünyanın en varlıklı ve güçlü ülkeleri olmaktan çıktı. Asya ve Afrika toplumlarının tarihlerinde de benzer yükseliş ve çöküş dönemleri olmuştur.
Kültürel değişimin ve gelişimin yasaları var mıdır? Teknolojik gelişmenin çok çabuk benimsendiği ve yaygınlaştığı bir gerçek. Ayrıca teknolojik gelişme toplumsal örgütlenmede çok hızlı dönüşümlere neden olabiliyor. Bunun en çarpıcı örneği bilgisayar teknolojisinin günümüzdeki gelişimidir. Ama insanlık kültürünün hiçbir alanında "ilerleme"ye ilişkin yargıda bulunmak ya da gelişmişliğin belirli göstergelerini saptamak olası değildir. Hiçbir dil öbüründen daha "üstün", daha "gelişmiş" ya da daha "uygar" olamaz. Ayrıca herhangi bir dinin öbüründen nesnel olarak daha iyi olduğunu ya da belli bir aile yapısının en iyi olduğunu kanıtlamak çok güçtür. Günümüzde antropologlar artık toplumların kültürlerini sınıflamak eğiliminden vazgeçmiş, değişik kültürlerin ortak yanları ile insan davranışlarının çeşitliliği konularına önem vermeye başlamış, araştırmalarını bu yönde yoğunlaştırmışlardır.
GÖÇEBELİK IRK İLKEL DİNLER İLKEL SANATLAR İNSANIN KÖKENİ MASKE TABU TOTEM YAMYAMLIK
Kaynak: MsXLabs.org & Temel Britannica